Puslu Gri Bir Dünyaya Doğru

Dünyanın son hızla tekdüzeleşmeye gitmesinde insanların alışkanlıklarını korumak, kendilerini güvende hissetme arzusu yatıyor olmalı. Alıştığımız düzen (alıştırıldığımız mı demeliyim) nasıl olursa olsun çoğunca bize en doğrusu gibi geliyor. Başka bir şehre taşındığımızda sokak arası bakkallar/marketler yerine zincir marketleri arayışımızın da arkasında bu var. Güven duygusu arayışımızda ne yazık ki çeşitliliği kurban ediyoruz.

                İlk ne zaman duydum hatırlamıyorum.

                Ama bir tahminim var…

                Uzun yıllar öncesi…Kuzenimle, dededen kalma Alman malı teybin kayıt da yapabileceğini öğrenmiş, üzerinde “Rec” yazan düğmenin cazibesine kapılıvermişiz. Şarkılar söylüyor, şiveli konuşuyor, kaydettiğimiz sesleri dinledikçe kahkahalar atıp kendimizden geçiyoruz.

                İlk o zaman duymuş olmalıyım sesimin doğal halini. Yalın, çıplak ve olduğu gibi. Epeyce şaşırmıştım bu sese. Başka biri olmalıydı. Tıpatıp benim gibi konuşan ama ben olmayan biri.                             

                Uzun zaman teybin kayıt esnasında sesleri değiştirdiğine inandım. Zira bana ait olamazdı o ses. Sonra öğrendim ki konuştuğumuzda oluşan ses dalgaları dışarıdan gelen diğer sesler gibi tek bir kanaldan ulaşmazmış beynimize. Evet havada yayılan dalgalar kulağımıza ulaşıyor ve iç kısımda, kokleadaki tüy hücreleri tarafından algılanıyormuş ancak ses dalgalarını oluşturan ses telleri titreştiğinde bu titreşimler boynumuzdaki ve başımızdaki kemikler tarafından da iletilirmiş aynı zamanda. Kokleaya ulaşan bu titreşimlerin frekansı havada yayılan sesin frekansından daha düşük. İşte bu nedenle kendi sesimizi bu iki farklı yoldan ulaşan ses dalgalarının birleşimi şeklinde algılıyoruz. Ve bizim duyduğumuz kendi sesimizle diğerlerinin duyduğu ses çok farklı.

                Belli ki yaşamımın erken dönemlerinde ego gözlüklerinin ardından bakıyormuşum hayata. İnsan bu çemberi kıramadığı sürece herkesin kendisi gibi düşündüğüne, herkesin kendisi gibi inandığına, kendisi gibi duyduğuna ve bittabi kendisi gibi gördüğüne inanıyor. Parçalamak gerekiyor bu prangayı. Zenginliği, renkliliği görmek gerekiyor. Tıpkı iç dünyamızda bağrımıza bastığımız, alıştığımız sesimizin yalın ve çıplak halini dinlediğimizde dışardaki dünyaya dair inanışlarımızın değişmesi gibi bir kırılma.

Batı ayakkabına çamur bulaşmış

                İsrailli dil bilimci Guy Deutscher “Dilin Aynasından” kitabında buna değiniyor ve dünya üzerinden topladığı zengin örneklerle toplumlar, kültürler, düşünceler arasındaki farklılıkları dilin merceğinden yansıtarak şu sorulara cevap arıyor:

                “…dil bir toplumun kültürünü derin bir anlamda yansıtır mı?…farklı diller, o dilleri konuşanların farklı düşünmesine, dünyayı farklı algılamasına yol açabilir mi? Dilimiz, içinden dünyayı gördüğümüz bir mercek midir?”

                Deutscher’le beraber cevapları ararken kendimizi bir anda Victoria dönemi İngiltere’sinde buluruz. Karşımızda o dönemin en büyük siyasetçilerinden biri olan William Ewart Gladstone vardır ve biz onu bambaşka bir yönüyle tanımaya başlarız. Başbakanlık da yapan bu kurt politikacı aynı zamanda tam bir Homeros hayranıdır. Gladstone dize dize incelediği İlyada ve Odysseia’da farklı bir şeyler sezinlemiştir. İnsanlık tarihinin bu efsanevi şairinin renkleri tanımlarken oldukça kısır kaldığını, zayıf ve tekrar eden ifadeler kullandığını, her iki eserde de renklerin hak ettiği kadar canlı sunulmadığını düşünen Gladstone bu durumu renk farklarına duyarlılığın ancak daha yakın tarihlerde tam olarak gelişmiş bir yetenek olduğu fikriyle açıklar. Deutscher ise Gladstone’un bu yorumunu cebimize koyup renk adlandırmalarının dünya üzerinde ne denli farklı olduğunu Avrupa dillerinden kabile dillerine kadar uzanan geniş bir yelpazede ele alır. Böylece dil treni ile hem farklı coğrafyalarda hem de tarihin sararmış sayfalarında dolaşmaya başlarız. Deutscher bizi Guugu Yimithirr halkıyla da tanıştırır. Avustralya’nın kuzey kesiminde yaşayan ve ancak James Cook’un seferleri sonucu Avrupalıların tanıdığı bu halkın en büyük özelliği dilinde saklıdır. Guugu Yimithirr halkı bizim gibi sağ-sol, ön-arka kavramları yerine doğu, batı, kuzey, güney gibi yöne dayalı ifadeler kullanıyordur. Bizimki gibi yer belirtmede kendilerini merkeze almayan bu dilin bir benzerine Meksika’nın yüksek bölgelerinde yaşayan Tzeltal halkında da rastlanmıştır. Bu dili konuşanlarda şu ifadelere rastlamak gayet olasıdır:

                “Tahtanın doğu yönündekileri defterinize geçirin” ya da “Batı ayakkabına çamur bulaşmış.”

***

                Bugün modernitenin değirmeni bu tür kültürel ve doğal zenginlikleri öğütüp hep aynı ekmeği yapacağımız toplumsal standartlar karşımıza çıkarmakta. Dünya Deutscher’in vurguladığı gibi dilin aynasından değilse bile Batı kültürünün merceğinden kırıyor tüm ışığı. Renkler, dokular, tatlar, zevkler daha çok birbirine benziyor böylece. Hemen her alanda çeşitlilik kaybı yaşadığımız çok açık. “Dünyanın Tekdüzeleşmesi” kitabında Alman akademisyen Thomas Bauer bu duruma değinir. İnsan üretimi ürünlerde çeşitlilik algısı yaratılırken aslında doğanın sunduğu çeşitliliği katleden bir yapıya evrildik nicedir. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na göre 1970 ile 2005 yılları arasında biyolojik çeşitlilik yüzde 27 oranında azalmış görünüyor. Aynı sebepler kültürel zenginliği de etkilemiş durumda. Nesli Tükenmekte Olan Diller Derneği dünya çapında konuşulan yaklaşık 6500 dilin neredeyse üçte birinin önümüzdeki birkaç on yıl içinde kaybolacağını belirtmiştir. Sahte bir çeşitlilik evreninde devinen ama aslında giderek renkleri solan grileşen bir dünya bu. Televizyon kanallarının ve programlarının sayısının artması çeşitliliğin arttığı anlamına gelmiyor ne yazık ki, zira özünde hepsi birbirinin aynı olmuş durumda. Bauer bu noktada bizimle Stefan Zweig’in şu eşsiz tespitlerini paylaşıyor:

                “Son yıllardaki bütün yolculuğun en güçlü ruhsal izlenimi… Dünyanın monotonlaşmasından önceki sesiz çığlık. Dış dünyadaki yaşam biçimleri tekdüze hâle geliyor ve her şey tek tip bir kültürel şema üzerinde düzenleniyor. Halkların özgün gelenekleri yıpranıyor, giyim-kuşam tek tipe evriliyor, âdetler ve töreler ise küreselleşiyor. Ülkeler giderek daha fazla birbirine itiliyor gibi görünüyor, insanlar belli bir kalıba göre aktif ve canlı, şehirler de görünüşte birbirine giderek daha fazla benziyor… dış dünyadaki yaşam biçimlerinin tekdüzeliği hiçbir zaman son yıllarda olduğu kadar hızlı ve pervasızca hâkim olmamıştı… Bu durum, çağımızın belki de en yakıcı ve en

belirleyici olgusudur…Bunun neticesi olarak istemsizce ruhlar da birbirine benzer hâle geliyor, tekdüze indirgeyen dayatmalarla ruhlar artarak kitleselleşiyor, iyi görünmek uğruna kaslar geliştiriliyor ancak sinirler köreliyor. Yani bireyler kendi türünü kendi elleriyle yok ediyorlar.”

Antroposantrik Çağ

                Dünyanın son hızla tekdüzeleşmeye gitmesinde insanların alışkanlıklarını korumak, kendilerini güvende hissetme arzusu yatıyor olmalı. Alıştığımız düzen (alıştırıldığımız mı demeliyim) nasıl olursa olsun çoğunca bize en doğrusu gibi geliyor. Başka bir şehre taşındığımızda sokak arası bakkallar/marketler yerine zincir marketleri arayışımızın da arkasında bu var. Güven duygusu arayışımızda ne yazık ki çeşitliliği kurban ediyoruz.

                Bauer “Her zaman her şeyin açıklandığı ve sırların olmadığı, anlaşılmaz ve aşırı karmaşıklığın olmadığı bir dünyaya inanmaya kanalize edilen birçok insan, nihayetinde her şeyi kendilerinin anladığına inanır. Bu sebeple, (günümüzde) insanların her zaman her şey hakkında fikirleri vardır. Bir görüşe sahip olmak neredeyse bir zorunluluk hâline gelmiştir.” sözleriyle duruma farklı bir bakış açısı getirir.

                Sıradanlaşan ve renklerini yitiren puslu gri dünyada insanoğlu birörnek giyinen, birörnek beslenen; konuşması aynı, gülmesi aynı insanlara evriliyor ve pek çok kişi küçük egosantrik dünyasında herkesin kendisi gibi gördüğünü, kendisi gibi duyduğunu zannediyor. İnsanı yaşamın merkezine koyan antroposantrik düşünceyle kurulan bu sakat koalisyon ise, boğazına doladığı parmaklarını her an biraz daha sıkarak dünyanın nefesini kesmeye devam ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi