PLATON’UN “MAĞARASI”NDAN DİJİTAL “MAĞARA”YA…

Arama motorlarından sosyal medyaya, video izleme portallarından film ve dizi platformlarına, oyunlardan kendi evimize giderken bile kullandığımız navigasyon uygulamalarına… Bu büyülü dünya sonsuz bir özgürlük alanı mı, yoksa bize özgürlük adı altında pazarlanan yeni bir kölelik modeli mi?

Platon “Mağara” benzetmesini yaparken bugünleri öngörerek yapmadı kuşkusuz. Ama öyle evrensel bir tespit yamıştı ki bir türlü çıkamadık o “Mağara”dan. Aslında modernizmle bir ara kafamızı dışarıya uzatır gibi olduk da… Sonra postmodernizmle yeniden girdik içeriye. Hem de bile isteye, güle oynaya, mutlu mesut bir şekilde.

Platon, “Mağara” benzetmesinde doğuştan zincirli esirleri anlatır. Nesnelerin imgeleri ateşten gelen bir ışık kaynağının önünde durur ve ve gölgeleri duvara yansır. İmgeler idealar dünyasındaki gerçeğin taklididir aslında. Duvara vuran gölgelerse taklidin taklidi, suyunun suyu olan gerçekten iyice uzaklaşmış görüntülerdir sadece. İşte bu zincirli esirler, o gölgelere bakarlar hayatları boyunca. Hakikat, esirler için o gölgelerden ibarettir.

Bugün yaşadığımız dünyanın, neredeyse 2.500 sene önce tarif edilmiş “Mağara”dan ne kadar farkı var? Sosyal medyada paylaştığımız fotoğraflar, yazılar gerçek hayatımızın hakikatten uzaklaşmış gölgeleri değil mi? Biz de o esirler gibi bütün gün bu gölgelere bakmıyor muyuz? Hatta kendi gölgelerimizi yansıtıp, aldıkları beğeni oranında mutlu ya da mutsuz olmuyor muyuz? Arkadaşlarımızın duvarlarına çiviyle olmasa da klavyeyle yazılar yazıp bırakmıyor muyuz? O duvarlara mağara resimlerinden hallice görüntüler saçmıyor muyuz? Teknoloji ilerliyor, teknik gelişiyor ama yaptığımız şeyin özü değişmiyor. Daha hızlı yapıyoruz, daha kolay yapıyoruz, hepimiz yapıyoruz, ama aslında aynı şeyi yapıyoruz.

“Ne olmuş gölgelere bakıyorsak? Platon’a göre bizim gerçek saydığımız masa, sandalye de idealardakinin taklidi değil mi? Hatta biz bile idealardaki insan kavramının bir taklidi değil miyiz?” diyebilirsiniz. Bütün gerçekliğin idealarda olduğunu var sayan Platon’un gözünden bakarsak “ulaşabildiğimiz hakikate en yakın şey zaten o imgeler değil mi? Ha imgeye bakmışım ha gölgesine…” de diyebilirsiniz. “Hem biz böyle mutluyuz. Teknolojimiz var, her şeye rahatça ulaşıyoruz. Karıştırma şimdi ortalığı.” da diyebilirsiniz. Zamanın ruhuna baktığımızda haklı da olursunuz. Ben de zaten teknolojiden nefret edelim, uzak duralım demiyorum. Birazcık olsun şüphe edelim, teknolojinin nimetleriyle kendimizi uyuşturup hakikati gölgelemesine izin vermeyelim diyorum. Bize müthiş bir özgürlük alanı açtığını söyleyen teknolojinin aslında bizi sürekli gözetlediğini; aldığımız nefesi, attığımız adımı saydığını unutmayalım diyorum. Kendimizi bu kadar teslim ettiğimiz teknolojinin arkasına hiç göremediğimiz niyetlerin saklanabilme olasılığını göz ardı etmeyelim diyorum.

Gideceğimiz yere bizi en trafiksiz yoldan, en hızlı ve kolay şekilde götüren navigasyon uygulamasını hepimiz “bedava” kullanıyoruz. Peki bedava diye bedel ödemiyor muyuz? Her sabah aynı saatte evden çıkıp arabamıza ya da toplu taşıma aracına biniyoruz ve telefonumuz bize “45 dakika sonra iş yerinde olacağımızı” söylüyor. Nerede olduğumuzu, ne amaçla evden çıktığımızı ve nereye gideceğimizi biliyor olmasına sadece “ne büyük hizmet” diye mi bakıyoruz? İçimizde azıcık da olsa “büyük ağabey beni gözetliyor” hissi uyanmıyor mu?

Eşimizle evde yalnızken “şu perdeleri değiştirelim artık” diye konuştuktan iki dakika sonra, telefonumuza perde markalarının reklamları yağmaya başlayınca “bir dakika ya… yalnız değilmişiz” düşüncesi geçmiyor mu aklımızdan?

Aşıların içine çip koymuşlar, bizi takip edeceklermiş… Ne hacet? Hacetimizi giderirken bile yanımızdan ayırmadığımız telefonumuz var ya… O çip yıllardır o telefonun içinde zaten.

Bilirsiniz… “Bir ürün bedavaysa ürün sensin” diye söylene söylene klişeleşmiş bir söz var. Şimdi onu bir adım öteye götüreceğim. Sosyal medyada fotoğraflarımızı, fikirlerimizi, şakalarımızı “özgürce” paylaşıp duruyoruz. Bu özgürlüğün verdiği rahatlıkla bedavadan iletişim kuruyor, eğleniyoruz. Ama işin şu tarafını hiç görmüyoruz. Bu platformları bize bedavadan açanlar için paylaştığımız her şey bir veri. Bu verileri toplayıp işliyor, bilgiye dönüştürüp satıyorlar. Biz de aldığımız bu haz ve eğlence uğruna yeni veriler üretmeye devam ediyoruz. Sosyal medya fenomenlerini işin dışında tutarak soruyorum. Yaptığı paylaşım, yani ürettiği veri karşılığında para kazanan var mı? Yok. O zaman bilelim ki yaptığımız her paylaşım, aslında o platformların para kazanması için ürettiğiniz birer veri. Yani “bedava hizmet sunuyoruz” adı altında aslında bizi bedavaya çalıştırıyorlar. Buyrun size eğlence “gölgesi”nin arkasındaki hakikat.

Karşılığını almadan üretmek neresinden baksanız esirliğin de ötesinde, kölelik değil mi? Eski çağdaki köleler, emekleri karşılığında yemek ve barınacak yer alıyorlardı. Biz ne alıyoruz? Bedava iletişim hakkı mı? Eğlence mi? İstediğimizi söyleyebilme özgürlüğü mü?

Platon’un “Mağarası”ndaki esirler hiç hareket edemeyecek şekilde zincirlenmişlerdi ve gölgelere bakmaya zorlanıyorlardı. Biz ise kendimizi özgür zannediyoruz ve hatta o gölgeleri kendimiz üretiyoruz. Ama farkında olmasak da zamanın ruhu bizi yine o gölgelere bakmaya zorluyor. Yine de o esirlerden bir farkımız var. Ama bu fark olumlu mu, olumsuz mu siz karar verin. Platon’un “Mağara”sında yaşayanlar doğuştan esirdi. Dışarıdaki ışığı hiç görmedikleri için tüm hakikatleri o gölgelerden ibaretti. Biz ise modernizmle aklımızı kullanmaya başlayıp dışarıya çıktık ve aydınlığı, yani hakikati gördük. Ama sonra bile isteye, eğlence uğruna, mutluluk uğruna aklımızı kurban ettik ve gönüllü esirler olarak geri döndük o mağaraya.

İnsan Homo erectus’tan Homo sapiens’e, oradan da Homo digitalis’e kadar pek çok evrim durağından geçti. Ama galiba mağara sevdası hiç bitmedi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi