SAHİ, FORM NEYİ İZLER?

Yaratıcı alanlarda çalışanların çok iyi bildiği bir deyiş vardır: Form Follows Function,“Biçim Fonksiyonu İzler” anlamına gelir. Bir tasarımda, önce işlevin yerine getirilmesini, estetiğin ise bu işlevin gerekliliklerine göre oluşturulmasını salık verir. Bu deyim, öylesine önemlidir ki; çağın değişen tüm eğilimleri ile kılık değiştirerek karşımıza çıkar.

Bu yazımı düşlerken İzmir’in bir sahil beldesinde küçük ve keyifli bir koyda, farklı dönemlere ve tiplere dair binaların arasındaydım. Oldukça eskiden yapılmış tek katlı konut yapıları, önceden kamp olarak tasarlanarak inşa edilmiş ve sonradan özel sitelere dönüşmüş çok katlı olanlar, villa siteleri, son 10-15 yılda inşa edilmiş çoğu iki veya daha fazla katlı, kimi iddialı özel konut yapıları, özel bir bağışçı tarafından tahsis edilmiş ve vasisi tarafından arazisine “sadece öğrencilerin yararı için kullanılabilir” şerhi konmuş bir alanda yer alan devlete ait bir gençlik kampı yapısı, ve çok daha yeni özel konut projeleri… Evet hepsi Çeşme’nin bu küçücük saklı koyunda, bir ardıç ile deniz arasında kendimi izole etmeye çalıştığım kayalık üzerindeki yerimden tek çırpıda görebildiklerimdi. Farklı formlar ve fonksiyonlar olarak her gün bana bakıyorlardı; ben de onlara!

Bu kadar farklı formun tümünün fonksiyonu aynıydı üstelik: sayfiyede yaşam. İnsanların sosyal statüleri ve görgüleri farklılaştıkça, sayfiyeden beklentileri de farklılaşıyor demek ki, bu da doğal olarak yapılı çevreye yansıyor. Bu mozaikte, kimi zaman asıl fonksiyonun önemi kalmıyor; form gösterişin, var olma çabasının da peşinden pekala koşabiliyor. Günümüz mimarlık pratiğinde de, ürün tasarımında da sıkça rastladığımız bir durum bu;

sahi form neyi izliyor artık? Salt fonksiyonu izlemediği çok açık.

DİKEY MİMARİYE İLK ELEŞTİRİ

Mimar Louis Sullivan’ın 1896 yılında Lippincott’s Dergisi için kaleme aldığı bir yazıda ilk kez ortaya attığı bir deyiş idi “Biçim fonksiyonu izler”. Bu makale, o dönemde gittikçe artmakta olan dikey yapılaşmayı eleştirmek üzere yazılmıştı “Yüksek Ofis Binalarının Artistik Değerlendirmesi” isimli başlığı ile. Şöyle diyordu Sullivan:

Açıkça görülüyor ki, bu toprağın ve neslin mimarları, şimdi yeni bir şeyle karşı karşıya kalıyorlar. Sosyal koşulların evrimi, bütünleşmesi, ve özerk gruplaşmalar yüksek ofis binalarının inşası için artan bir talep oluşturuyor. Amacım sosyal koşulları tartışmak değil; bunları kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul ediyorum ancak şunu söylüyorum: yüksek ofis binaları, çözülmesi gereken bir sorun olarak başlangıçta tanınmalı ve yüzleşmelidir; bu konu doğru çözümleri oluşturmak üzere üstümüzde baskı yapan hayati bir sorundur

Mimarın bu düşüncesini belirtmesinden 125 yıl sonra, dikey yapılaşmanın ve ofis yapısının hala büyük bir bulmaca olduğunu ve Sullivan’ın ütopyası olan “doğru” çözümlerin bulunamadığını belirtsek hiç de yanlış olmaz. Üstelik yüksek yapı, namı diğer dikey yapılaşma, artık sadece ofis fonksiyonu için değil, konutlar, oteller, alışveriş merkezleri gibi akla gelebilecek her fonksiyon için toplumsal, ekonomik ve siyasi şartlar paralelinde tercih edilmişken.

Sullivan’ın oldukça duygusal yüklemlerle yazdığı bu metinde, bir ofis binasının kat kat, bölge bölge gereksinimi olan ihtiyaçlara değiniliyor; bunların o dönemdeki mevcut çözümlerine ve bir mimar gözü ile, olması gereken çözümlerinin detaylarına kadar iniliyor.

EGOSU ZEDELENEN MİMAR

Yüksek yapılar mimar kişinin egosunun da zedelenmeye başladığı işlerdir. Çünkü, böylesi bir inşada, artık mühendislik bilgisi, teknik ve teknoloji ön plandadır. Her şeyi bilen tek kişi artık o mimar değildir. Mimarın rolü bir anda, çiftlik beyliğinden, çiftliği yönetenve işleri organize eden kahyalığa dönüşür. Pek çok çiftlikte asıl sözü geçenin kahyalar olduğunu bilerek bu benzetmeyi yapıyorum. Ama işte kiminde de bey ne derse o olur. Çoğu kez bu dönüşen mimar kimliğini, daha şık bir biçimde orkestra şefliğine de benzettiğim olur, başkalarının da ifade ettiği gibi. Aynı durum tasarım için de geçerlidir demek mümkün mü bilemiyorum, şöyle ki: Elleri ile zanaatkar veya artizan üretim yapmaktan, seri üretime geçiş zaten ürün tasarımı denen mesleği doğurmuştur ve bu meslek daha ilk gününden sanayi ile, yani kalabalık bir ekip ile birlikte çalışır; makine ile kısıtlanır. Ürün tasarımcısının, makine ve üretim teknolojileri ile olan göbekten bağı onu hiçbir zaman bir mimarın sahip olduğu benci’liğe (bencillik değil!) kavuşturmamıştır. Oysa mimarlık neolitik çağdan itibaren, yani insanlık mağaradan çıkıp da yerleşik düzene geçtiğinden itibaren en özellikli, en önemli işlerden biri olmuş; mimarlar da bu ayrıcalıktan fazlası ile nasiplenmiştir. Yapılı dünya karmaşıklaştıkça, yapı teknolojileri geliştikçe, mimarın rolü ve önemi, kimi zaman mühendisliğe kimi zaman ekonomiye, günümüzde ise  daha çok bürokrasiye duvar gibi çarpar hale geldi. Belki de bu yüzden, kendine ait geniş ve özgür alanlar bulduğunda bir çocuk gibi sınırlarını sonuna dek kullanmak, sesini yükselterek bağırmak, kendini böylesine var etmek istiyor ve bunu yaparken de yapının formuna yükleniyor. Kim bilir?

Sullivan bu meşhur makalesinde, doğadaki her nesnenin kendini anlatan bir forma sahip olduğundan dem vuruyor ve yapılı çevrenin de yapılma amacını yansıtması gereken bir estetik içinde olması gerektiğini savunuyor. Yazısını yazmasına sebep olduğunu tahmin ettiğimiz durumu ise, yapılan her on yüksek yapıdan dokuzunun bile burada belirttiği hassasiyetleri taşımadığını belirterek vurguluyor.

Mimarların bu yapıları yapılırken pek çok farklı talep ile kuşatıldığını ve sonucun ise -ki metinde gösteri olarak söylüyor- hiç de ilham verici olmadığının altını çiziyor. Mimarın üzerindeki bu kuşatmanın, bir diğer deyişle şair Horace’tan esinlenerek belirttiği biçimde, mimarinin “disjecta membra” larının , yani dağınık parçalarının, bir kabus haline dönüştüğünü ifade ediyor. Ne kadar da tanıdık değil mi?

Ve işte bu meşhur deyişin yer aldığı paragraf da, şairane bir üslupla tam şöyle devam ediyor:


İster uçarken havayı süpüren kartal, isterse açmış elma çiçekleri, emekçi bir beygir, pırıl pırıl bir kuğu, dallanan meşe, onun dibindeki dolambaçlı akarsu, güneşin üzerinde sürüklenerek akan bulutlar olsun, form her zaman işlevi takip eder ve bu yasadır. Fonksiyon değişmedikçe form da değişmez. Granit kayalar, sürekli düşünen tepeler, çağlar boyunca yerlerinde kalır; şimşek yaşar, şekillenir ve parlayarak ölür .


Bu, organik ve inorganik her şeyin, fiziğin ve metafiziğin, insan ve insanüstü her şeyin, aklın, kalbin, ruhun, hayatın görünür kanunudur. Yaşam, görünür ifadesi ile tanınır olur, ve bu form da (görünürlük) işlevi takip eder. Kanun budur.

MODERNİZMİN YILDIZI

Bu deyim, öylesine önemlidir ki; çağın değişen tüm eğilimleri ile kılık değiştirerek karşımıza çıkar. Bir nevi sosyal, toplumsal, ekonomik değişimlerin barometresi gibidir. Kuşkusuz  Sullivan bu deyişin bu yalınlıktaki ifadesinin sahibi olsa da,  fonksiyonalizm, başka bir deyişle işlevselcilik , kökleri her zamanki gibi antik felsefeye kadar uzanan bir düşünceler ağının ürünüdür; izi Plato’dan Hegel’e , Kant’a dek sürülebilir. Sullivan’dan daha önce, 1750 yıllarında Venedik’te yaşamış öneli bir karakter olan Peder Carlo Lodoli’nin de yapıya yönelik çalışmalardaki felsefesinin, fonksiyonu olmayan hiçbir öğeyi hayata geçirmemek olduğu kayıtlara geçmiş. Mimarlığın Sokrat’ı olarak anılan Lodoli’nin özellikle süslemeciliğe karşı  olan öğretisi, Amerika kıtasından önce, Avrupa mimarlığında ve  taşırım yaklaşımında kendine yer bulmuştu. Sullivan ‘ın tescillediği bu deyim, işlevi kendilerine kuzey yıldızı edinen modernist mimarlar tarafından 1930’lardan itibaren yüceltilen bir motto olarak günümüze ulaştı.

Modernizmin etkisi sadece mimarlıkta değil pek çok alanda da azalır hata eleştirilir oldukça bu deyiş de evrildi durdu. Form kimi zaman duyguları, kimi zaman libidoyu takip etti. Bazen fonksiyon formu takip etsin diyerek isyan bayrakları çekildi; zira fonksiyon gerçek işlevi mi anlatıyordu, yoksa amaçlanan işlev mi önemli idi?

Şimdilerde ise bu deyişi “form enfeksiyonu takip eder” şeklinde kullananlara rastladım. Günümüzün virüs salgınında mekanlar, eşyalar, kamusal alanlar, giysiler, binalar virüs ile ortaya çıkan koşullara göre tasarlanıyor. Form bu aralar Covid_19’u takip ediyor !

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi