Renkler/Kırmızı

Son olarak “Türk kırmızısı” ya da diğer adıyla “Edirne kırmızısı”ndan söz edelim biraz. Özellikle ipeğe ve pamuğa uygulandığında uzun süre canlı kalan bir kırmızı bu. Osmanlı’da 15. yüzyıldan  başlayarak büyük bir ustalıkla üretilen bu kırmızı, belki de bütün doğal renkler içinde üretim adımları en uzun ve zahmetli olanı

Renkli bir dünyada yaşıyoruz, “renksiz” dediğimiz şeylerin bile bir rengi var. Renk, nesnelerden gözümüze yansıyan foton parçacığının dalga  boyuna -yani enerjisine- bağlı olduğu için fiziksel bir olgu ama algılanışı ve ifade ettikleri açısından aynı zamanda kültürün de bir ögesi. Renk algılarımız çoğunlukla fiziksel etmenlerle biçimleniyor ancak bunlar yine de evrensel değil, zaman içinde ve toplumdan topluma farklılık gösteriyor.

Kırmızı örneğin, sıcak renklerin en derinliklisi; görür görmez dikkatimizi çeken, hatta kalp atış hızımızı ve tansiyonumuzu bile yükselten bir renk. Nedeni çok açık aslında, diğer pek çok memeli gibi bizim de kanımız kırmızı. Bir yara aldığında ve bedeninin içindeki bu kırmızı sıvıdan fazlaca kaybettiğinde öleceğini, en uzak atamız bile bilirdi; kırmızının şiddet ve ölümü çağrıştırması o yüzden. Ama eğer kanı akan, peşinde oldukları -hem kanı hem eti kırmızı- bir av olduğunda, kırmızı renk besin ve hayatta kalmak demek. Kırmızının hem ölüm hem yaşamla ilgili karışık duygular uyandırmasının altında yatan da bu, büyük olasılıkla. Çoğu meyvenin olgunlaştıkça bu renge dönüşmesi de günlük diyetinde meyvelerin önemli yer tuttuğu primatların kırmızı renk algısında pay sahibi olmalı.

Kırmızı, Afrika savanalarında sık görülen mevsimsel orman yangınlarının rengi olarak da primat beynimizde yer etmiş olmalı. Yalnız yangınlar değil, her akşam günbatımında gökyüzünün aldığı rengin yırtıcıların avlanmaya çıktığı korkutucu gecenin habercisi olmasının da etkisi var kırmızıyı algılayışımızda.

Ama yalnızca bunlar değil, kızışan (çiftleşme zamanı gelen, çiftleşmek isteyen) bazı primat türlerinde, yüz ve bedenin kimi kısımlarındaki derinin kızarması, kırmızının bize cinselliği anımsatması ve uyarmasının kökenindeki neden(1).

[Günümüzün, yüzüne allık, dudaklarına ruj, tırnaklarına kırmızı oje süren kadını, sizi değil beyninizin derinliklerinde yaşayan ve en az 5 milyon yaşındaki o primatı etkilemeye çalışıyor aslında.]

Bu uyarıcı rengin insan kültürüne ait her alanda, yaşadığı yerde, giydiklerinde, eşyalarında, süslerinde ya da süslemelerinde yer almaması düşünülemezdi, o yüzden de kırmızı, tarih boyunca istenen tonda ve kalıcılıkta elde edebilmek için en çok çaba gösterilen renklerin başında.

Aşıboya

Boyaların nasıl elde edildiğinden kısaca söz edelim önce. Doğal boyalar, aşıboya, kökboya ve hayvansal boya olarak üç sınıfa ayrılır. Bunlardan aşıboya, toprak ve minerallerin karışımından, kökboya bitkilerden, hayvansal boyalarsa kimi böceklerden elde edilir.

Dünyanın en eski sanat eserleri sayılan mağara resimlerinin çoğu kırmızı, siyah ve beyaz renklerle yapılmıştır. Siyahı elde etmesi kolaydır, ateşte kömürleşmiş bir dal parçası bile işinizi görür. Beyaz, kaolin gibi beyaz killerden ya da kireçtaşından elde edilir. Kırmızı içinse, demir oksit yönünden zengin kaya parçalarının kırılarak öğütülmesi ve bu tozun tükürük ya da hayvan yağıyla çamur haline getirilmesi gereklidir. Bunlar kırmızı olarak nitelendirilse de aslında kayanın bileşimine bağlı olarak sarıya yakın turuncudan kahverengine kadar geniş bir aralıkta renk üretir. Bundan neredeyse 300 bin yıl öncesine tarihlenen ve insan eliyle üretildiği kesin olan kalıntılar, aşıboyanın türümüzün kullandığı ilk boya türü olduğunun kuşkuya yer bırakmayacak birer kanıtı.

Kökboya

Neolitik Çağ’da aşıboyanın yerini kökboya alır. Her biri farklı renk veren bitkilerin (genellikle köklerinin) kazanlarda kaynatılması ve bir bağlayıcıyla (çoğunlukla şap) karıştırılmasıyla elde edilir kökboyalar; kimi zaman istenen renk için tebeşir (kalsiyum karbonat) gibi malzemelerin de eklenmesi gerekir bu karışıma. Sonrasında kazanlara batırılarak boyanan yün ya da iplik çilesinin, kumaşın kurumaya bırakılmasıyla renklendirme işlemi sona ermiş olur.

[Boyanın tarihinde, sabitleyici ya da bağlayıcı olarak adlandırılan kimyasal bileşiklerin önemi büyüktür. Katkısız kökboyayla kırmızıya boyanmış beyaz bir kumaşın rengi ilk birkaç yıkamada pembeye çalmaya başlar. Yıkamaya devam ettiğinizde bir süre sonra kumaşın -kırmızıyla ilgisi olmayan- boz bir renge döndüğünü görürsünüz. Bunun nedeni, çoğu boya molekülünün kumaşa yeterinde sıkı “tutunamaması” ve yıkanırken su molekülleri tarafından yüzeyden sökülmesidir. Bunun önüne geçmek için genellikle boyaların içine kumaşa boyadan daha sağlam bağlanan kimyasal bileşikler eklenir. Şap gibi sabitleyiciler hem boyaya istenen tonun verilmesine hem de boya moleküllerinin iplik yüzeyine daha güçlü bağlanmasına yardımcı olur.]

Bitkilerden yalnızca kırmızı değil, sarı (Himalaya ışkını, mallo ağacı), mavi (indigofera çalısı), yeşil (mangostan kabuğu, amla ağacı), kahverengi (kestane ağacı, sumak) gibi farklı renkte özütlerin çıkarılabildiğini söyleyerek, hayvanlardan elde edilen kırmızıya geçelim.

Kırmız ve Koşnil

İlk hayvanımız daha doğrusu böceğimiz “kermes”. Adını Sanskritçe’de kurt, solucan anlamına gelen “kermi” sözcüğünden alan bu böcek, belirli türdeki meşe ağaçlarının gövdesinde yaşayan asalak bir bit türü aslında. Farsçaya “kermes”, Arapçaya “kırmız” olarak geçen bu böcek sirke buharıyla öldürülerek kurutulur ve toz haline getirilerek renk vermede kullanılır (Türkçedeki “kırmızı”, Arapça “kırmızın rengi” anlamındaki “kırmızî”den gelir).

Kullanımı neredeyse kökboyalar kadar eskiye dayanan kırmız böceği Sümer kil tabletlerinde ya da İncil’de bile geçer. Güney Asya ve Avrupa’nın da tanıdığı bu böcek çok uzun süre kırmızı rengin başlıca kaynağı olur Eski Dünya’da. En eski Türk ve İran halıları canlı kırmızı renklerini bu küçük böceğe borçludur. Romalıların “scarlatum” olarak adlandırdığı bu renk, İngilizceye “scarlet” olarak geçer. Bugün bile Vatikan’daki üst düzey din görevlilerin giysilerinde kullanılagelen bu canlı kırmızı,  kaderin cilvesi, Avrupa’da bir dönem sokak kadınlarının da en çok tercih ettiği renk olur ve “scarlet woman”(3) bu meslekteki kadınları ifade eden bir deyim haline gelir.

Kırmızıya -iki anlamda da- “can veren” diğer böcek “koşnil”in(2) öyküsüyse daha ilginç. “Frenk inciri” ya da “Hint inciri” olarak bilinen dikenli meyvenin yetiştiği kaktüste yaşayan bu asalak böceğin anavatanı Orta ve Güney Amerika. Avrupa’nın, kıtanın yerlileri Aztek, Maya ve İnkalar’ın çok uzun zamandır bildiği ve kırmızı boya elde etmek için yetiştirdiği bu böcekle tanışması 1520’li yıllarda. Kıtanın keşfinden kısa zaman sonra bu böceğin taşıdığı ticari potansiyeli fark eden İspanyol işgalciler tarafından Avrupa’ya getirilen koşnil, ekonomik olması ve daha geniş bir renk ölçeğinde kırmızı üretebilmesi gibi üstünlükleriyle kısa sürede Avrupa’ya en çok taşınan yüklerden biri olur; o kadar ki o dönem altın ve gümüşten sonra gemilerin yeni kıtadan en çok taşıdıkları malzeme toz haline getirilmiş koşnil olur. Bir kilogram kırmızı toz boya elde etmek için yaklaşık 150 bin böceğin kurutulması gerekse de, boyarlığının 12 kat daha fazla olması sayesinde kısa zamanda kırmız böceğini tahtından indirir koşnil.

Koşnilin Peşinde

“Carmine” olarak adlandırılan koşnil kırmızısı o dönem Avrupasının en gözde rengi olur. Bu kadar moda olmasına karşın koşnilin ne olduğu, bu kırmızının nasıl elde edildiği uzun zaman bir sır olarak kalır. Koşnilin aslında ağaç kabuklarında yaşayan bir mantar türü ya da bir çalının meyvesi olduğu sanılır uzun süre; gerçeği Amerika’daki İspanyol işgalciler ve İspanya’daki bir avuç kişi bilir yalnızca.

Koşnili tekelinde tutan İspanyolların bu ticaretten çok gelir elde ettiğini gören botanist Thierry de Menonville,  bu tekeli kırmak için Meksika’ya yaptığı ve Fransız hükümetinin gizlice desteklediği gezide, yerel İspanyol yetkililerin bütün dikkatine karşın koşnilleri kutulara kaktüs dallarıyla birlikte koymayı ve ülke dışına çıkarmayı başarır. Ancak, aylar süren yolculuk sonunda gemi Fransa’ya ulaştığında kutudaki böceklerin çoğu ölmüştür, sağ kalanlar da aslında verimsiz bir koşnil türüdür. Koşnili Avrupa’da ya da kolonilerinde yetiştirme planı şimdilik suya düşmüştür(4).

Avrupa tarihindeki en ilginç buluşçulardan biri olan Cornelius Drebbel’in(5), -daha sonra başarılı ilk örneğini yaratacağı- termometre üzerinde çalışırken, içinde koşnil olan bir deney tüpünü yanlışlıkla devirmesi ve akan sıvının kalaydan(6) yapılmış pencere pervazıyla tepkimeye girerek olağanüstü bir kırmızı renge dönüşmesi, koşnile olan talebi patlatır. Kumaş üzerinde kanı belli etmeyen bu kırmızı, 20. yüzyılın ortalarına dek Britanya ordusu üniformalarının standart rengi olur(7) hatta.

Minyatür

Aslında kırmızı rengin elde edilmesinde çeşitli metal alaşımlarına başvurulmasının geçmişi yeni değil. Örneğin, beyaz kurşunun yüksek ısıda kırmızıya dönüştürülmesiyle elde edilen “minium”, Çin’deki Han hanedanlığı döneminden beri, göz alıcı renk tonuyla en çok aranan kırmızılardan biri.

[Kurşun içeriği yüzünden aslında son derece zararlı olan minium, bildiğimiz “minyatür”e de adını veren bir bileşik. Genellikle sanılanın aksine İran ya da Türk kökenli olmayan “minyatür” sanatı, Ortaçağ boyunca Avrupa’daki el yazmalarında ve küçük resimlerde yoğun olarak kullanılan “minium” boyasından alır adını.]

Gözde kırmızılardan söz ediyorsak “kadmiyum kırmızısı”nı da anmak gerekir; adını kadmiyum sülfitten alan bu renk Matisse’in de en gözde kırmızısıdır. Bunlar dışında, Çin’de İsa’dan bile önce yapımı bilinen ve zincifreden (civa sülfür) üretilen “vermilyon kırmızısı”nın uzun zaman en çok aranan kırmızılardan olduğunu ekleyelim.

Türk Kırmızısı

Son olarak “Türk kırmızısı” ya da diğer adıyla “Edirne kırmızısı”ndan(8) söz edelim biraz. Özellikle ipeğe ve pamuğa uygulandığında rengini uzun süre koruyan, canlı bir kırmızı bu. Osmanlı’da 15. yüzyıldan  başlayarak büyük bir ustalıkla üretilen bu kırmızı, belki de bütün doğal renkler içinde üretim adımları en uzun ve zahmetli olanı. 17. ve 18. yüzyıllarda o dönem tekstil üretiminin gelişkin olduğu İngiltere ve Fransa’dan pek çok sanayicinin, bu boyanın formülünü ele geçirmek için casuslar tuttuğunu, üretimi hakkında bilgi verene büyük para ödülü vaat ettiğini biliyoruz. Sonunda, ancak 1740’larda, Fransa’da - Osmanlı’dan getirilen ustaların yardımıyla- Türk kırmızısı üretilmeye başlanır. Neden bu kadar zor olduğunu sorarsanız, ana hammaddesi kökboya olan Türk kırmızısında doğru tonu elde etmek için, boya kadar boyanacak kumaşı da “terbiye” etmek gerekir. Ahşap küllü suda kaynatma, kurutma, soda-koyun gübresi ve zeytinyağı karışımında bekletme, durulama, bekletme gibi adımlarının birkaç kez tekrarlandığı, sonraki aşamalarda koyun kanı, meşe palamudu ve şap gibi değişik malzemelerin eklendiği karışık bir işlem dizisinin sonunda ortaya çıkıyor Türk kırmızısı.

Günümüzde artık doğal boyalar çok az kullanılıyor. 19. yüzyıl ortalarından başlayarak sentetik boyaların yaygınlık kazanması ve yavaş yavaş tüm renklerin endüstriyel kimyasallarla çok daha ucuza üretilebilir hale gelmesi, binlerce yıldır dünyamızı renklendirmiş olan doğal boyalara talebi çok azaltmış durumda.

[Bugün hala bir ölçüde gözde olan bir tek koşnil var, o da kozmetik ve gıda sektörlerinde kullanılmasına borçlu bunu. Allık, ruj ya da göz farı gibi makyaj malzemelerinde ya da kimi gıda ürünü ve ilaçlarda renk verici olarak kullanılan, doğal ve zararsız olduğu için üreticiler tarafından tercih edilen koşnil, E120  koduyla yer alıyor ürün içerik etiketlerinde.]

Şunu da söylemeden bitirmeyelim; zaman her boyayı mutlaka dönüştürür; kırmızılar ve sarılar kahverenginin tonlarına döner, yeşiller koyulaşır, maviler soluklaşır(9). Bugün renklerine hayran kaldığınız resimler ilk yapıldıkları gün aynı renklerde değildi, emin olabilirsiniz. Kimisi için aylar, kimileri için yıllar, yüzyıllar sürse de resimdeki her renk zaman içinde değişir, başka bir tona hatta renge dönüşür. Işık, nem hatta -oksitlenmeye yol açtığı için- hava, her biri resimdeki renkleri dönüştüren etkenlerdir. Endüstriyel boyalarda bu dönüşüm doğal olanlarına göre yavaş olsa da onlar da bu değişimden bağışık değildir.

Yalnızca kırmızının değil, üretilmesi zor mavi ve morun da ilginç öyküleri, daha doğrusu tarihçeleri var. Onları da belki başka yazılarda anlatmaya çalışırız.

  1. Sinirlenen ya da heyecanlanan primatların yüzünün kırmızıya dönmesi de, topluluk olarak yaşayan bu sosyal hayvanın duyguları doğru “okumasına” olanak veren ve topluluk olarak hayatta kalma şansını arttıran bir iletişim yoludur aynı zamanda.
  2. Dactylopius coccus; “koşinil” olarak da geçer, ben “koşnil”i seçtim.
  3. Kırmızı(lı) kadın.
  4. O dönem Avrupa’da ve Hindistan dahil kimi Güney Asya ülkelerinde koşnil tarımı yapılmaya çalışılsa da bu çabalar olumlu sonuç vermemiştir. Günümüzde koşnil üretiminin çoğunluğu Peru’da yapılır, diğer üreticiler Şili, Botswana, Meksika ve Kanarya Adaları’dır.
  5. Cornelius Drebbel (1572-1633) Hollandalı mühendis ve mucittir.
  6. Kalay koşnil kırmızısını sabitlemek için kullanılan metallerden biridir, kırmızıya parlak ve canlı bir ton verir.
  7. Kırmızı Urbalılar.
  8. Bu renk Osmanlı’da ilk olarak 15. yüzyılda ve Edirne’de üretilmiştir (büyük olasılıkla Rum ustalar tarafından).
  9. Rengin zamanla nasıl değişeceği boya pigmentlerinin kristal yapısına ve etki eden dış koşullara bağlı olsa da çoğu renk koyulaşır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi