Selam Sezar! Ölmek üzere olanlar seni selamlarlar

Yayına katılan/bağlanan bir insanı ne kadar iyi tanıyabilirsiniz. Yarım saat yeterli midir mesela? Bir saat… İki saat… O insanın hayatını bu denli didik didik etme, her şeyi ifşa etme, birbirleri ile tartışan karı-kocayı, anneyle çocuğu sakinleştirmek yerine karşılıklı bağrışmaları, ortaya saçılan hakaretleri, göz yaşlarını büyük bir sorunu çözüyormuş edasıyla sessizce fildişi kulenizden izleme, izletme hakkınızı nereden alıyorsunuz? Çalıştırdığınız değirmen insanların acılarıyla dönüyor. Siz reytinginizi çuvallara doldururken kepek diye kenara yığdıklarınız bir avuç garibanın göz yaşı olarak kalıyor.

                Uzun zaman önce ayrıldı yollarımız. Geçen yıllarla birlikte ben de çok değiştim o da. Eskiden birlikte zaman geçirmekten büyük keyif alırdım. Saatlerce bakışırdık. O anlatır ben dinlerdim. Beyaz eşyacıda çalışan alelade bir adamın -Süper Baba Fikret’in- hikayesini anlattı bir gün. Bir başka gün Atilla İçli’den yörelerimiz ve türkülerimizin güzelliklerini… Tayfun Talipoğlu ile Anadolu insanını tanıyıp, Coşkun Aral’la Ruanda’daki dehşetin izlerini takip ettik onunla. Sabahları çizgi film saatini kaçırmamak için erken kalkar; akşam üzerleri dostluk ve sevginin her yeri sardığı Susam Sokağı’nda mavi takımlı matematik dedektiflerinin gizemli olayları nasıl çözdüğünü dinlerdim ondan.

                Sonra ben büyüdüm. İşe başladım, çoluk çocuğa karıştım. Tercihler, öncelikler derken arada bir göz atmalar dışında pek halini hatırını sormaz oldum. Meğer o ara o da nasıl hızlı büyümüş. Nasıl da çoğalmış. Kapitalizmin ocağında serpilmiş. Devletin mutfağında hazırlananları vatandaşa sunarken şimdilerde dev medya patronlarının sofrasında daha büyük kazançların gelir kapısı olmuş. Büyüsü bozulan dünyanın saflığını yitiren yanı olmuş.

***

                Hayatın kendisinin bir şov gibi yaşandığı bu ahir zamanda tüm teknolojik gelişmelere rağmen televizyon hâlâ büyük bir güç. Daha da incelmiş ve boyutları büyümüş ekranlardan oturma odamıza akıtılanlar toplumsal bir işlevi yerine getirme sorumluluğundan ari daha çok izlenme kaygısı ile hazırlandıkça çirkinleşiyor, çirkefleşiyor. Reklam pastası büyüyüp rekabet arttıkça da her şey reyting getirici bir yol olarak görülüyor. Tayfun Atay Hoca’nın “Görünüyorum O Halde Varım” kitabından konuyla ilgili ibretlik birkaç tespitini taşıyalım buraya.

                “Bugün hayatımız adeta içerisinde boğulmamak için çaba harcadığımız ‘garip’ bir ‘eğlence denizi’ haline gelmiş gibi! Garip, çünkü aslında eğlenenler bir azınlık. Geri kalan büyük çoğunluk ise eğlenenlere onları izleyerek katılmakta... Bu seyirlik eğlence, daha doğrusu ‘eğlence seyri’, giderek ‘kültürel’ (ve ideolojik) bir mahiyet kazanıyor. Yani artık her türlü kamusal söylem, eğlence biçimine bürünerek karşımıza çıkmakta Özellikle televizyon tüm diğer işlevlerini terk etmiş ve bir kez insanların eğlence iştahını kabarttıktan sonra artık sunduğu her şeyi eğlenceli kılmaya zorlanıyor. Etki öylesine güçlü ki televizyonlarda izlediğimiz haberler dahi ‘magazinel’ hale gelmiş ve ‘şov’un parçası olmuş durumda.”

***

                2008 yapımı Öldür.com (Untraceable) insanoğlunun başkasının acısına, ızdırabına ve hatta ölümüne karşı ne denli duyarsız, umarsız olabileceğini anlatan bir sinema filmi. Netflix yapımı Clickbait’le benzer bir tema üzerinden giden film internet üzerinden kurbanlarının işkence görüntülerini canlı yayınlayan ve belli bir izleyici sayısına ulaşınca kurbanını öldüren bir katille olan mücadeleyi anlatıyor.

“Kaldıysa biraz daha pilav alabilir miyim?”

                Hem Öldür.com hem de Clickbait insanın doğasındaki vahşi merak ve hayatta kalma içgüdüsünü iyi yansıtan yapımlardan. Hayatta kalma arzusu gerçekleşen ve kendini güvende hisseden insanoğlu çoğunca, artık yerleştiğini düşündüğü fildişi kulesinden aşağıya umarsızca bakar.

                Diğerkâmlığını yitirmiş, varlığını kendi refahının varlığına adamış insanlar yaratmaktayız nicedir. Birey üzerine temellendirilen, bireyin arzuları, istekleri, beğenileri ile yürütülen sistem, etrafında olan olaylara karşı duyarsız, başkalarının acısına karşı umarsız insanlarla besleniyor. Bu insanları her yerde her an görebilirsiniz. Dedenizin cenazesine gelip yemek bekleyen, gözünüzdeki yaş daha kurumamışken size tabağı uzatıp “Kaldıysa biraz daha pilav alabilir miyim?” diyenlerdir mesela bunlar. Ya da okula gidecek, kitap alacak para bulamıyorum diyen gencecik bir fidana gevrek gevrek gülerek “Çıkar telefonunu!” diyenler de onlardır.

***

                               Geçtiğimiz hafta sosyal medyada en çok konuşulan konulardan biriydi ekranlara düşen acı pornografisi. On sekiz yaşındaki bir kızın kırk yaşında evli bir adama kaçması ahlaki hassasiyetimize zeval getirmiş, elinde tuttuğu Tor çekici ile toplumdaki eğrilikleri düzeltmeye niyetli televizyon programları için bir fırsat doğmuştu. Acıyı bal eyleyenler bir yana devir artık acıyı reyting eyleme devriydi. Malum bu bir şov zamanıysa “Şov must go on”du. Baba evine gitmek isteyen, utançla yüzünü gizleyen, hasretle ailesini özleyen, göz yaşlarında pişmanlık gizleyen, hayatta hata eyleyen bir genç kızı harcamak bu şov dünyası için vakayı adiyeden bir olaydı. Zira pek çok kanalda karşımıza çıkan türevlerinde de benzer konuların reytingiyle doyup elhamdülillah diyenler yarın başka kurbanları gladyatör arenasında aslanların önüne atmaktan, (yüce Sezar) Tv patronlarının taltif ve tebriklerine mazhar olmaktan gayri neyi düşünüyorlardı ki. Allah’tan bu tür durumlarda ahlaki hassasiyetlerimiz iyi çalışıyor; ellerine sağlık toplumun ahlakını koruyan tivici ablalarımız üslerine düşeni gayet iyi yerine getiriyorlardı. 

Hiç durmayan değirmen

                Programı izledikten sonra yorum yapmak isteyen medya ombudsmanı Faruk Bildirici yayını ancak zorlamayla tamamlayabildiğini ifade ediyor, program sunucusu hakkında “… eleştirileri yanıtlarken ‘Toplumsal meselelere gözünüzü kaparsanız her şey yolunda sanırsınız’ dese de programın bu aileye yardım yapmayı ya da toplumsal bir sorunu çözmeyi amaçlamadığı çok açık. Tamamen reyting amaçlı bir program bu…”  ifadeleri ile yaşananların karanlık yüzünü bir kez daha aydınlatıyordu.

***

                Yayına katılan/bağlanan bir insanı ne kadar iyi tanıyabilirsiniz. Yarım saat yeterli midir mesela? Bir saat… İki saat… O insanın hayatını bu denli didik didik etme, her şeyi ifşa etme, birbirleri ile tartışan karı-kocayı, anneyle çocuğu sakinleştirmek yerine karşılıklı bağrışmaları, ortaya saçılan hakaretleri, göz yaşlarını büyük bir sorunu çözüyormuş edasıyla sessizce fildişi kulenizden izleme, izletme hakkınızı nereden alıyorsunuz? Çalıştırdığınız değirmen insanların acılarıyla dönüyor. Siz reytinginizi çuvallara doldururken kepek diye kenara yığdıklarınız bir avuç garibanın göz yaşı olarak kalıyor.

                İnsan özü asla değişmeyen bir varlık. Binlerce yıl önce döğüş arenasına giren gladyatörler “Ave Ceaser! Moruturi Sautamus” (Selam Sezar! Ölmek üzere olanlar seni selamlarlar.) derlermiş. Bugün derdine çare aramak için televizyona çıkanlar da “Selam sana medya patronu! Özel hayatı didik didik edilecek, tüm acıları ortaya saçılacak kurbanların seni selamlarlar.” demeliler bence.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi