Sessiz Konuşanlar

Sessiz Konuşanlar
Birkaç ay önce, arabada 90’lar Türkçe pop şarkılarını dinlediğimde ilk gençliğime gittim. O şarkılarda ilk arkadaş tatilim var. İlk aşkım, ilk hayalkırıklığım, ilk gece evden kaçışım –opera gitmek içindi!- , arkadaşlarımla...

Birkaç ay önce, arabada 90’lar Türkçe pop şarkılarını dinlediğimde ilk gençliğime gittim. O şarkılarda ilk arkadaş tatilim var. İlk aşkım, ilk hayalkırıklığım, ilk gece evden kaçışım –opera gitmek içindi!- , arkadaşlarımla ilk otobüs yolculuğum, İtalya sokaklarında bağıra bağıra söylediğimiz şarkılar var. Kavafis özlediğin o şehir değil gençliğindir der ya. Tam rüyalara dalmışım. Radyoda “gitme gitme gitme ne olur” diyor. Kızım beni hayalimden uyandırdı. Anne bu abi “itme” mi diyor? Gitmeyi itme anlayanlarla paylaşırız bu dünyayı. Herkesin aynı olaydan aynı duyguyu çıkarmasını beklemek elbette olanaksız. Benzer bir biçimde bugünün bilgi bombardımanın altında elbette hepimize ulaşan her konu aynı yankıyı bulmuyor, aynı sese dönüşmüyor. 

Konu keşke bu örnekteki kadar basit olsa. Birbirimizin bazı duygularını anlamasak, bazı fikirleri paylaşmasak bu olabilecek en normal şey olurdu. Ama ya anlamak zorunda olduklarımızı anlayamıyor, yüz çevirmememiz gerekenleri dinleyemiyor ve sessizlerin sesini duymayı başaramıyorsak?

Kim duyuyor, kim görüyor?

Yıllar önce üniversitede sınıf aralarında yapılan bir tartışmada zihnimi açan bir hocam vardı. Gittiğimiz her yerde izlendiğimizden bahsediyor, bunu kıyasıya eleştiriyorduk. “Kim izliyor?” diye sormuştu. Bu soruyu 20 yıl önce sormuş olması sanırım meseleyi daha önemli hale getiriyor. Bilgi edineceğimiz kaynaklardaki çoğalmanın aslında bir bilgi çöplüğüne dönüşmesi kaçınılmazdı. Tasnif edilmemiş, sınıflandırılmamış bilginin, hiç sahip olunmayan bilgi kadar problemli olabileceğini dile getirmişti, hocam. 

Ses ve sessizlik üzerine daha önce yazmıştım. Burada bahsettiğimiz sesin aslında hem gerçek ses, hem de bir güç olarak düşünülmesi gerektiğini, insanın sesinin, yaşamının bir güç öğesine dönüştürülebileceği küçük özgürlük alanları olabileceğini biliyoruz. Elbette insanın sahip olduğu ve güce dönüştürebileceği yegâne şeyin yaşama hakkı olması üzücü olmanın ötesinde, kahredici.  

Türkiye sinemasının sessiz kadınları çoktur. Örneğin, Keje sesinin duyulmasını onu seven erkeğe yasaklayarak sesini protesto aracı olarak kullanır. Sevdiği ile ayrılmanın acısıyla sesini bir güç aracına dönüştürür. Sevdiği erkek “benimle de kouşmayacak mısın Keje?” der ama sorduğu soruyu soruş biçimidir sahneyi duygusal yapan. “Beni vurdular hapiste ama ölmedim, seni bir kere daha görebilmek için yaşadım, şimdi dediler ki, kimse sesini duyamıyormuş, susmuşsun, benimle de konuşmayacak mısın, sesini duyamayacak mıyım?” dediğinde Keje’den boğuk bir ses çıkar, Keje konuşur.  Keje’nin yıllardır evli olduğu adam bu sahneyi görür ve Keje’nin konuştuğunu duyar. Ve biz o anda, izleyici olarak kimin güçlü olduğunu aynı Keje’nin kocası gibi hemen anlarız. Zaten bildiğimiz perçinlenir ama bunun için çok bedel ödenmesi gerekmiştir. 

Eşkıya - Yavuz Turgul 1996

Ses mi güç, sessizlik mi?

Susan Sontag “Susmanın Estetiği” kitabında sessizliğin de aynı ses gibi bir güç aracına dönüşebileceğinden bahsederdi. Sessizlik kıymeti hızla artanlardan bunu biliyoruz. Ses arttıkça karşıtı değerlendi. Sessizliğin bir korku, baskı, neşe, özgürlük alanı olarak her bir duygu durumunu aktarabiliyor olması, en azla en çok şeyi söyleyebilmesi, gücünü yapmaktan değil ama yapmamaktan alması bugünün dünyasını en çok anlatabilen olgulardan biri belki de. Ingmar Bergman’ın Persona filmi de sessizliğin güçsüz değil ama güçlü bir hareket olabileceğinin kanıtı olabilir. Sesi bir anda giden bir sahne insanı aslında belki de konuşmayarak kendini koruyordu. 

Ölüm oruçlarının da bir protesto olduğunu biliyoruz.  Böyle zamanlarda yaşama hakkı da bir protesto haline dönüşüyor, yaşam bir güç nesnesine dönüşüyor elbette ama mesaj yerine ulaşmadığında ne oluyor? Ödenen bedellerin karşılığı gelebiliyor mu? Ben de bunu düşünüyorum. Travma haberleri onları okuyanlara ulaşıyor. Travmalar sese dönüşüyor ve kendilerine akmak için yeni yeni mecralar buluyor. Ama travmalar onların haberlerini okuyanlara, onların haberini izleyenlere gerçekten geçebilir mi? 

Türkiye’de uzun zamandır alternatif medya geleneksel medyanın sınırlarını zorluyor. Hak arayışları, kendini ifade edebileceğin çokça ve farklı mecrada çok insana ulaşabilme ihtimalini içinde barındırıyor. Elbette “ihtimalini” diyorum. Çünkü bu bir okyanus. Bir dönem küçük bir yere gidip kafe açmaktı plan, bir dönem de sosyal mecralarda söz sahibi olabilmek oldu. Oysa bu alanlarda artık kolayca başını dışarı çıkarabileceğin alanlar değil. Sıyrılmak yine de zor ama ihtimal. 

Twitter’da bir konuyu tt yapabilmek için önceden planlar yapılıyor ve aynı saatte herkes aynı konu hakkında paylaşımlar yapıyor. Hak arayışları kendilerini her zaman ifade edebilecek bir ara mecrayı bulabiliyor. Ancak bu yeterli mi? 

Bana kalırsa video aktivistlerinin yaptığı videolar da bir nevi sessizlik örneği. Dışarıdaki kakofoni sese karşı çıkıyor, o sesin içerisinde yer almamayı seçiyor, şiddet gören kadınları, meslekleri ellerinden alan insanları, çalıştığının karşılığını alamayan ya da insanca koşullarda yaşamamaya zorlanan kişilerle ilgili sıklıkla sosyal medya mecralarında küçük videolar görüyoruz. Gezi Dönemi’nden beri hızla artıyor bu yeni tür medyanın alanı ve etkilediği kitle sayısı. Sessizin sesi olabilmek, madunun sesi olabilmek adına çekilen bu videolar amaçlarına ne şekilde ulaşıyor, bu da çalışmalarla ölçülüyor. Akademik mecrada bu alanda yayınlar birbiri ardına geliyor.  Konu önemli zira madunlar kenarda kalanlardır ve sesleri baskın sesler tarafından baskılanır. Ancak sanırım bu konu Türkiye’de bir sebeple daha önemli. Nilüfer Timisi’den okuduğumu anımsıyorum. Hak haberciliğinin özdüşünümselliği kavramını. Bunu daha kolay ve benim anladığım şekilde izah etmeye çalışırsam, hak ihlalini dile getirebilenler bir gün bu durumda kendilerinin de olabileceklerini biliyor. Hak ihlal çerçevesi genişledikçe, çember daraldıkça aslında sadece özne değişiyor dolayısıyla bugün çemberin dışında olan birinin yarın kolayca içinde olması epey olası gibi görünüyor. 

Travmaları anlayabilir miyiz?

Sessizler. Sesini bir güce dönüştüremeyenler. Onlar kenara itildikçe, kenarda kaldıkça onların hikayelerini birilerinin sese dönüştürmesi gerekir. Ve bu hikayeler bana kalırsa yeniden ve yeniden bir sessizlik çemberine dönüşür. Çünkü onları uzun süre kimse anlamaz. Onları kimse içselleştiremez. Hızla akan metinler arasında bir travmanın izlerine rastladığınızda bunu anlayabilir miyiz? En son ne zaman bir hak ihlalinin videosunu izleyerek buna karşı gözlerimizin dolmasından başka bir şey yaptık? Bu yeni mecralarla anlatılan yüzlerce, binlerce hikâye yakın zaman için sadece birer sınıflandırılmamış bilgidir. Zamanı gelene ve bunlar tarihin tanıkları olarak yerini alana kadar gerçek anlamları belki de ortaya çıkmayacaktır. 

Ölüm oruçlarının da bir protesto olduğunu biliyoruz.  Böyle zamanlarda yaşama hakkı da bir protesto haline dönüşüyor, yaşam bir güç nesnesine dönüşüyor elbette ama mesaj yerine ulaşmadığında ne oluyor? Ödenen bedellerin karşılığı gelebiliyor mu?

Geçmişi tekrarlamak değil, tekrarlanmasını önlemek…

Michael Schudson önemli bir akademisyen. Okuduğum kitaplarından birinde ilgimi çeken bir konuyu ele almış ve bizlere bugünleri aydınlatacak bazı bilgileri vermişti. Diyorum ya her gün birinin ya ilk elden bir video paylaştığını görüyoruz, ya birisi adına paylaşıldığını. Schudson bu öyküleştirmelerin aslolan konuyu her zaman evcilleştirdiğini ve onların bu sebeple muhalif özelliklerini yitirdiklerini söylüyor. Ama bir konu dışında. Travmalar. Travmaların kişileri nasıl etkilediğini öyküleştirerek anlatsalar bile onları anlayabilmemiz mümkün değil. Ölenleri, hakkı gasp edilenleri, şiddete uğrayanları anlamıyor bunu içselleştiremiyoruz.

Peki insanlar boşa mı konuşuyor? Kimse kimseyi anlamıyorsa bir şey yapmak mümkün değil mi? Bilmiyorum. Tek bildiğim gün gelip bu sessizlik metinleri geçmişi dehlizlerinden yüzünü gösterdiğinde günler daha aydınlık olacaktır. Bugün Benjamin’in izinden giderek, bugün kıymeti bilinmeyenin yarını aydınlatabileceğini, bugün etrafını aydınlatamayanın yarın bütün imkânı ile etrafı yıldızlarla bezeyeceğini düşünebiliriz.

Enseyi karartmamak lazım.