Vilhelm Hammershøi

Hammershøi eserlerinde olmayan, daha doğrusu bilinçli olarak eksik bırakılan, öyküselliktir. İzleyici onun resimlerine bakarken kafasında bir öykü kuramaz, gösterilen anın hemen öncesi ya da sonrasında ne olduğu/olacağına dair hiçbir ipucu yoktur bu resimlerde

Bazı sanatçılar vardır, resimleri gözünüze çarpar geçersiniz, sıradan gelir. Aynı şey birkaç kez yinelendikten sonra bu resimlerle karşılaştıkça mutluluk duymaya başlarsınız ve fark edersiniz ki bunlar bakılıp geçilecek resimlerden çok daha fazlasıdır; aslında öncesinde de gözünüz görmüş, beyniniz algılamıştır ama bilinç katına çıkması zaman almıştır yalnızca.

Benim için Vilhelm Hammershøi öyle bir sanatçı; başlarda yalnızca 19. yüzyılın o iç mekan resmetmeyi seven Kuzeyli ressamlarından biriyken sonradan ayırdına varabildim eserlerindeki inceliğin; o günden bu yana çok özel bir sanatçı benim için.

Hammershøi 1864’de Kopenhag'da dünyaya gelir, babası varlıklı tüccarlardandır. Küçük yaşlarda resme gösterdiği ilgi ve yetenek, ailesi, özellikle annesi tarafından desteklenir; çocukluğunda aldığı özel dersleri on beş yaşında kabul edildiği Danimarka Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi izler. 1883-1885 yılları arasında Danimarkalı önemli ressamlardan Peder Severin Krøyer’le çalışma şansı bulur. Hatta bu büyük ressam öğrencisi için şunları söyler: “Onu hiç anlamıyorum ama ileride önemli bir ressam olacağını düşünüyorum ve o yüzden sanatını etkilememeye çalışıyorum.”

[Öyle de olur sonuçta, Hammershøi’da Krøyer’in  eserlerindeki canlı sahnelerden ve renkli paletten iz bulamazsınız.]

1885’te Charlottenborg Bahar Sergisi'nde sergilenen ve kız kardeşi Anna’nın modellik yaptığı “Bir Genç Kızın Portresi”yle, sergiyi gezen Auguste Renoir’nın beğenisini kazansa da çalışmaları akademik çevrelerden aynı ilgiyi görmez; Hammershøi’un tinsel derinliğe sahip, biraz da kasvetli çalışmaları, o dönem Doğalcılık, Gerçekçilik ve Romantizm akımlarının gözde olduğu Danimarka sanat sahnesinde aykırı kalır, hatta kimilerince nörastenik(1) olarak nitelenir.

Vilhelm Hammershøi Toulouse-Lautrec’le yaşıt, Van Gogh’tan on bir, Cézanne’dan yirmi beş yaş genç ve Matisse’ten beş yaş büyüktür. Pek çok yeni akımın ortaya çıktığı, çağdaşı sanatçıların ışık, renk ve perspektif konusunda eskiye ait ne varsa terk ederek özgür denemelere giriştikleri bu yeni çağ Hammershøi üzerinde hiç etki yapmamış gibidir sanki. Sanatçı, sevdiği az sayıdaki temayı, kendine özgü biçemini hiç değiştirme gereği duymadan resmetmeye devam eder.  

Vermeer ve Hooch

Hammershøi 1887’de sonraki çalışmalarına büyük etki yapacak bir Hollanda gezisine çıkar. Burada eserlerini incelediği “17. Yüzyıl Altın Çağı” sanatçıları arasında bulunan Jan Vermeer’den ışığın kullanımı,  Pieter de Hooch’tan da iç mekanların betimlenmesi konusunda etkilenen Hammershøi bu iki büyük ustada gördüklerini, 19. yüzyılın ilk yarısında Danimarka’da gözde olan ve gündelik yaşama övgü niteliğindeki resim geleneğiyle harmanlar. Biçemine kattığı diğer bir ögeyse, ilk kullanımı çok eskilere dayanan ve -başta Amerikalı James Abbott McNeill Whistler olmak üzere- çağdaş sanatçılar tarafından da sıkça kullanılan grisaille(2) tekniğidir.

Ancak onu, adını yukarıda andığımız sanatçılardan herhangi birinin “takipçisi” saymak Hammershøi’a biraz haksızlık olur. Onun elinden çıkan her çalışma bir Hammershøi eseridir; dönemindeki moda akımlara ve onu “anti-modernist” olarak nitelendiren akademik eleştirilere hiç aldırmayan, sevdiği biçimde resim yapmaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen bir sanatçıdır Hammershøi.

[Bununla Hammershøi’un kimseye aldırış etmeyen, iddialı bir kişilik olduğunu söylemek istemiyorum, onun bu ilgisizliği daha çok içe dönüklüğündendir. İlgim gereği pek çok ressamın yaşam öyküsünü okudum, kişiliklerini tanımaya, ruhlarının eserlerine nasıl yansıdığını keşfetmeye çalıştım; içlerinde Hammershøi kadar sade, mahcup ve içine kapanık olanını anımsamıyorum. Son derece utangaç, ailesi ve çok yakınındaki birkaç kişi dışında kimseyle pek görüşmeyen -ve bunun eksikliğini de duymayan-, ün ya da servet gibi tutkulardan arınmış -gibi görünen en azından- ve yalnızca resim yaparak mutlu olan biri Hammershøi.]

Vilhelm Hammershøi 1891’de ressam dostu Peter Ilsted’ın kız kardeşi Ida’yla evlenir. Sonradan ressamın alamet-i farikası haline gelen ve resimlerinde gördüğümüz, “arkası dönük siyahlı kadın”, eşi Ida’dır.

Hammershøi’un çalışmalarında kimi zaman boş, kimi zaman da izleyiciye arkası dönük duran bir kadının bulunduğu odayı görürüz. Renkler grisaille tekniğine sadık bir biçimde çoğunlukla grinin farklı tonları, hepsi soluk olmak üzere yeşil, kahverengi, mavi ve sarı ağırlıklıdır. Pencereden, ki bazen resimde gösterilmez, süzülen ve büyük ustalıkla resmedilen gün ışığı bile soluktur Hammershøi’da. Resimde yer alan dikdörtgen/kare formundaki pencereler, kapılar ve duvarları süsleyen geometrik alçı kabartmalar, resmin soluk renk paletindeki tekdüzeliğin kırılmasına yardımcı olan unsurlardır. Duvarlara asılmış tablolardaki resimler bile soluk ve bulanıktır,  örneğin sayfada görebileceğiniz “Arkadan Görülen Genç Kadınlı İç Mekân”da dresuar üstündeki porselen çorba kasesinin süslemeleri oldukça net seçilebilirken hemen üstünde asılı tablodaki resim bir leke gibi gösterilir. Pencereler de öyle, camlardan dışarısı ancak bir siluet olarak görünür. Hammershøi’un odası dışarıdan soyutlanmış ayrı bir evrendir.

Hammershøi resimlerindeki perspektif kusursuzdur; özellikle odalar arasındaki kapıların açık ya da aralık gösterildiği eserlerinde ressamın bu konudaki ustalığı belirgindir. Odadaki eşyalar son derece sade ve az sayıdadır, sanki ressam izleyicinin dikkatini dağıtmamak için bilerek seyreltmiştir hacmi; bu da Hammershøi resimlerinin dönem bağıntısından özgür kalarak -neredeyse- modern birer eser olarak algılanmasına yardımcı olur.

[O dönemki orta ve üst sınıfın evleri, Kopenhag’ın gittikçe artan liman ticaretiyle zenginleşmesine de koşut olarak, gösterişli ve süslüdür, özellikle oturma odaları ağır mobilyalarla doludur. Ida ve Vilhelm Hammershøi’un, Strandgade Sokağı’ndaki önce 30 sonra 25 kapı numaralı evleri, son derece sade hatta minimalist döşenmeleriyle dönem zevkinden ayrışır.]

Arkası Dönük Kadın

Kimi zaman boş olarak resmedilen odada bazen de bir kadın görürüz, uzun siyah bir elbise(3) giymiş ve çoğunlukla arkası dönük. Kadın bir şeyle meşgul olduğunda bile genellikle onun ne olduğunu bize göstermez ressam, saklar, çoğunlukla da bir şey yapar gibi değildir zaten, hareketsiz durur.

Bir Hammershøi resmine baktığınızda içinizi ilk kaplayan duygu, sakinlik, sessizlik, biraz da kasvet ve melankolidir. Kimi yerlerde eserleri için “sessizliğin senfonisi” ya da “yalnızlığın senfonisi” tanımlamalarının kullanıldığını duyabilirsiniz.

Bazen bir resme bakarken beyniniz ona uygun bir sesi de eşleştirir kendince, Ophelia’nın suda uzanmış bedenine bakarken kulağınızda da, usulca akan derenin şırıltısı eşlik eder bu görüntüye. Ama Hammershøi resimlerinde hiç ses yoktur, o kadar ki sokaktan bile hiç ses gelmediğine yemin edebilirsiniz.

İlginç olan, Hammershøi resimlerinin bu denli dinginliğe, sessizliğe karşın huzur duygusu uyandırmaktan uzak olması, hatta tam tersine içinde elle tutulur bir gerilim barındırmasıdır. İlk bakışta huzur olarak algıladığınız durgunluk, resme bakmayı sürdürdüğünüzde bir rahatsızlık ve yabancılaşma duygusuna dönüşür bir süre sonra. Kimdir bu kadın, neden hiç hareket etmemektedir, neden yalnızca sırtını gösterir bize, birini mi beklemektedir ya da biri henüz şimdi mi gitmiştir, bu soruların yanıtları yoktur resimde. Ressamın eserlerini biraz garip ama çekici kılan da asıl budur. Hammershøi eserlerinde olmayan, daha doğrusu bilinçli olarak eksik bırakılan, öyküselliktir. İzleyici onun resimlerine bakarken kafasında bir öykü kuramaz, gösterilen anın hemen öncesi ya da sonrasında ne olduğu/olacağına dair hiçbir ipucu yoktur bu resimlerde. Örneğin arkası dönük Ida’nın hemen yanında, zeminde paramparça porselen bir vazo olsa beyniniz buna uygun bir öyküyü kuracaktır hemen ama Hammershøi’da bunlar yoktur, her şey düzenli ve olması gereken yerdedir. O yüzden izleyiciye dayatılan, aktarılmak istenen belirgin bir duygu yoktur bu eserlerde; herkes kendi yorumuyla baş başadır ve bence bu yönüyle izleyiciyi neredeyse soyut sanat kadar özgür bırakır Hammershøi.

Hammershøi çoğu kaynakta, kendine özgü bir tarzı olduğu kabul edilmekle birlikte, Simgeci (Sembolist) bir sanatçı olarak tanımlanır. Eserlerinin kimi teknik özellikleri Simgecilerle ortak olsa da Hammershøi’un daha çok Gerçekçi (Realist) sanat akımı içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerekçesi, onun eserlerinde anlam katabileceğiniz belirgin simgelerin yokluğudur; belki de vardır ama o kadar derindedir ki muhtemelen Hammershøi bile ayırdında değildir bunların.

Dışarısı / İçerisi

Buna karşın odanın yani mekanın başlı başına bir simge olduğunu düşünüyorum. Benim için  Hammershøi’un odaları “dışarıya” karşı “içerinin” yani insan ruhunun bir öykülemesi, alegorisi; saf huzuru arayan, görünüşte de bunun için gerekenlere sahip ama içten içe gergin, gerilimli bir ruh onunki. Bunun nedeni de arkası dönük kadın, yani Ida. Ressamın eşini çok sevdiğini ama Ida’nın daha dışa dönük ve biraz da asabi bir kişiliği olduğunu biliyoruz; belki de içe dönük, huzur arayan Vilhelm’le Ida’nın kişilikleri arasındaki tansiyondur ressamın eserlerinde arka plana yayılan, fark edilmesi zor gerilim, bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, Ida’nın varlığı mekana bir hareketlilik, yaşam katmaz, arkası dönük Ida izleyici için ulaşılamaz ve okunamaz olarak kalır.

[Belki burada dönem resminde iç mekanın ne anlama geldiğinden söz etmeliyiz kısaca. Hammershøi’un yaşadığı yüzyıl, ticaretin geliştiği ve sanayileşmenin gitgide hız kazandığı bir dönemdir. Teknolojik ilerlemeler tarihte görülmediği kadar hızlanmıştır; kimi meslekler yok olmakta, yerine yenileri çıkmaktadır. Geçmişten beri önemli bir ticaret limanı olan Kopenhag da bu gelişmelerden payını alır elbette. Kopenhag, Hammershøi’un yirmi yıl, otuz yıl önce tanıdığı kent değildir artık. Yaşam, dışarıda ve evde çok farklı hızlarla akmaktadır artık. O yüzden evin, dışarının yorucu, gürültülü ve yıpratıcı temposuna karşı bir sığınağa, bir nefes alma alanına dönüşmesi şaşırtıcı değildir. 19. yüzyıldan başlayarak Danimarkalı ressamların eserlerinde en çok, huzurlu, sıcak ve mutlu bir yer olarak resmettikleri eve, iç mekana yer vermelerinin kökeninde yatan budur. Ancak söylemeliyiz ki Hammershøi’un resimlerindeki ev, yine de bir sığınak olmakla birlikte, bunlardan farklıdır.]

Hammershøi’un çalışmalarında yer verdiği yalnızca iç mekanlar değil elbette; bence “gerçek” Hammershøi’u tanımak ancak iç mekan resimleriyle mümkün olsa da, ressamın kişiliğini tanımak için bir kaç dış mekan resiminden de söz etmek yararlı olabilir.

Londra

Hava değişimi ve esin almak için İtalya ve Fransa’yı yeğleyen meslektaşlarının tersine Hammershøi Londra’yı seçer hep. O ve Ida bazen bir yılı aşan süreler boyunca Londra’da kalırlar. Kente düşkünlüğünde müze ve sergileri kadar, Londra’nın, ressamın kendi resimlerindeki soluk renkleri andıran, kapalı ve sisli havasının da etkisi vardır. Bir diğer etken de Hammershøi’u belki de Vermeer kadar etkilemiş Amerikalı ressam James Abbott McNeill Whistler’ın da Londra’da yaşamasıdır. Hatta derler ki son derece utangaç olan Hammershøi bir gün Whistler’la tanışmak için evine giderek kapısını çalar; ancak Whistler o sırada evde olmadığı için görüşemez. Büyük bir üzüntüyle geri dönen Hammershøi bir daha aynısını yapacak cesareti toplayamaz.

Hammershøi’un Londra’da bulunduğu dönem yaptığı resimler de ilginçtir. Örneğin sanatçının 1905 ve 1906’da yaptığı,  kaldığı yerin karşısında bulunan The British Museum’u resmeden iki eseri, bu görkemli müzeyi odağına almaz. Birinde müzenin yanında uzanan Montague Sokağı gösterilir ve müze alanındaki bir binanın yalnızca köşe kısmı yer alır resimde. Diğerindeyse kimi müze binalarının yine aynı sokaktan görünüşü resmedilir; müzenin gösterişli sütunlarla süslü etkileyici ön yüzü yerine neden bu alçakgönüllü açının seçildiği belirsizdir. Belki de müzenin kalabalık ziyaretçilerle dolu ön cephesinde, yere çizim sehpasını kurarak günlerce orada çalışmaya utanmıştır ressam, bilmiyoruz.

[İlginçtir ki bu iki resimde de aslında o dönem bile işlek bir yer olan Montague Sokağı insansız olarak resmedilmiştir.]

Sanatçının diğer bir dış mekan resmiyse, 1897’de yaptığı Kronborg Kalesi’dir. Hamlet oyununda “Elsinore” olarak geçen, aslında Helsingør kasabasındaki bu kaledir. Hammershøi’un sipariş üzerine yaptığı bu resim de kaleye gösterişli ön cephesi yerine içerideki bir binanın en üst katından bakar kaleye. Daha çok kale içindeki yapıların çatılarının, onların üstünde de deniz ve ufkun gösterildiği eser, perspektif ustalığı ve renk paletiyle tipik bir Hammershøi resmidir.

Hopper

Bitirmeden önce Edward Hopper’dan da söz edelim çok kısaca; iki ressam arasında bir kan bağı olduğu kuşkusuz çünkü.

Hammershøi resimlerinde derinden akan yabancılaşma, Hopper resimlerinde çok daha belirgin olarak yüzeye çıkar. Yalnızlık ve sessizliğin bu denli yoğun resmedilmesi her iki sanatçının ortak noktası olsa da Hopper resimlerinde öyküsellik ögesi daha güçlüdür. Örneğin Hopper’ın 1952’de yaptığı ve model olarak eşi Josephine’i kullandığı “Sabah Güneşi”nde, profilden de olsa Josephine’i görürüz, yüz ifadesi belirgindir; kollarını, yarı kırdığı dizleri üzerinde kavuşturması, giydiği gecelik, açık pencereden görülen -De Chirico’vari- meydan ve bina, tümü resme bir öyküsellik katar. Hammershøi bu konuda Hopper kadar cömert değildir.

 [Vilhelm Hammershøi gırtlak kanseri yüzünden 1916’da yaşamını yitirdikten sonra uzun süre unutulur ve 1980’lerde New York’ta açılan bir sergiye kadar yalnızca Danimarka’da tanınan bir sanatçı olarak kalır çoğunlukla. O yüzden Edward Hopper’ın Hammershøi’un eserlerini görmüş olma olasılığını çok düşük buluyorum.]

Andrew Wyeth’ın da Hopper kadar olmasa da Hammershøi’yla akraba olduğunu düşünüyorum ama yerimiz kalmadı, burada bitirelim; meraklıları internette çeşitli kaynaklar bulabilir.

Çok sevdiğim Hammershøi’u zevkle yazdım, umarım siz de keyif alarak okumuşsunuzdur.

  1. Sinir hastası; sinir hastalığına ilişkin.
  2. Grisaille, tamamen gri tonlarında veya griye yakın başka nötr renklerle resim yapma tekniğidir. Genellikle, resimdeki kişi ya da nesne kontürlerinin ana renge çok yakın tonlarda boyanmasıyla bunlara  3 boyutlu bir görünüm kazandırılması amacıyla kullanılır.
  3. Hammershøi resimlerindeki siyah elbise yas ya da üzüntüyü temsil etmez. Siyah elbiseler, o dönem Kuzey Avrupa kadınlarının günlük kıyafetleri sayılır. Hatta 19. yüzyıl  sonlarına dek İspanya, Almanya, Kuzey Avrupa ve İskoçya’da siyah, geleneksel gelinlik rengidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi