Pür dikkatten tüy dikkate…Bize ne yapıyorlar böyle?

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Bir Yüreğin Ölümü, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Satranç gibi novellaları ile Türk okuyucusunun çok da uzak olmayan bir mazide keşfedip kısa sürede bağrına bastığı Alman yazar Stefan Zweig’in diğerleri kadar bilinmese de okuyanı farklı bir dünyaya taşıyacak öykülerinden biri de Sahaf Mendel’dir.

                Bu öyküde Zweig, kitaplarla çevrili dünyasında sessizce yaşayan Yahudi asıllı Galiçyalı sahaf ve kitap antikacısı Jakob Mendel’in ilginç, sade ve oldukça hüzünlü yaşamını anlatır okuyucuya. Kitaplara dair muhteşem bir hafızası vardır Mendel’in. “Kütüphanelerde, arşivlerde, sahaflarda aradığını bulamayan herkes ‘kitap sihirbazı ve simsarı’, tüm kitapların miraculum mundi'si olarak bilinen Mendel'de aradığını bulur.”**

                Kitap okurken dini bir ayindeymiş gibi kendinden geçer Mendel. Tüm dikkatini okuduğu kitaba veriyor, kitabı okumuyor yaşıyordur adeta. Bu durumu şu şekilde ifade eder Zweig: “Çünkü o, başkalarının dua ettiği, kumarbazların oyun oynadığı ve sarhoşların kendinden geçmiş bir halde gözlerini boşluğa diktiği gibi kendinden geçercesine okurdu, okumaya kendini öyle kaptırır, öyle kendini verirdi ki, onun okuyuşunu gördükten sonra başkalarının okumaları bana hiçbir anlam ifade etmez olmuştu.”

                Günümüz standartlarına göre bir hayli ilginç ve imkansız bir kahramandır Sahaf Mendel. Bugünün hız körlüğü yaşayan sabırsız insanlar dünyasında Mendel kadar dikkat vererek okuma yapmak, bırakın okumayı herhangi bir işe odaklanmak pek olası görünmüyor nicedir. Hayat inanılmaz hızlı giden bir trenin penceresinden bakıyormuşcasına önümüzden akıp gitmekte. Büyüsü bozulmuş dünyada gelinen nokta umulandan çok uzak. Çok farklı. Bugün yaşam obezitesine tutulmuşcasına, gördüğümüz, yaşadığımız, deneyimlediğimiz şeyleri, izlediğimiz filmi, okuduğumuz kitabı sindiremeden bir sonrakine geçiyoruz. Youtube videolarına yaptığımız gibi.

•••

                X ve Y kuşaklarının geçiş dönemine denk gelen doğum tarihimden midir bilemiyorum, ben bu zamanı hiç sevmedim. Etrafımızı çevreleyen onca ışıltılı oyuncağa, yüksek teknolojiye, bol megapiksele, eyçti’ye, ultra eyçti’ye, mp3 çalabilen buzdolabına, internetten kontrol edilen klimaya, şarjlı damacana pompasına, elektrikli tüy toplama makinasına, binlerce içeriği üzerimize kusan dijital platformlara, sürücüsüz otoya, akıllı süpürgeye kadar hayatımıza dahil edilen bunca şey çocukluğumun geçtiği o eski mahallede, aşı boyalı, ahşap, eski bir evde oturan Sakız Hanım’la Mahur Bey kadar anlamlı olamıyor benim için. Bunların, gençliğin hayalperest havailiğinden sıyrılan, orta yaş bunalımıyla boğuşan, geleceğe dair umutları azaldıkça geçmişe yüzünü dönen, orada teselli arayan bir “huysuz ihtiyar” adayının düşünceleri olduğuna da inanmıyorum.

                İnsanoğlunun büyük bir kırılma yaşadığını düşünüyorum. İnsana, insana ait olana, insanın özüne dokunan, çalan, bozan, kirleten, gaspeden arsız, hırsız ve acımasız bir sistemin içinde debelendiğimizi, kabus gören ama bir türlü uyanamayanlar gibi o karanlığın içinde amaçsızca çırpındığımızı hissediyorum.

                Bugün onca ışıltılı oyuncağa, yüksek teknolojiye, bol megapiksele, eyçti’ye, ultra eyçti’ye, mp3 çalabilen buzdolabına, internetten kontrol edilen klimaya, şarjlı damacana pompasına, elektrikli tüy toplama makinasına, binlerce içeriği üzerimize kusan dijital platformlara, sürücüsüz otoya, akıllı süpürgeye doğanlar insanlığın nasıl bir kırılma yaşadığını anlayamayacaklar. Zira böyle bir konu üzerinde düşünebilmelerine olanak sağlayan bir dikkatleri kalmayacak.

                Bizden bugün çalınan gereksiz tüketimle cebimizden çalınan para değil sadece. Dikkatimiz ve o dikkatle beraber zamanımızda çalınıyor.

                Hayatta sahip olup olabileceğimiz en değerli hazinemiz.

•••

                Bir önceki kitabı “Kaybolan Bağlar” ile modern yaşamda(!) neleri yitirmekte olduğumuzu, neyle karşı karşıya kaldığımızı bize hatırlatan Britanyalı yazar ve gazeteci Johann Eduard Hari son kitabı “Çalınan Dikkat” ile bir kez daha karşımızda.

                Kendi yaşamından yola çıkarak günümüz insanının hali ahvalini anlatan yazar, yapılan araştırmalarla üniversite öğrencilerinin ortalama altmış beş saniyede bir meşgul oldukları şeyden başka bir şeye geçtiğine; ofiste çalışan yetişkinlerin ise tek bir işle ortalama üç dakika meşgul olabildiğine dikkat çekiyor ve ekliyor “Aslına bakarsanız dikkatinizin üstüne günbegün asit boşaltan bir sistemin içinde yaşıyorsunuz.”

                Yazara göre özellikle internetin yaşamımıza girmesiyle birlikte enformasyon bombasın maruz kalıyoruz. Çevreden gelen onca enformasyon karşısındaki tutumumuz yangın hortumundan su içmeye çabalamak gibi tanımlanıyor kitapta. Ve tabii ne kadar çok enformasyon saçarsanız insanların üzerine, insanların o enformasyonun tek bir parçasına odaklanabilecekleri zaman da o denli azalıyor. Bu durumda beynimizin çoklu görev (multitasking) yaptığını düşünüyor, aynı anda birden fazla şeye odaklanabildiğimiz sanrısına kapılıyoruz. Televizyonda maç izlerken Instagram’ı, çocuğumuz okulda yaşadığı olayı anlatırken Twitter’ı, izlediğimiz film yavaşladığında story’leri takip ettiğimizde beynimize multitasking yaşattığımıza inanıyoruz. Oysa kitapta da vurgulandığı üzere bedenimizin aynı anda iki farklı yerde olamaması gibi dikkatimiz de aynı anda iki farklı yerde olamıyor. Sadece görevler arasında kısa süren geçişler yapıyoruz. Hari’ye göre bu geçişlerin sayısı arttıkça geçiş yapmaya çok fazla zaman harcadığımızdan aslında yavaşlıyoruz, daha çok hata yapıyoruz ve yaratıcılığımız solmaya başlıyor.

                Hari’nin çalınan dikkatimize dair bu hacimli ve ilginç bilgiler içeren kitabını okudukça aslında ne tür bir tezgâhın içerisinde kaldığımıza tanık oluyorsunuz. Pek çok kitabı okurken olduğu üzere bu kitabı okurken de dikkatimin ne denli kolay çalınabildiğine şahit oldum. Kitapta geçen bir yazarı yahut bir çalışmayı internetten araştırmak için kitabı masaya bırakıp telefonu elime aldığımda o ara gelen bildirim bombardımanına maruz kaldığımı, o mecradan bu mecraya sürüklenip on beş dakikaya varan kopuşlar yaşadığımı gördüm. Kitaba geri döndüğümdeyse onca zaman geçirmeme rağmen araştırmak istediğim şeye bakmadığımı fark ediyordum.

•••

                “Bağımlılık Çağı-Kötü Alışkanlıklar Nasıl Büyük Bir Sektöre Dönüştü?” kitabında Amerikalı yazar David T. Courtwright içinden geçtiğimiz bu süreci Limbik Kapitalizm olarak adlandırıp şöyle tanımlıyor: “Limbik kapitalizm, küresel endüstrilerin, genellikle onların suç ortağı olan hükümetlerin ve suç örgütlerinin yardımıyla aşırı tüketimi ve bağımlılığı teşvik eden teknolojik olarak gelişmiş ancak sosyal olarak gerileyen bir iş sistemini ifade eder. Bunu, serinkanlı düşünmeden farklı olarak, beynin duygulardan ve hızlı tepki vermekten sorumlu olan limbik sistemini hedef alarak yapar.”

                Çalınan Dikkat ve Bağımlılık Çağı kitapları birlikte okunduğunda sürekli eleştirilen, geçmişteki yaşıtlarıyla kıyaslanan, ümitvar olarak kabul edilmeyen günümüz gençliğinin nasıl bir süreçten geçerek bugünlere geldiğini daha iyi değerlendirebiliyorsunuz. Özellikle ekran bağımlılığının gençler üzerindeki etkisi yadsınamaz noktayı çoktan aştı. Bu durum herhangi bir işe dikkatini vermekte ve sabır göstermekte zorlanan, el becerisi geliştirme açısından çokça eksiği olan, sırf akademik başarıya odaklı eğitim sistemi içerisinde kutucuk karalamaktan resim, müzik vb. ile rafine zevkler edinmekten uzağa düşen gençlerin yaratılmasına neden oluyor.

                Bu duruma dikkat çekmek adına hazırladığım “Geleneksel Örgü Tekniğinin Modern Kültürde Yeri Ve Ekran Bağımlılığı İle Mücadeleye Etkisi” projesi için tarama yaparken Instagram’da rastladım Şule Alkış’a. Ekran bağımlılığına karşı araştırmada Instagram kullanmak ayrı bir ironi oldu benim için.

                2005 yılında Bilgisayar Programcılığı bölümünden mezun olan Alkış yazılım, web yazılım ve web tasarım konularında çalışmalar yapar. Ardından yapay zeka uzmanlığı eğitimi alır. “Bilgisayara, teknolojiye, bilhassa da yapay zeka ve yazılıma hâlâ meraklıyım ve hâlâ öğrenciyim lakin değişen dünya ile birlikte gördüklerim, işin hem mutfağında hem de vitrininde oluşumdan ötürü çok da memnun değilim. Biz, teknoloji denilen bu Güç'ü çok yanlış anladık, çok yanlış noktalara evrildik...” diyor ve kendini “Doğaya aşık, doğala meyleden, ilim kitaplarından bilim kitaplarına kadar çoğu paragrafın altını çizmiş cümlelerle sohbet eden, kendi dünyasında, motosikletleri ve ata binmeyi seven, yapay zeka ve kuantum bilgisayarlara meraklı ama bunu sorgulayarak ilerleyen, iki çocuk annesi, 90'lı yılların çocuğuyum ben.” şeklinde tanımlıyor.

                “Çalınan Dikkat” kitabında hikayelerine yer verilen eski Google çalışanı Tristan Harris ve ekrandaki kaydırma hareketinin mucidi Aza Raskin ya da ikisinden de daha çok ünlenen Edward Snowden gibi Şule Alkış da “işin mutfağında” gördüklerinden sonra bu durumu değiştirmek için çabalamaya başlıyor. Kendi çocuklarına küçük yaşta örgü örmeyi öğretiyor mesela. Çocuklarınıza neden bu tür bir çalışma yapma ihtiyacı duydunuz sorusuna şöyle cevap veriyor Alkış:

                “Çünkü ilk olarak, çocukluk dediğimiz çağın hakkını en son bizler verdik. Yıl 90'lı yıllardı. Bilhassa alfa kuşağı olmak üzere, Z kuşağından itibaren çocuklar çocukluk çağını yaşayamadılar. Ne acıdır ki kendileri bunun yokluğunun farkında bile değiller. Aileler de aynı şekilde. Burada bir kusur arayacaksak yalnızca teknolojiye suç atmak da doğru değil. Bu suçun büyük çoğunluğu biz Y kuşağında... Çünkü onlar sadece maddecilikte kaldı, şekilcilikte kaldı. Çünkü ezik duygular ve baskılar içindeydi çoğu ya da içleri boş bir, düşünce ve sorgudan yoksun bireyler oluşmuştu. Bu ne demek peki: Zengin, güzel, iyi, başarı, hedefe kitlenme, çok yeme, çok gezme gibi bu örnekler çoğaltılabilir ama bu maddelere yoğunlaştıkça denge şaşıldı çünkü maneviyat gitti. Maneviyat yalnızca din değildir. İnsanın içsel yolculuğu ve duygularını kontrol edebilme, yönlendirme, yönetebilme, iyileştirebilme ve dönüştürebilme, tanıma yeteneğidir. Nedenleri ve niçinleri anlayabilme, idrak edebilmedir. Zenginliğe odaklanırken hak gözetilmedi, güzele odaklanırken sahip olmak değil de başkalarının gözüne sokmak olarak ilerledi, iyi derken kötünün içindeki kanaat unutuldu, başarı derken ya da zeka derken akıl veya çaba unutuldu. Bunlar teknoloji ile daha da hızlandı. İşte tüm bunlar genel ve kısaca, kabaca ele alırsak değersizlik hissi ile de hızlandı. Ruh değil, beden ve bedenin istekleri göz önünde bulunduruldu…Çabayı bilmeli çocuklar. Ellerine, parmaklarına, içsel sanat zekasına şahit olmalılar. Kendi potansiyellerini görebilmeliler. Bu da medeniyetin doğuşu olan baş parmak ile mümkün. Diğer hayvanlardan farkımız baş parmağımız. Baş parmağımızı hem aklımız, hem yeteneklerimiz, hem de insan olma özelliklerimiz nedeniyle önemsemeli ve ellerimizi dokunsal ekranlardan çekip üretime geçecek, tüketim odaklı olmayan, ürün geliştiren ortamlarda geliştirmeliyiz. Bu işin görünen kısmı. Bir de görünmeyen kısmı var ki o da sabır, öz saygı, öz güven, sanat, akıl, icat, terapi, başarı, birlik gibi konular. Hobi basit bir şey değildir. El işi de basit bir şey değildir. İçinde çokça anlam taşır. Çokça geliştirir; gerek akademi yönden, gerek zihinsel yönden, gerek duygusal yönden. Küçümseyenler kördür.” 

•••

                Gerçek dünyada sanal alemdeki kadar like-beğeni-onay alamadıkça sanal dünyanın cazibesi daha çok artıyor. Gitgide kendi yarattığımız sahte vahada daha çok vakit geçirmek istiyoruz. Çünkü orası kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Özünden koparılan insan anlık zevk patlamalarının ardında, doğasına aykırı ortamda zorla tutulan canlılar gibi huzursuzlanıyor. Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) gibi vakaların sayısı hızla artıyor. Evveliyatını bilmeyen gençler neyle karşı karşıya olduklarını kestiremiyorlar ancak teknolojiye, ekranlara, limbik kapitalizme bu denli boğulmadan öncenin nasıl olduğunu bilenler haklı olarak tedirgin oluyor. Zira karşımızda duran gelecek Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı, Sanayi İnkılabı gibi insanı temel alan, ona hayata hükmetme şansını tanıyan bir teknoloji olmaktan ziyade insanı ve özünü değiştirmeye, metamorfoza uğratmaya niyetli, sonuçları kestirilemez bir bilinmez olarak korku veriyor.  

                Tüm bunların sonunda insan duruyor ve kendine soruyor…

                “Bize ne yapıyorlar böyle?

*Fotoğraf sanatçısı Gijsbert van der Wal bu fotoğrafı 2014 yılında çeker. Yer Amsterdamda Rijksmuseum.Fonda Rembrandt’ın dünyaca ünlü, enfes Gece Devriyesi” tablosu, önde gençler…

**Sahaf Mendel, Stefan Zweig.İş Bankası Yayınları. Çevirmen: Gülperi Sert

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi