POSTMODERN DOMATESLERİN SİMÜLATİF DÜNYASINDA POST-TRUTH TARTIŞMAK

Büyüsü bozulmuş, her gün daha fazla McDonaldlaştırılan bu gösteri toplumunda, demirden kafesin içinde dönüp duruyoruz. Panoptik bir dünya burası.Ve biz Orwellcı bir distopyaya doğru mu Huxleyci bir distopyaya doğru mu gittiğimizi tartışıyoruz.

                Yıllar sonra oturdum ve Wachowski kardeşlerin kült filmi Matrix’i bir kez daha izledim. Öncesinde olduğu gibi bunda da sadece ilk filmi. 

                Sonrakileri değil.

                Neo’nun uyanış sahnesi yine çok etkiledi beni. Çiğ Güneş ışığının gerçekliğinde gözleri kamaşan Platon’un mağara adamı gibiydi. Daha önce hiç kullanmadığı gözleri acıyor, gerçeğin kabullenmesi zor acılığı yanında tekrar uyumak, uyuşmak arzusuyla savaşıyordu.

                Matrix’i ve Neo’yu aklıma düşüren yer çekimi değildi elbette (Yılmaz Erdoğan’ın kulakları çınlasın). Her şey elimdeki Post-Truth konulu eserlerden yolan çıkan bir milyonuncu “Post-Truth” yazısı kaleme alma arzusuyla başladı. Pasajlar Dergisi’nin “Post-Truth Çağı” sayısından Kakutani’nin “Hakikatin Ölümü-Trump Çağında Yalancılık Sanatı” kitabına, oradan McIntyre’ın “Hakikat-Sonrası”na savruldum. Kütüphanemi kurcalayınca Yalın Alpay’ın “Yalanın Siyaseti” kitabını, Bill Fawcett’ın Tarih Boyunca Yalan ve Propaganda’sını, Hector McDonald’ın Hangi Doğrusu’nu ve Varlık Dergisi’nin Mayıs 2017’de işlediği “Post-Gerçek: Yeni Bir Kavram, Yeni Bir Dünya” sayısını buldum. Bunları ve internette ulaştığım makaleleri dikkatli dikkatli inceleyip notlar alırken bir şey oldu. 

                Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oldu!

Tavşanı takip et!

                Okuduklarım, not aldıklarım, altını çizdiklerim, üstünü karaladıklarım beni önce Matrix’e ve Neo’ya, oradan da Baudrillard’a taşıdı. Sonra bir bakmışım düşünce evreninde savruluyorum. Platon’un mağarasının kapısında dikilmiş, “Atina uyuşuk bir at ve ben de onu uyandırmaya çalışan at sineğiyim” diyen Sokrates’le konuşuyorum. Elimde de ilk kez lise sondayken okuyup sonrasında müteakip defalar elime aldığım Sofi’nin Dünyası kitabı var (Felsefe üzerine yazılmış onca eser varken bula bula onu mu buldun demeyin; felsefeye giriş ve genç dimağlara bu mecrayı sevdirmek için ondan daha uygununu görmedim.)

                İnsanı ve onu felsefeye sürükleyen süreçleri harika bir Sihirbaz-Tavşan metaforuyla anlatan kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum izniniz olursa;

                “...Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük olduğu için bu sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en tepesinde çocuklar dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl yapıldığına şaşabilecek bir konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün diplerine doğru sokulurlar. Ve orada kalırlar. Burası öyle rahattır ki bir daha asla kürkün ince kıllarına tırmanmaya cesaret edemezler. Yalnızca filozoflar dilin ve varoluşun en uç sınırlarına giden bu tehlikeli yola çıkmaya cesaret ederler. Bazıları diğerlerine yetişemeyip geri kalsa da, bir çoğu tavşanın ince tüylerine sıkıca tutunup, aşağıda tavşanın yumuşak derisine yayılmış yiyip içerek yan gelip yatanIara seslenirler: 

                - ‘Baylar bayanlar, derler. Boş bir evrende dönüp duruyoruz!’

Ama kürkün dibindekiler filozofların dedikleriyle ilgilenmezler.

                - ‘Aman, ne gürültü edip duruyorlar bunlar böyle!’ derler. Sonra da konuşmalarına devam ederler: ‘Yağı uzatır mısın lütfen? Hisse senetleri ne kadar yükselmiş bugün? Domatesin kilosu kaça? Lady Di'nin bir çocuğu daha olacakmış, duydunuz mu?”

                Kitaptaki bu bölüm ilk okuduğumdan beri hiç çıkmadı aklımdan. Morpheus’un mavi ve kırmızı hap seçenekleri gibi okuyucuya iki yol sunuyordu Norveçli yazar Jostein Gaarder. Ya tavşanın tüylerine tırmanıp gerçeğin peşine düşersiniz, ya da tüylerin sıcacık dibinde hakikatten uzakta domatesin kilosu, hisse senedinin değeri ile uğraşırsınız.

Bulantı

                Bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığı hissi hiç peşimi bırakmadı. Merak ettikçe, okuyup araştırdıkça Antik Yunan’a kadar gittim. Mitolojilerden Tanrı’yı yaşamın merkezine alan Orta Çağ dünyasına, oradan insanı ve aklı merkez edinen Aydınlanma Dönemine  ulaştım. Modernizm çıktı sonra karşıma; üretimin yüceltildiği, çalışmanın ibadet sayıldığı ve Püriten Ahlakın dünyaya yayıldığı bol Sanayili Devrimli yıllar. Henry Ford’la,  Frederick Winslow Taylor’la tanıştım. İnsanın nasıl bir makineye dönüştürülebileceğine şahit oldum. Weber’in “Demir Kafesi” ile karşılaşıp, bürokrasinin neler yapabileceğine şahit oldum. Hannah Arendt’le Kötülüğün Sıradanlığı’na, Jonathan Crary’nin 7/24 Geç Kapitalizm’i ile nasıl uykularımıza da göz dikildiğine şahit oldum. Marc Wittmann Hissedilen Zaman’ın nasıl allak bullak edildiğini fısıldadı kulağıma ve Kore’li  Byung Chul-Han anlattı bugün neden “Şeffaflık” ve “Yorgunluk” toplumu olduğumuzu. Adorno’yla, Polanyi’yle, Bauman’la, Debord’la, Sennet’le, Berman’la tanıştım. Yazıyı yazdığım gecenin bu geç saatinde yolculuğum boyunca okuduğum, tanıştığım, bana bir şeyler anlatan pek çok yazarın, kitabın, makalenin adını hatırlayamasam da okuduklarım içimde geçmeyen bu sıkıntının, bu bitmek bilmeyen “Bulantı”nın bugünün yaşam şartlarında normal olduğunu söyledi bana. İnsanın kendine karşı “Yabancı” kalmaması mümkün mü ya bu simülasyonun içinde?

                Büyüsü bozulmuş, her gün daha fazla McDonaldlaştırılan bu gösteri toplumunda, demirden kafesin içinde dönüp duruyoruz. Panoptik bir dünya burası.Ve biz Orwellcı bir distopyaya doğru mu Huxleyci bir distopyaya doğru mu gittiğimizi tartışıyoruz. 

                Yıllar önce izlediğim bir belgesel geliyor aklıma. Kan emici bir yarasının avının bacağından küçük ısırıklarla onu uyuşturması ve lıkır lıkır kanını içmesi gitmiyor gözümün önünden. 

                “Tap” dediklerinde tapan, “Üret” dediklerinde üreten, “Yok şimdi de biraz tüket” dediklerinde tüketen, “Hadi biraz tatil yap” dediklerinde biraz tatil yapan, “Olmaz bu kadar yetmez, daha fazla tüketmen lazım” dediklerinde daha fazla tüketen, lıkır lıkır kanı içilen, sömürülen ama hepsinden acı bundan keyif alan bir topluluk olmak mıydı sonumuz? Gerçekliğin, değerlerin, insana ait ne varsa her şeyin eğilip büküldüğü, her şeyin içine sokuşturulduğu bu postmodern zamanda Post-Truth hakkında yazmak mı?

                Bilemiyorum Altan, bilemiyorum.

                ...

Gerçeğe gözlerini kapamış ,kulaklarını tıkamış, lal olmuş bu sessiz yığınların ortasında, tüketerek minik zevk patlamaları yaşamaktan, indirim zamanı, sipariş takibi, kargo yolu gözlemekten, tatilimizi, boş zamanımızı Ulu Kapitalizmin(!) istediği gibi geçirmekten, onun belirlediği hayat tarzını sürüp, çocuklarımızı onun istediği gibi yetiştirmekten başka ne görevimiz olabilir ki?

Sabah oluyor.

                Kahvaltı yapıyorum. Tabaktaki kırmızı, sulu şeyi çocukluğumdaki domatesleri hayal ederek çiğniyorum. Zihnim domates olmaktan uzak bu hormon bozması şeyin çocukluğumda suyunu içime çekmekten keyif aldığım hoş kokulu, leziz domateslerden biri olduğuna ikna etmeye çalışıyor beni. O esnada Türkiye’de yayın yapan bir gazetenin attığı tweet karşıma çıkıyor. Güya Alman  basınında ülkemizdeki ÖTV artışından Alman otomobil üreticilerinin nasıl kötü etkilendiğini anlatıyor. Erinmiyor internetten o Almanca yayını buluyor Türkçe’ye çeviriyorum. Ve bilin bakalım ne yazıyor. “Türkiye’nin Alman otomobil üreticileri için oldukça küçük bir pazar olması iyi...”

Burası Münih mi gardaş?

                Bunca sahteliğin ve yapaylığın ortasında ve belki de bir simülasyonun içindeyken Truth&Post-Truth diye kafa patlatmak...Gerçeğe gözlerini kapamış ,kulaklarını tıkamış, lal olmuş bu sessiz yığınların ortasında, tüketerek minik zevk patlamaları yaşamaktan, indirim zamanı, sipariş takibi, kargo yolu gözlemekten, tatilimizi, boş zamanımızı Ulu Kapitalizmin(!) istediği gibi geçirmekten, onun belirlediği hayat tarzını sürüp, çocuklarımızı onun istediği gibi yetiştirmekten başka ne görevimiz olabilir ki? Bunca yapaylığın ortasında, elimize tutuşturulan avuntu parçası oyuncakların parlak ekranlarına bakıp telefona gelen güncellemeyle eriştiğimiz yeni özelliklere sevinip; Müge’yle, Esra’yla ve Demet’le sarmalanmış ılıcalı bir dünyada, apartmanda, Çukurova’da ya da kırmızıya boyanmış odada yaşananlara ahlanıp vahlanırken, farkında olmadan bizi insan yapan değerlerimizden, doğamızdan her nefeste biraz daha kopuyor bu gösteri toplumunun, vıcık vıcık jölemsi, yapışkan havasını biraz daha, biraz daha ciğerlerimize dolduruyoruz. Gencecik bir çocuk “Kral çıplak!” diye bağırıp canıyla bedel ödediğinde kısa süreli bir bilinç şulesi geçiyor ancak gözümüzün önünden. -mış gibi yaşamanın sahte keyfine dalıp gerçeğin acılığına yüz çevirdiğimiz bu zamanda; bizi modernizmden postmodernizme taşıyan aktarmalı uçuşumuzun sonundan bizi gelip bıraktığı yer dini bütün kardeşlerimizin camilerle donattığı Münih değil. Aldanan, aldatılan, kanan, kandırılan ama sürekli hazzın ve sahtenin mutluluğuna meyleden bir dünyada  Matrix’in hazcı sahteliğine sığınan satıcı Cypher’in sözlerini hatırlıyorum sonra:

                “Biliyor musun ben bu bifteğin varolmadığını biliyorum.Onu ağzıma attığımda Matrix bana bu bifteğin sulu ve lezzetli olduğunu söyleyecek. Dokuz yıldan sonra neyi anladığımı biliyor musun? Cehalet mutluluktur.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi