Şiddetin adresi belli mi?

Şiddetin adresi belli mi?
Ah, şu özgür yaşam isteğimiz!.. O olmasa ne güzel olacak. Hiçbirimiz öldürülmeyeceğiz. Hem ne zaman anlayacağız özgürlük isteğimizin gayrı meşru yaşam demek olduğunu? Ölen kadının değil onu öldüren erkeğin mağdur...

Ah, şu özgür yaşam isteğimiz!.. O olmasa ne güzel olacak. Hiçbirimiz öldürülmeyeceğiz. Hem ne zaman anlayacağız özgürlük isteğimizin gayrı meşru yaşam demek olduğunu? Ölen kadının değil onu öldüren erkeğin mağdur olduğu topraklarda yaşıyoruz ne de olsa!..

Önce küfrediyor, ardından tokat atıyor. Bu muameleye maruz kalan, sokağa çıkma yasaklı bir bayramda belli ki çalışmak zorunda olan bir kurye. “Bu yaptığın doğru mu?” diye soruyor kendini tokatlayan polise. “Ben yaptığım için doğru” yanıtını alıyor.
Bahçelerinde çoluk çocuk oturuyorlar. Dışarıdan bir ses onları “uyarıyor” “Girin içeri şerefsizler!” Benzer bir soru geliyor bahçeden. “Bu yaptığınız size yakışıyor mu?” “Kes sesini lan” cevabı geliyor ve ardından tüm aile dövülüyor. Neyse ki adaleti yeniden kuran görsel üretimi ve ardından görselin kendine yer bulabildiği sosyal medya şiddeti görünür kılabiliyor. Ama engelleyemiyor. Görüntüleri çeken vatandaş da şiddetten nasibini alıyor.
Aynı gün sokakta oynayan bir çocuk ve ailesi darp ediliyor, çocuk ters kelepçeyle gözaltına alınıyor. Ve bu ilk kez olmuyor. Son kez olacağa da benzemiyor.
Bu günlerin en tehlikeli eylemlerinden biri olan “ekmek almaya çıkma” da elbette cezasız kalmıyor. Bu kez “vekil” güvenlik güçleri ekmek almaya çıkanı darp ediyor, olan biteni görüp yardıma koşan diğerleri de ekmek alanın kaderini paylaşıyor.
Genç bir kadın kendisini “husumet içinde olduğu eski sevgilisine benzeten” bir erkek tarafından pompalı tüfekle, bir diğer genç kadınsa daha bir hafta önce şiddetine maruz kaldığı için şikâyette bulunduğu ve sonuç alamadığı başka bir erkek tarafından dövülüp ardından da göğsünden bıçaklanarak öldürülüyor.
Ve bunlar sadece dört gün içinde oluyor.
Yüreğimiz daralıyor, kalbimiz parçalanıyor, derin bir nefes alıyoruz. Ama o gün polis şiddetinin nefesini kestiği bir adamın haberi canlı canlı geliyor önümüze dünyanın öbür ucundan.
“Nefes alamıyorum, beni öldürmeyin”
Bunlar siyahi bir adamın son sözleri. Boğazındaki dizin sahibi polisin yüzündeyse belli belirsiz bir gülümseme var. Etraflarında toplananlar polise adamı bırakması için neredeyse yalvararak dil döküyor, ama polisin oralı olmaya niyeti yok.
Dolandırıcılıktan aranan bir suçluya benzemesi nedeniyle bir polisin dizi tarafından etkisiz hale getirilen George Floyd yine o dizin beş dakika boyunca aralıksız boynuna basması sonucunda boğularak ölüyor.
Münferitler Birleşir, Sistematik Olur!
“Elbette bunlar münferit olaylar, bazı kurumları yıpratmaya yönelik aşırı okuma yapılmış haberler” Her bir olaydan sonra buna benzer açıklamalar dökülüyor resmi dilin ağzından. Açıklamalar ne acıdır ki bununla da kalmıyor.
Başka parmaklar da sallanıyor yüzümüze. Ah, şu özgür yaşam isteğimiz!.. O olmasa ne güzel olacak. Hiçbirimiz öldürülmeyeceğiz. Hem ne zaman anlayacağız özgürlük isteğimizin gayrı meşru yaşam demek olduğunu. Ölen kadının değil onu öldüren erkeğin mağdur olduğu topraklarda yaşıyoruz ne de olsa.
Kaç münferit birleşirse sistematik olur? Bu soru kafamızı kurcalıyor.
Başka sorular da var aklımızda dönüp duran. Salgın sonucu kapandığımız izole yaşantımız, sokağa çıkamaz hallerimiz mi arttırdı bu şiddeti? Yoksa o şiddet hep vardı da, yaşadığımız olağanüstü şartlar mı görünür kıldı onu? Belki de salgın o bize durup durup parmak sallayan muktediri ve onun gündelik yaşamdaki vekillerini daha da futursuz yaptı. Kontrollü yaşamlarımız kontrol edilebilmemiz için daha da uygun zemin hazırladı. Sağlığımızı korumak için varoluşumuzu izole etmemizle içinde yaşadığımız siyasi yapının otokratlaşması arasındaki çizgi belirsizleşti, sınırları birbirine geçişen amorf bir yapı haline geldi. Bizi güvende tutmak için varolan güvenlik güçlerinin dilinden mağdura doğru dile geldi. “Ben karar verdiysem, ben yaptıysam doğrudur” cümlesiyle.
Evinin bahçesinde oturan vatandaşın başına gelenleri görüntüleyen kişinin dilinden de,şiddetin ona maruz kalanın kodlarını bir çırpıda söyleyiveren cümlesini de duyduk, unutmayalım. “Gariban bir aile” Şiddetin güçsüz olana, anlamakta zorlandığımıza, pek de kabul etmek istemediğimize, aramızda simetrik bir ilişki kurmadığımıza yöneltilmiş halini tanıyoruz. Mağdurun kadınlar, çocuklar, siyahiler, LGBT bireyler, engelli bireyler, “gariban aileler”, hayvanlar, ağaçlar, bitkiler ve doğa olduğunu biliyoruz.
Şiddetin Dinamiklerini Anlamanın En Etkili Yolu: Dogville’i Yeniden Hatırlamak
Suç nedir? Suçun doğası nedir? Doğuştan suçlu muyuz? Şiddeti öğreniyor muyuz, yoksa o zaten doğuştan itibaren içimizde mi?
Lars von Trier’in “Dogville” adlı filmi bu soruları merkezine koyan, suçun ve şiddetin çekirdeğine gözünü dikmiş, titizlikle yaptığı araştırmadan çıkardığı sonuçları tane tane heceleyen, benzeri bugüne dek yapılmamış, nadir bir film. Filmin yaratıcısı; yalnızca gerçeklerden yola çıkarak vardığı sonuçları izleyenin gözüne sokmadan sakince sindirerek kavramasını sağlamakla kalmıyor, neredeyse toplumsal kuralların karşı durulmaz kitabi bilgisinden yola çıkarak oluşturduğu kendi bilgisini (kendisinin kıldığı bilgiyi) hiç tereddüt etmeden merkeze yerleştiriyor. En hassas dengede, bir milim dahi kıpırdamadan, ahlaklı bir bakışın asırlar boyu deforme olmayacak kaideleşmiş sağlamlığıyla… Ne de olsa Tanrı’ya karşı ve Tanrı’yla birlikte, her durumda, içinde Tanrı sözü geçen suç gibi büyük kavramlar söz konusu olduğunda, söz aldığımız andan itibaren biraz da onun, o yüce Tanrı’nın (babanın) yerine göz dikmiş oluyoruz. Bu durumda masumiyetten ve suçun olmadığı saf zamanlardan söz etmek mümkün mü? Yönetmen yola çıkarken bu soruyu önce kendisine sormuş olmalı. Ki bu da yaratıcılığının sınırlarını her seferinde zorlayarak sağlamlaştıran Lars von Trier’in (ve elbette onu izlerken içselleştirenlerin) kendisine en çok yakışan özelliklerinden.
“Dogville”i izlerken (ve aynı zamanda onu bir kitap gibi okurken, demek gerekir; zira bu film sadece bir film olmakla kalmıyor, sinemasal cazibelerden feragat etme pahasına minimalist bir görsel iddiayla birlikte ve belki de bizzat bu sayede metinsel bir iddia da sergiliyor) her hecede hem kendi psikanalitik derinliklerimize inebilir hem de toplumun masumiyetini bozan suçun doğasına ilişkin bazı yaklaşımlarda bulunabiliriz. Yönetmen belli ki filmin her karesinde seyircinin kendisiyle, kendi doğasındaki suç tohumlarıyla, şiddet güdüsüyle hesaplaşmasını hedeflemiş, kendisi de belli ki bu kavramların kendi doğasındaki yansımalarını uzun uzun incelemiş ve sonuçta filmdeki anlatıcısı gibi donuk, mesafeli bir gözlemci olarak uzakta durmayı seçmiş. Dogville, sadece suçun doğumuna gözlerini hiç kırpmadan bakmayı başarabildiği için bile sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak sayılmayı hak ediyor.
Ama filmde kiminle özdeşleştiğimize dikkat etmeliyiz. Çünkü yönetmen filmin sonunda müthiş bir tersine vuruşla izleyicisini yere serecektir. “İyi” olanla özdeşleşmeyi seçenler (ki her zaman çoğunluktadır onlar) bir kasabayı yok edebileceklerini görecek, mağdur olduğunu sandıkları ezilmiş karakterin silahı (güç) eline aldığı an “suç”un kökünü kazımak iddiasıyla kollarını çoktan sıvamış gangsterlerin arabasına binerek gidişini şaşkınlıkla izleyecektir. Lars von Trier’in filmlerini izlerken kendimize karşı “uyanık” olmak birinci koşuldur. Filmin psikanalitik simgelerle, mitolojik ve dinsel göndermelerle bezenmiş, insan doğasının en bilinmez dehlizlerinde elinde sadece bir mumla gezinişini “suç” kavramının toplumun olmazsa olmaz karakterlerinden biri olduğunu algılamak için film yeniden ve tekrar izlenmeli.
Bir Haneke filmi gerginliğinde yaşadığımız şu günlerde yine onun bir sözüyle noktalayalım yazıyı. Evimizde hem Dogville’i hem de dünyayı izlemenin mottosu olarak…
Hepinize huzursuz seyirler!..