Ona bir oda ver baba, bir köyü olsun!

“Başka bir dünya mümkün” diyemeden tüketim ve cazibe merkezi kılınmış şehirlere, Dickens romanlarındaki gibi çarpıklığına bakmadan yığılan insanların geride bıraktığı bir avuç dişsiz, kambur ocaktır köyler.

Koca bir avlu…

                Avluda iki ev…

                İki evin arasında yaşlı bir ayva ağacı…

                Di’li zamanlarda mevsimi gelince na bu kadar, sapsarı ayvalar verirdi o ağaç. Ağzımızın kenarından akardı suyu. Evlerin arkasında türlü çeşit elmaları ister dalından ister dibinden toplayıp çocuk olmanın iştahıyla yediğimiz koca bir elmalık vardı. Yalnız elma mı, cennetten düşmüş incirler, parmak kalınlığında dutlar da toplardık o koca bahçeden. Ağzımız gözümüz yapış yapış...

                Bir tek Muradiye Hala’nın erik ağacına dokunmazdık. Hemen evinin kıyıcığında… Can erikti, bal erikti, yasaklı erikti…. Onundu. Oysa Muhit(tin) Enişte hiç kızmazdı. Azimli, çalışkan munis bir adamdı. Köyün temel direğiydi.

                Hemen karşı evde Cicemiz vardı. Zülfiye Yenge. Amcamızın bize emaneti, üç çocuğunun hem anası hem babası... Avlunun diğer sakini.

                Köye adını veren Dibekçiler vardı bir de. Bir avluda iki ev. İkisi de dolu ev. Ali Dayı, Laz Gelin’i, Mustafa, Nizam, Perihan...

                Ormancı’yı da unutmamak lazım. Evlatlığı Hamit’in yanına sığınmış.

                Yaz gelir, Monet’nin kır tabloları gibi yeşilini giyinir, renkli türlü çiçeklerle süslenirdi mahalle. Ancak hafta sonları gidebilsem de çok severdim burayı. Toprağa basmanın, ona dokunmanın, hazzını yaşar; avucumuzu sıktığımızda parmaklarımızın arasından akan çamurun nemli, pürüzlü dokusunu hisseder, yapabileceklerimizin ancak hayal gücümüzle sınırlandığı bu doğa harikası malzemenin keyfini sürerdik. Otların arasında dolaşırken ısırganların yaktığı bacaklarımızın acısını yivdin otuyla döverek gidereceğimize inanırdık.

                “Isırgan git! Yivdin gel!”

Dibekçiler

                Arada şehirden misafirlerimiz olurdu. Samsun Hala ve Abidin Enişte gelirdi mesela. Buğday ekmeği getirirlerdi pazar çantasının köşesinde, gazete kağıdına iplikle bağlanmış. Köyde yaşayanların şehirlilere duyduğu saygıyla dinlerdik Abidin Enişte’yi. Dünyada en çok şey bilen adam o olabilirdi çünkü. Unkapanı yokuşunda ayakkabı dükkânı vardı. Bir de yuvarlak kurmalı bir Nacar saati. İçim giderdi.

                Büyüyüp delikanlı olmuş abilerimizi izler, ağzımız açık dinlerdik anlattıklarını. Onlar yeni aldıkları ayakkabıları, tişörtleri gösterir; biz büyüyüp kot pantolon giyeceğimiz zamanları hayal ederdik. 

                Koca bir çınardı Dibekçiler Köyü.

                Anadolu’nun herhangi bir yerinde. Bir haritaya bile işlenememiş.

                En güzel dönemleriymiş meğer.

                Bilemedim.

                Yetişemedim.

                Ben büyüdüm, o çınar yaşlandı. Yaprakları döküldü. Ali Dayı gitti önce; köyün en büyüğü. Muradiye Hala, Ormancı, Muhit Enişte, Nizam... Elli nüfuslu, beş haneli köyün teker teker söndü ışıkları. Gençler eş buldu gitti, iş buldu gitti. İhtiyarlar öldü gitti. İhtiyarladı kalanlar.  Şimdi “Hâlâ yaşıyorlar mı?” diye akşamları birbirlerinin ışıklarının yanmasını bekleyen üç hanede beş kişi kaldılar.

Şimdi her yer gri

                Yıkıldı o ayva ağacı. Elmalık kesildi. Ne o cennetten düşen incirler ne de parmak kalınlığında dutlar kaldı. Muradiye Hala’nın gidişiyle kuruyuverdi can erik, bal erik, yasaklı erik. Ayrık otları sardı avluları. Isırganlar, yivdinler, dikenler... Girilmez, gezilmez oldu.

                Tarlalar boş, evler boş, insanlar yalnız kaldı.

                Bir fırça darbesiyle tüm renkler soldu, gri oldu. Artık bayramlara mahkûm, pencere kenarında yolu izleyen beş ihtiyar.

Bir gecede devşirilen tabela mahalleleri

                Biliyorum ki Dibekçiler Köyü benzerlerinden sadece biri.

                Biliyorum ki istenen, arzulanan, uğruna çalışılan politikaların, güdülen siyasetlerin görmezden gelinen yan etkileri bunlar.

                Bir gecede köyden devşirilen tabela mahallesinin sayısı artmış; şehirli nüfusumuz %90’ların üzerine zıplayıvermişti. Tüm Avrupa’dan daha şehirli oluvermiştik.

                Ne güzel!..

                E tabii! Modern(!) yaşam, şehirdeydi. Çağdaşlık, medeniyet, yol, su, elektrik her şeyin en yenisi, her şeyin en iyisi…. Köyler tezek kokuyordu. İnsanlarıysa pis ve cahil. Televizyonda Türk filmlerine denk gelir, tüm saflığına rağmen uyanık olup adam çarpmaya çalışan köylüleri izlerdik, şiveye sığdırılmış esprilerinde.

                Binlerce kilometre ötede, Adam Smith’in temellerini attığı bereketli topraklar üzerinde Thatcher&Reagan ikilisinin büyüttüğü neoliberal politikaların hayatımızın iğne deliğine sızan yapışkan, akışkan; bir o kadar da soğuk politikalarının öz suyudur çınarlarımızı kurutan…

                 Pamuk Prenses’e sunulan zehirli elma gibi şehri öven, şehri sevdiren zihniyetin, kırsalda yaşayan insanlara zorla yutturulmaya çalışıldığı zokadır bunlar.

                “Başka bir dünya mümkün” diyemeden tüketim ve cazibe merkezi kılınmış şehirlere, Dickens romanlarındaki gibi çarpıklığına bakmadan yığılan insanların geride bıraktığı bir avuç dişsiz, kambur ocaktır köyler.

Sadece iki metrekare

                Kandırabildiğini şehre gönderip seksen metrekareye sıkıştıran, kalanı küresel şirketlerin kucağına bırakıp modern köleliğe göz yuman, köylüyü ezen, ezdiren sistemin sonucudur. Her şeyin en güzelini, en iyisini şehre yığan neoliberal politikalar ve tüketim kapitalizmi insanı binlerce yıldır alıştığı topraktan koparıyor. Çocuklar toprağa dokunmadan büyüyor. Çocuk parkları ya kumla ya yapay kaplamalarla örtülü. Sokaklar asfalt ve beton. Çorapları çıkarıp toprağa basmak, mistik ve romantik bir eylem addediliyor artık. Ve özüyle, sözüyle toprakta yaşamış, toprakta var olmuş insanlık öldüğünde dokunabiliyor ona artık. 

            “Ona bir oda ver baba, bir evi olsun!” diyen Salim gibi seslenesi geliyor insanın. Üzerimizden kazanılan tüm servetin, sömürülen emeğin, hiçe sayılan terin gölgesinde bize insanlığımızı anımsatan bir parça toprağımız olsun bu dünyada.

Şehir ışıkları pervaneleri yakan mum misali insanlığımızı yakıp bizi doğamızdan uzaklaştırmadan; iki metrekareye mecbur bırakılmadan dokunabileceğimiz, üzerinde gezinebileceğimiz bir toprağımız olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi