ŞEYLER

Küresel salgın ile birlikte yaşamlarımızda kozalarımıza çekildik. Nesnel dünyamızı yeniden kurguluyoruz. Kimilerimiz daha az şey ile yetinebileceği bir yaşam görüşüne iyiden iyiye kayıyor, hayatlarında azalıyor. Etrafımızda daha az eşya, daha az konu, daha az ama daha anlamlı şey var artık !

Sanıyorum artık salgın öncesindeki zaman dilimine, (ismi üzerinde sonraki nesillerde daha kesinlik kazanılacak olacağı için şimdilik) önceki çağ diyebilirim. Önceki çağın insanlığa dikte ettiği yaşam kültürü, onu gittikçe kozasından çıkaran, sosyalleştiren, bir arada olmakla kendini bulduran, anlamlandıran bir amaca sahipti. Böylece daha çok tüketebiliyorduk; şeyleri de, kendimizi de. İşte şimdi kozamıza çekildik. Tam olarak yaşadığımız bu. Kendimizi, varlığımızı, içinde bulunduğumuz evreni yeniden tanımaya, adlandırmaya çalışıyoruz.

Kendimize, evlerimizde, ofislerimizde yepyeni bir nesnellik inşa ediyoruz; şeyler ile. Sokaktaki, kentteki nesnel dünyamıza dikkat kesiliyoruz. Daha çok yeşil şey vadeden bize daha çok dolaşım alanı sunan meydan projesini oyluyoruz; arzularımız böyle şeyler istiyor artık.

Günümüzü daha çok nerede geçiriyorsak orayı yeni şeylerle donatıyoruz. Kendimizi keşfettikçe, nasıl bir anlam atfediyorsak artık kendimize, öyle şeylerle. Örneğin evlerimize daha çok bitki alıyoruz. Geçtiğimiz hafta iki gün süre ile çevrimiçi düzenlenen Vitra Summit’deki oturumlardan birinde tasarımcı Ilse Crawford konuştukça, nerede ise kendimi gördüm. Pandemi sebebiyle eve kapandığımız ilk günlerde, ve sonraki aylarda sürekli olarak bitkiler aldım. Evimin içinde kendime iki metrekarelik küçük bir botanik bahçesi kurdum, o sırada çoğunuz ekmek yapıyordu; ben de toprakla ve yaprakla var olabildim.

FELSEFEDE ŞEY

Varlığımızı anlamak ve böylesi bir zamanda yeniden anlamlandırmak, unuttuklarımızı kaybettiklerimizi hatırlamak için Heiddeger dan Brown’a, Harman’a  şeyler hakkındaki düşüncelerde kaybolmak gerek.

Pek çok filozofun tersine, varlığımızın olması ile değil anlamı ile ilgilenen düşünür Heiddeger, zamanına kadar yaygın ve biraz da Batılı nihilizmi içeren felsefi görüşlerdeki gibi, varlığın ne olduğuna çözüm bulmak ve düşünme eylemi ile uğraşmak yerine, varlığın çevresi ile ilişkisine odaklanmıştır. İsten canlı ister cansız olsun var olan şey içinde bulunduğu ortam ile yoğrulur ve burada anlam kazanır. Filozof, insanı kaygılı bir varlık olarak tanımlar çünkü ona göre aslında hepimiz bir hiç olarak başlarız yolculuğumuza. Kendi dünyamızda karşılaştığımız şeyler bizi bu kaygılarımızdan biraz olsun arındırır. Hiçlikten bireyliğe uzanan yolculuğumuzu şeylerle donatırız.

Eşyalar somut şeylerimizdir. Şeyi anlatırken, örneğin bir sürahi de nesnelleştirir şeyi. Sürahi de bir şeydir. Sürahi aslında içinde sıvı taşımaya yarayan bir kaptır. Tabanı, yan çeperleri ve belki bir de tutma yeri vardır. Kendi kendine ayakta durabilen bir nesnedir. Bu sürahinin bir insan elinde yapılmış olması ve onun bizim etrafımızda olması, bizimle girdiği etkileşim yani bizim o sürahiyi kullanıyor olmamız, onu bir nesne yapar: Bizim şeyimiz, varlığımızı sarmalayan, varlığımıza eşlik eden şey.

Böylece şeyler arasında, insan yapımı nesneler Heiddegerci bir biçimde varlığımızı anlamlandıran kimi zaman da kaygılarımızı yok eden birer varlığa dönüşürler.

Filozofun sürahi örneği, oldukça detaylıdır. Örneğin o sürahiye şekil veren yapıcının bu şeyle olan ilişkisi irdelenir; bu nedenledir ki bu felsefi yaklaşım edebiyata, şiirie olduğu kadar “maker” lar dediğimiz yapıcılara ve yapıcı kültürüne ilham verici olmuştur. Şeyleri yaparken, yapma eylemi ile kendini anlamlandıran, işe yaramayacağı düşünülen şeylerden anlam üreten insan yeniden, yeniden varolur.

Sürahinin kendi kendine ayakta durabilen bir şeydir. Yerin üzerinde ayakta durabilmeye dikkat çeker burada düşünür. Onu yapan, topraktan var eden ve yine toprağın üzerinde ayakta tutabilecek formu veren insan kendi şeylerini durmadan böylece üretir durur. Bu şeylere kendi bilgisini, görgüsünü, yeteneğini katarak.. Bu durumda şey tam olarak nedir? Her şey ( lütfen ayrı yazalım !) biraz da bizlerden bir şey taşır o halde.

BOŞLUK DA BİR ŞEY

Bu sürahinin içi bilimsel olarak hava ile doludur. Burada hapsolmuş hava, sürahiye su konduğunda dışarı çıkar. Bir şey başka bir şeyi yerinden eder. Şeyler böylece oradan oraya yer değiştirir dururlar, birbirlerini etkileyerek. Bilimsel değil de algısal bakarsak da sürahinin içi boşluktur. Boşluk da bir şeydir. Hatta oldukça önemli bir şeydir.

Mimarlığı boşlukların tasarımı, boşluğun anlamlandırılması olarak tanımlayan pek çok insan var. İlkel ve gelişmemiş bir mimarlık anlayışı salt kütlenin kendisi ile ilgilenir bana göre, oysa asıl heyecan verici olan kütleler arasındaki boşlukların anlamında ve elbette boşlukta var olan kütlenin anlattığında. Yapı dediğin de bir şey sonuçta.

Boşluğuyla anlamından bir hayli koparılmış, adeta işlevi hiçlikle örtülmüş bir alanı, bir takım şeylerle doldurma çabası, bu şeylerin kentliye yeni bir varoluş vaadi sunması mesela benim Taksim meydanı yarışmasının bugünlerde halk oylamasına sunulan projelerindeki okumam oldu. O varoluşu çoğunlukla yeşil şeylerle anlamlandırma gayretini de son on yıllardır yaşadıklarımız doğrultusunda saygıyla selamlıyorum. Diğer yandan Taksim, bir meydan olarak kentteki varlığını sürdürüyordu. Meydanlar kentlerin boşluklarıdır ancak hiçbir zaman hiçlik değildir bu boşluk.

KENTİN “ŞEY”İ MEYDAN

Meydanlar özerinde toplaşan insanlarla anlamlanır. Meydana anlamını katan kalabalıklardır. Bu çerçevede başka bir fonksiyonu vardır o meydanın orada var olmasının. Meydan ve insan bir arada başka bir şeye dönüşür. Tıpkı Heiddeger ‘in sürahisinin içine dolan su ile başka bir şey, şarap ile başka bir şeye dönüşeceği gibi. Meydanın boşluğuna doldurulan ”şey” leri fazlaca sıradan bulduğum için, ve biraz da bu oylama işini fazlaca popülist bir girişim olarak gördüğüm için oylamadım projelerin hiç birini; bunu da not düşmek isterim.

“BOŞLUĞUN ANLAMI” OLAN ŞEY

Tasarım alanındaki bu boşluk/hiçlik kavramı belki de en çok Japonların yaklaşımında karşımıza çıkıyor. Yalın ürünleri ile ortaya çıkan Muji markasının direktürlüğünü üstlenmiş olan Kenya Hara, bu yalınlığı Japonların Kenso ismini verdiği bir kavramla açıklıyor. Hara’ya göre bu yalınlık anlamlı bir yalınlık, daha çok boşluğa form vermek veya gereksiz olandan arınmak gibi. Batılı kültürlerin nesnel dünyaya dair modernist ve minimalist yaklaşımlarından bir hayli farklı bir duruş.

Hara eski bir röportajında şöyle diyordu: “Kültürel geçmişimizden gelen boşluğa dayalı bir estetik anlayışın, günümüzün küresel ekonomileri ile anlam bulmaya çalışan materyalist toplumlarının geleceğini bir adım öteye taşımak adına kiritik bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Verime dayalı ekonomik sistemin yatırım getirisi hızla azaldı. Dünyamızda kaynaklar  artık kısıtlı ve iklim değişimi gibi faktörlerden zarar görüyoruz. Şimdi odağımızı bu türden bir estetiğe çevirmeliyiz.  Estetik güzellik kendi içimizden gelendir. Kendi duyu ve davranışlarımızda güzelliği, mükemmelliği bulma yeteneğimizdir.” Salgın öncesi çağa ait bu sözler, aslında bildiğimiz ama yaygın olarak dikkate almadığımız, şimdilerde ise hemen hemen tüm tasarım ve mimarlık söyleşilerinde, yazılarında ifade edilen “şey”ler.

EKRAN DA BİR ŞEY

Heiddeger’a dönersek, 1971 yılında kaleme aldığı “şey” metnine şöyle başlar: “Zaman ve alandaki tüm mesafeler kısalıyor. İnsanlık, daha önceleri günler süren yolculukları bir gecede tamamlayabiliyor. Eskiden ancak bir yıl sonra duyulan haberler artık radyodan (!) anında öğrenilebiliyor” Ona bu sözleri söyleten kamera ve film alanındaki teknolojik gelişmeler üstelik!  ve devam ediyor “İnsan önündeki en uzun mesafeleri, artık en kısa sürede ardında bırakabiliyor. Önüne de kat edilecek büyük mesafeler koyuyor, bunu yaparken her şeyi kendi varlığının önüne koyarak ve her şeye en kısa aralığı bırakarak”

Oysa bu kısalık, hız ve çabukluk hiçbir zaman yakınlık anlamına gelmiyor: “Mesafelerin kısalması yakınlık anlamı barındırmaz; uzak mesafeler de uzaklık (uzaktan erişilebilirlik) anlamına gelmez” diyiveriyor.

Bu satırları okudukça, Zoom, Teams, Webex üzerinde yapılan toplantılardaki yakınlıklarımız ve uzaklıklarımız geliyor aklıma. Ekran da bir şey; şu andan itibaren hayatımızdaki en öncelikli şeylerden biri üstelik.

Paul Virilio’nun deyimi ile, ekran mekanın boyutunu kaybettiğimiz yer. Zamanın teknolojik olarak dönüştüğü bir sahne. Hızlandırılmış bir sanallaştırma için monte edilmiş bir yüzey. Ekran denen şey, medya oluşumunun herhangi bir özelliğini geçersiz kılan, sanal ve metaforik bir kayıt.

Varlığımızı anlamlandıran şeyler sanallaştıkça biz de sanallaşır mıyız?

İnsanlık sanallığın (bu kelimeyi yüzeysellik, geçicilik ve beraberinde gelen yozlaşma gibi anlamlar da atfederek kullanıyorum ) dehlizlerinde kaybolurken, çağdaş bir felsefi yaklaşım, nesnelerin kendi varoluşlarına dikkat çekiyor. Nerede ise son beş yıldır sıkça konuşulur olan bu alan Nesne Yönelimli Ontoloji olarak adlandırılıyor. Kökenleri post modernist düşünceye kadar uzanabilecek olan bu yeni akımın öncüleri arasında Bruno Latour, Prof. Harman Graham gibi isimler var.

İNSAN ÖTESİ ŞEYLER

Spekülatif Gerçekçilik akımı ile kol kola gezinen bu yeni hareket aslında şeyler dünyasının insanlardan bağımsız bir varlığa sahip olduğunu savunuyor. Nesneler kendi aralarında gizemli bir iletişim ve etkileşim halindeler, belki konuşuyorlar da aralarında. İnsanın bu nesneleri yaratmış olması gerçeğine nerede ise pek değinilmeyen bu yaklaşım içerisinde daha çok, şeylerin özel hayatları ve gerçekliği anlamaya adanılmış görünüyor. İnsanı de cansız varlıklarla birlikte bir nesne olarak ele alan bu felsefi yaklaşım, klasik felsefedeki insan, insanın benliği, varlığı, aklı gibi insan merkezci kavramların yerine cansız varlıkları, onların biraradalıklarını yüceltiyor. Bir tür yeni dünya senaryolarını hayal etmesi bakımından bu felsefeyi okuyarak anlamaya ve takip etmeye çalışsam da, post human (insan ötesi) olarak anlatılan bu dünyanın bileşenlerinin aslında fazlaca insancıl olmasının ikilemini hala daha üzerimden atamıyorum. Eşyaların seslerini kaydeden, onları birer canlıymış gibi kabul eden bu insanların çalışmalarına büyük ilgim var; diğer yandan insan ötesi dediğimiz bu alanın, insanlığın çok eski çağlardan beri kadim kültüründeki mistisizm anlatıları ile fazlaca kesiştiğini görebilmek mümkün.

Yine de insanın çevresindeki şeylerle olan ilişkisini, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde ve gelişen teknolojilerle birlikte gittikçe yapaylaşan evrenimizde yeniden düşündürtmesi heyecan verici.

Hal Foster tasarım tarihinin önemli makalelerinden biri olan Tasarım ve Suç’ta şöyle diyordu: Stil sahibi olmanın bize karakter katacağı söylenir çoğunlukla. Ne var ki  yaşam stili adı altında sunulanlar, tüketim kültürünün ajanlarından başka bir şey değildir. Tasarım arzu ile ilgilidir. Ama ilginç bir biçimde bugünlerde arzu öznesiz ya da biraz eksikli görünüyor. Bu bağlamda tasarım yeni bir tür narsizmi tetikliyor: Tümüyle imaja dayalı, içselliği olmayan, kendi kendinin öznesi olan ve böylece her zaman kaybolma potansiyeli taşıyan.”

Bu kelimeler (ve devamı), tasarımın yaşamımızı anlamlandıran şeyler üzerindeki etkisini, salgın öncesi dönemde sert bir biçimde eleştiriyordu. Geçtiğimiz hafta dünyanın farklı yerlerinde izlediğim sunumlardan çıkarımım, yaşamakta olduğumuz bu deneyim, varlığımızı sorgulatırken, nesnel dünyamıza, yani asarıma dair yaklaşımlarımızı da tümü ile dönüştüren bir “şey” oldu. Bu dönüşüm kuşkusuz iyi bir dönüşüm üstelik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi