OTOKRASİ Mİ DEMOKRASİ Mİ?

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hamlesinin arkasından bugün 50. gününe ulaşan savaş uluslararası hukuku fiili olarak ortadan kaldırdığı gibi, demokrasi arayışlarını da olumsuz etkiledi.

Almanya’da uzun sayılabilecek bir aradan sonra Yeşiller ve Liberallerin desteğinde, Sosyal Demokrat Olaf Scholz’un Başbakanlığında yeni hükümet kurulunca demokrasi lehine önemli bir hamlenin öne çıkması ve diğer ülkeleri de etkileme olasılığı öne çıkmıştı. Savaş süreci bunu tam tersine çevirdi. Demokrasi istemi, uluslararası hukuk, anti-militarizm yaklaşımları belirsiz bir döneme kadar “rafa” kaktı! Dünün otokratları “daha da güçlü” otokratlar olarak öne çıkarken, dünün demokratları da bir anda demokrat kimliklerini “unutarak” otokrat oluverdiler!

Dünyada benzer bir süreç 1. Dünya Savaşı başlarken de yaşanmıştı; Dünya birinci dünya savaşına giderken sağcı partilerin “doğaları gereği” savaşı desteklemeleri beklenen bir gelişmeydi ve öyle de oldu. Asıl sorun sol da yaşandı. Rusya ve Balkanlar’daki birkaç sol, sosyalist parti hariç, Almanya Sosyal Demokrat Partisi başta olmak üzere birçok sosyalist parti “kendi ülkeleri lehine” savaşa destek verdiler. Rusya’da Vladimir İlyic Lenin, Almanya’da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Fransa’da Jean Jaures gibi önemli siyasi aktörler savaşa karşı çıksalar da çoğunluk savaşı destekledi. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde savaş karşıtları öldürülürken, Lenin Ekim 1917 Rusya’sında devrim yaptı. 1. Dünya Savaşı sonunda üç imparatorluk (Osmanlı, Rus ve Avusturya-Macaristan) çökerken, savaş sonrası demokrasi-otokrasi mücadelesinde Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist hareketler büyüdü ve birincisinden daha büyük bir savaş 1939’da başladı.

Birincisinden 108, ikincisinden 83 yıl sonra, ders almak bir yana dünya yeniden adı tam konulmamış olsa da ciddi bir savaşın, daha da önemlisi hukuku ve demokrasiyi yok etmenin eşiğinde. Bütün dünyanın faşizmin ve savaşın dehşet sonuçlarından dolayı 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul ettiği 30 maddelik “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” ya da 3 Eylül 1953’te yürürlüğe giren “İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi” hızla anlamlarını yitiriyor.

İnsanı merkeze alan yaklaşımları devre dışı bırakan, gücü ve otoriteyi öne çıkaran, evrensel hukuku önemsiz gören ve gösteren, göçmenler üzerinden yeniden “üst kimlikleri” tarif etmeye çalışan, lafını etse de demokrasiyi reddeden güvenlikçiliği, militarizmi öne çıkaran, nefret söyleminden beslenen otokrat bir anlayış öne çıkıyor.

Almanya’da SPD, Yeşiller ve Liberaller’den oluşan koalisyonun şimdilerde adına “savunma sanayi” denen ama gerçekte silahlanma ve militarizm olan alana 100 milyar Euro bütçe ayırma kararı bu nedenle çok dikkat çekici ve tehlikeli.

Almanya savaş karşısında barışı öne çıkarma yerine daha çok silahlanmayı tercih ediyor. Durum böyle olunca demokrasi yalnızca “lafta kalma” tehlikesi yaşıyor. Nitekim Almanya’nın önemli kurumlarından Allensbach’ın yaptığı bir araştırmaya göre ankete katılan Almanların yüzde 31’i, Alman siyasetinin belirlenmesinde vatandaşların söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını belirttikleri gibi Almanya’da “sahte bir demokraside yaşadıkları” düşünüyorlar. Ankete katılanların yüzde 28’i de Almanya’daki demokratik sistemin “temelden değiştirilmesi gerektiğini” düşünüyor. Tehlikeli olan bu “düşünüş” sistemin demokratikleşmesine yönelik değil, daha otoriterleşmeye yönelik! Nitekim bu anlayış ve arayış, klasik Alman Neo Nazi partilerinin ve AfD’nin dışında, onların da desteğini de alarak Covid-19 sürecinde aşıya karşı çıkışla başlayan ve binlerce insanla buluşan, aşırı sağcı ve anti-semitist “Querdenker Hareketi”ni (Aykırı Düşünenler) büyütmüş durumda.

“Devlet olanaklarını kullandı, seçim sistemini değiştirdi, muhalefetin adayı da doğru bir isim değildi” gibi haklı gerekçeler öne çıkarılsa da Macaristan’da kuvvetler ayrılığını reddeden, devlet kurumlarının tarafsızlığını ortadan kaldıran, kendi çevresini hızla zenginleştiren, yolsuzluklara göz yuman, halkı kutuplaştıran, muhalefet AB ve NATO vurgusu yaparken Putin’e yakın duran Orban seçimi açık ara kazandı. Benzer bir gelişme de Sırbistan’da oldu; Sağcı ve otoriter eğilimi temsil eden Vucic seçimi kazandı.

Geçtiğimiz hafta Fransa’da yapılan ve 12 adayın yarıştığı seçimlerin birinci turunda da sağı, otoriteyi, güvenlikçi politikaları öne çıkaran, Macron ve Le Pen ikinci tura kaldılar.

1798 devrimin sembol kavramları, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” slogan olarak pankartlarda ve raflarda yerini korusa da Fransa “çok kültürlü ve cumhuriyetçi çizgiden hızla uzaklaşan, azınlıklara, göçmenlere tavır almanın, dışlanmanın “olağanlaştığı” ırkçı ve popülist siyasetin gündemi belirlediği bir ülkeye dönüştü.

Geniş bir sol ittifakı temsil eden Boyun Eğmeyen Fransa Partisi adayı Melenchon Fransa’daki seçimlerde yüzde 21,95 ile yarışı üçüncü tamamlarken, Macron yüzde 27,84 ile yarışı birinci tamamladı. Aşırı sağın en önemli iki adayın oy toplamı ise (Le Pen ve Eric Zemmour) yüzde 30’u aştı.

Demokrasinin önemsizleştirilmeye çalışıldığı, sağcılaşmanın, savaşın, otoriter yaklaşımların, göçmen karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının yükseldiği ve sandıkta karşılık bulduğu bir dönemde Türkiye’de yapılacak seçimler demokrasi adına yeni bir model yaratma açısından daha da önemli bir hale gelmiştir. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye seçmeni de demokrasi ve otokrasi arasında seçim yapacak. Türkiye muhalefeti demokrasiyi öne çıkararak seçimi kazanırsa yalnız bölgemizde değil, Avrupa’da da örnek ülke haline gelebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Necdet Saraç Arşivi