One minute!

Cumhurbaşkanı bir süredir dış temaslarında Kavakçı familyası mensubu bir genç hanımı tercüman olarak yanında gezdiriyor: Fatma Gülham Abushanab.

ABD vatandaşıymış. Çok güzel İngilizce konuşurmuş.

Amerikan vatandaşlığını alırken ettiği “ABD’ye bağlılık yemini” şöyle:
“Şimdiye kadar uyruğu veya yurttaşı olduğum herhangi bir yabancı prense, hükümdara, devlete veya egemenliğe her türlü bağlılıktan ve sadakatten kesinlikle ve tamamen vazgeçtiğim konusunda yemin ederim…”

Yani diyor ki hanımefendi, “Ben Türklükle ilişkimi hepten kestim. Bir daha da arkama bakmamaya yeminliyim”.

Ve T.C. Cumhurbaşkanı ABD Başkanıyla görüşmesinde bu yemini eden kişiyi, yani Türkiye Cumhurbaşkanına değil, ABD Başkanına sadakatle yükümlü birini tercüman olarak görevlendiriyor.

Bulamadınız mı yerli ve milli bir çevirmen?

Fatma Gülham Abushanab’a tercümanlık yaptırmak bir milli güvenlik riskidir.


Muhalefet tercümanın niteliklerini sorguluyor.

Sosyal medya trolleri “Kız ana dili gibi İngilizce konuşuyor. Daha ne istiyorsunuz” diyor.

Gibisi fazla. Annesi de Amerikan vatandaşı olduğuna göre, ana dili zaten.

Kılıçdaroğlu Fatma Gülham Abushanab’tan bahsederken “hanım kızımız” diyor. Kıyamet kopuyor. Bir bakan “Türkçe ve İngilizceyi ana dili gibi konuşan, profesyonel tercüme yapan bir kadını hanım kız diyerek küçümseyen Kılıçdaroğlu REZİLSİN” diye tweet atıyor.

“Hanım kızımız” sözünün neresi rezil? “Hanım kızımız” demeseydi de “Kadın mıdır? Kız mıdır? Bilmiyorum” mu deseydi?

Tercümeyi yapan kişinin mesleği tercümanlık olmadığına göre, profesyonel tercüme yaptığı iddianız da koca bir yalan tabii.

Bir de demiş ki Bakan, “Başbaşa görüşmelerin içeriği hakkında üçüncü şahıslara bilgi vermek suçtur”. Atmasyon bu da.

Başbaşa görüşen iki kişi aynı dili konuşmuyor ve tercüman kullanılıyorsa, görüşmenin içeriğini tercüman bilecek ama mesela Dışişleri Bakanı veya Büyükelçi
bilmeyecek öyle mi? Fatma Hanımın da bunlara bilgi vermesi suç olacak.

Ama Amerikalı bakan bilgi isterse verecek Fatma Hanım. Öyle ya! Yemini var ABD hükümetine sadakat göstereceğim diye.

Pes doğrusu!

Adam kıtlığında işte bu tipler bakan yapılıyor…


Tercümanlık konusunda başımdan geçen bir hikayeyi anlatmanın tam sırası:

AB’ye 1987’de tam üyelik başvurusunda bulunduk. Akapeden önceki Ecevit hükümeti bu yolda bir dizi reformlar gerçekleştirdi. İdam cezasını kaldırdı filan. Artık tam üyelik müzakerelerinin başlamasını istiyoruz. AB de bu talebimizi reddetmekte zorlanıyor.

2002 Aralık ayında, yani Akapenin seçim kazanmasının üzerinden henüz iki ay bile geçmemişken, AB Zirvesi Kopenhag’da toplanıyor. Zirveye katılan Türk heyetinde Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın özel danışmanı olarak yer alıyorum. Türkiye’nin yeni iktidarı demokrasi getirecekleri, Ortadoğu’da, İslam dünyasında örnek olabilecekleri izlenimini veriyor ve büyük ilgi görüyorlar.

İçeride de “Üç Y’yi, yani yoksulluk, yolsuzluk ve yasakları ortadan kaldırmaya geliyoruz” yutturmacasının heyecan yarattığı dönem.

O zirvede Türkiye’nin amacı tam üyelik müzakereleri için bir tarih koparmak.

Kopenhag’da Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ile Alman Şansölyesi Schröder o sırada siyasi yasaklı olduğu için herhangi bir resmi sıfatı olmayan Akape Genel Başkanı Erdoğan ve Başbakan Gül ile görüşmek istiyorlar. Programda olmayan bu dörtlü görüşme için herhangi bir hazırlık yapılmamış. Son anda beni içeri ittiriyorlar “tercüme yap” diye…

Gül ve Erdoğan’ın arkasında bir sandalyeye ilişiyorum. Chirac söze başlıyor. Ülkemizin bir süredir AB konusunda Amerikalıları kullanmasından ve Amerikalılar aracılığıyla AB liderleri üzerinde baskı kurma çabalarından hoşnut olmadıklarını söylüyor. Ayrıca Türkiye’nin açtığı birtakım ihaleleri Avrupa’yla ilişkilerinde bir pazarlık aracı olarak kullanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, oyunu kurallarına göre oynamak gerektiğini söylüyor, “Biz her gün kavga ediyoruz. Kavga etmesini biliriz” diyor…

Söylemek istediği, ülkeler arasında anlaşmazlıkların olağan olduğu, AB içinde de her Allah’ın günü kavgalar ettikleri, ama kavganın da bir adabı olmak gerektiği yolunda bir uyarı. Ben de dilim döndüğü kadar tercüme ediyorum.

Erdoğan, benim kelimesi kelimesine çevirdiğim “biz kavga etmesini biliriz” lafını duyunca sinirleniyor ve “hoop, hop! Ne oluyor?” diyor.

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. “Yok efendim öyle değil, şöyle demek istedi” filan diye düzeltiyorum.

“Haa, tamam öyleyse” diyor… Kan ter içinde kalıyorum…


Demem o ki en iyisi dil öğrenmek. Yabancılarla konuşurken kimseye muhtaç kalmamak.

Biz yirmi yılda one minute’den two minutes’e gelemedik!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi