Özgürlük, adalet, demokrasi karın doyurur mu?

Karnını doyurmak temel ihtiyaç da özgürlük, adalet ve demokrasi ikincil hatta üçüncül ihtiyaçlar mı? Avcı toplayıcı dönemden kalma o temel ihtiyacımız zamanla gelişen, “modern”leşen insanla birlikte evrilip şekil değiştirmedi mi? Biz neden hâlâ karnımızın doymasını özgürlüklerimizden ve adil bir sistemin varlığından daha önde tutuyoruz? Neden hâlâ bir dilim ekmek uğruna oy verip sonra da o bir dilim ekmeğe muhtaç kalıyoruz?

Başlıktaki sorunun en son kısmı, yani “karın doyurur mu?” bölümü, insanın en temel ihtiyacını dile getiriyor gibi görünse de aslında daha geniş anlamda bir ekonomi vurgusu yapıyor. Bu, en temel insan ihtiyacını bir metafor olarak kullanıp ekonomik durumu ifade etmektir aslında. Ama bunu bir metafor olarak anlamak için ‘akıl’ı merkeze koymuş bir halk olmanız gerekir. Demokrasi eliyle kendinizi yönetirken aklınızı kullanmalısınız. Akılla sizin kurduğunuz ve yönettiğiniz sitem liyakat ve ahlak sahibi bürokrat ve siyasetçiler yetiştirmeli. Fakat maalesef bizimki gibi ülkelerde bu söylem bir metafor değil, hayatın bir gerçeği olarak çıkıyor karşımıza. Yani “karın doyması” bizde ekonomik refahı değil, gerçekten yemek yiyebilme eylemini ifade ediyor.

Evet… Sizin de anladığı gibi bugün biraz ekonomiden söz edeceğiz. Ben bir ekonomist değilim. Açıkçası bu alanda ahkâm kesmek bana düşmez. Liyakatin çok önemli olduğuna inanan bir insan olarak bundan kaçınırım da. Ama öyle şeyler yaşıyor, öyle şeylere şahit oluyoruz ki günü değerlendirebilmek için ekonomist olmaya hiç gerek yok. Mercimek kadar beynim, mevcut durumu analiz etmeye yeter de artar bile. Zaten öyle büyük ekonomi teorilerinden, ekonomi kurallarından bahsetmeyeceğim. İşin o kısmını elini kolunu iktidara kaptırmamış, oradan nemalanmayan özgür ekonomistler yapıyor zaten.

TARİH NE DİYOR?

Benim merak ettiğim şey şu: İktidarları yıkan şey neden çoğunlukla ekonomi? Yani siyasi erk diğer alanlarda hatalar yaptığında zarar görmüyor da neden ekonomide hatalar yapınca demokratik hükümetler hatta bırakın demokrasiyi tiranlar bile devriliyor? Biraz tarih okuduğumuzda bu gerçek apaçık çıkıyor karşımıza. Örneğin Antik Yunan’da aristokratlar hükümetteyken halk haksızlığa uğruyor, eziliyor ve sonuç olarak hak ettiği ekonomik refaha kavuşamıyordu. Halkın isyanı ve Solon’un halk lehine yaptığı reformlar sonucunda oligarşik bir sistem olan aristokrasi yıkıldı ve kısa bir tiranlığın ardından demokrasi, yani halkın iktidarı hâkim oldu. Fransız Devrimi’ne baktığınızda da temelinde yine halkın ekonomik sorunlarının yattığını görmüyor muyuz? Yeniçerilerin padişaha karşı ayaklanmaları da hep ekonomik sebeplerden olmadı mı?

Ama tüm bu örnekler içerisinde yukarıdaki bir detay çok önemli. O da aristokrasiden demokrasiye geçerken Yunan halkının kısa bir süre de olsa bir tiran yönetiminde yaşamış olması. Halka hak ettiğini kısman de olsa veren Solon reformlarına rağmen Peistratos isimli bir adam geldi, o halkı yalanlarıyla kandırdı ve Atina’yı yöneten bir tiran olarak tarihe geçti. Yalanlarıyla halkı kandırdı ama ekonomiyi güçlendirmek için önemli adımlar da attı. Tarıma ve ticarete önem verdi, ihtiyaç sahiplerine toprak ve borç para verdi, aristokratların kontrolündeki su kaynaklarını kamusallaştırıp halka açtı ve tabii halkı etkileyecek en önemli şeyi, yani inancı da unutmadı. Athena tapınağını yeniden ve çok daha görkemli bir şekilde inşa etmeye başladı. Çok açık ki halkın nabzına göre şerbet vermeyi bilecek kadar kurnaz bir adamdı. Asıl amacı tabii ki kaşıkla verip kepçeyle almaktı. Halk da kaşığa razı olduğu için, bir anlamda kaşıkla karnı doyduğu için kepçeyle gideni önemsemedi. Yani “karın tokluğu” uğruna özgürlüğü, adaleti ve demokrasiyi feda etti.

TEMEL İHTİYACIMIZ AÇLIK GİDERMEK Mİ?

Bu aşamada başka bir soru geliyor insanın aklına. Karnını doyurmak temel ihtiyaç da özgürlük, adalet ve demokrasi ikincil hatta üçüncül ihtiyaçlar mı? Avcı toplayıcı dönemden kalma o temel ihtiyacımız zamanla gelişen, “modern”leşen insanla birlikte evrilip şekil değiştirmedi mi? Biz neden hâlâ karnımızın doymasını özgürlüklerimizden ve adil bir sistemin varlığından daha önde tutuyoruz? Neden hâlâ bir dilim ekmek uğruna oy verip sonra da o bir dilim ekmeğe muhtaç kalıyoruz?

Artık sağır sulatan bile duydu ki özgürlüklerin, adaletin ve demokrasinin varlığı ekonomik refah için (karın doyurma seviyesinde bile olsa) olmazsa olmaz bir koşul. Aklıselim ekonomistler bu kavramları yaşatmazsak ekonominin düzlükte olması mümkün değil diye bas bas bağırıyor. Çünkü mevcut kapitalist sistem diyor ki yerli ve yabancı yatırım gerekli. Ne işe yarar bu yatırımlar? Mal veya hizmet üretir. Bunları üretebilmek için de çalışanlara ihtiyaç duyar. Yani istihdam sağlar. Bu sayede o yatırımın yapıldığı ülkelerin vatandaşları iş sahibi, aş sahibi olurlar. Peki yatırımcı parasını istihdam sağlayacak bir işe yatırmak için hangi koşulları arar? Tabii ki yaptığı yatırımın karşılığını alabileceği, parasına para katabileceği koşulları. Eğer demokratik bir ülke olduğunuzu iddia ediyorsanız bu koşulların içerisinde özgürlük, adalet ve iddianın ötesinde, gözle görülür bir demokratik sisteme sahip olmanız gerekir. Monarşik bir sisteminiz varsa da gelir o yatırımcı. Ama kendisine özel kurallar, kanunlar, yani kapitülasyonlar ister. Sizin halkınızı da emekçi olarak değil, köle olarak kullanır.

Biz madem demokratik bir sisteme sahip olduğumuz iddiasındayız, o halde ilk örnek üzerinden ilerleyelim. Mesela, aklını kullanan bir yatırımcı ülkede adalet yoksa, kanunlar hukuk kurallarıyla değil de siyasi erkin isteği doğrultusunda işliyorsa, o adaletsizliğin bir gün kendisi ve yatırımı için de geçerli olabileceği riskini almaz, ülkenize de yatırım yapmaz. Özgürlük yoksa kendisi ve çalışanları için de bu durumun geçerli olma ihtimalini göze alamaz ve parasını sizin ülkenizdeki bir işe yatırmaz. Seçimlerinde aklını değil de duygularını kullanan halkınızı “…seçim yapılıyor memlekette, demek ki demokrasi de var” sözüyle kandırabilirsiniz. Ama yatırımcı aklını kullanır ve onu kandıramazsınız. Seçim dışındaki demokrasi şartlarının yerine getirilmediğini gördüğünde, yalanlar üzerine kurulu bir sistemin içerisine dahil olmaktan, yani o ülkeye yatırım yapmaktan çekinir. Çünkü o yalanların kendisine ve yatırımına zarar verebileceğini bilir. Sonuç: Yatırım alamadığı için ekonomik krizi derinleşen bir ülke, istihdam olmadığı için fakirliği iyice artan ve ekonomik refahı karın tokluğuyla tanımlayan bir halk.

EKONOMİ SADECE EKONOMİ Mİ?

Bu akıl yürütme bize diyor ki, bugün yaşadığımız o çok derin ve giderek de derinleşecek olan krizin nedeni sadece ekonominin kötü ve akıl dışı yönetilmesinden kaynaklanmıyor. Bunun gazetecilerin, fikir insanlarının özgürlüklerini kaybetmesiyle ilgisi var. Soma’da madende, Çorlu’da hızlı trende yaşananlarla ve sonrası adaletin bir türlü sağlanamamasıyla, AİHM’nin kararına rağmen Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın hâlâ tutuklu olmasıyla birebir ilgisi var. Hatırlayın… Yandaş televizyon kanalını mahalle kahvehanesi gibi kullanan milletvekili Mehmet Galip Ensarioğlu “Yasama bizde, yargı bizde, yürütme bizde, her şey bizde. Şimdi bizim Ak Parti hükümetini denetlemek gibi bir şeyimiz olabilir mi?” demişti. Onu desteklemek için aynı kahvehane üslubunu devam ettiren anayasa profesörü bile olabilmiş Burhan Kuzu da “oğlan bizim, kız bizim, niye denetleyelim ya…” demişti. İşte ekonominin bugünkü içler acısı haliyle demokrasiyi ayaklar altına alan bu zihniyetin çok yakından ilgisi var. Böyle bir ortamda hangi ekonomik refahtan, kimin karın tokluğundan söz edilebilir?

KENDİ PARADOKSUMUZU YARATIYORUZ.

Şimdi gelin, yazının başlığını tekrar okuyalım. “Özgürlük, adalet, demokrasi karın doyurur mu?” Cevabımız evet ise bence bu soruyu sandık başında tekrar sormalıyız kendimize. Yok hayır diyorsak da bilelim ki Peistratos’un Yunanlarından daha kötü durumdayız. Onlar karın toklukları uğruna özgürlüklerini, adaleti ve demokrasiyi feda ettiler. Bizim bugün aynı tavırda olmamız ise karın tokluğu uğruna karın tokluğumuzu feda ettiğimiz bir paradoks olabilir ancak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi