ŞİİRSEL KARALIK

ŞİİRSEL KARALIK
Dilek Kartal, kendi sesine sahip çıkmaya çalışan ama bu sahiplenmeyi şiirinin esas meselesi hâline getirmeyen ve üstelik şiirsel romantizme de teslim etmeyen bir sesle yazıyor şiirlerini.Şiirsel karalıkla, bir taraftan belli bir...

Dilek Kartal, kendi sesine sahip çıkmaya çalışan ama bu sahiplenmeyi şiirinin esas meselesi hâline getirmeyen ve üstelik şiirsel romantizme de teslim etmeyen bir sesle yazıyor şiirlerini.

Şiirsel karalıkla, bir taraftan belli bir dönemin şiirine bağlanmayı isteyen, ancak bunu tam başaramayan (belki başarmak istemeyen), yine de bu bağlanma isteminin izlerini taşıyan, diğer taraftan konusuyla politik olmaya açık ancak bu açıklığı, belki sadece bugünün hikâyesini içerden anlatmaya yönelmiş bir sadelik ve içtenlikle sürdüren bir tutumu kastediyorum. Nasıl anlattığından çok, anlatmak istediği şeye kapanan bir karalık ve kararlılık.
Dilek Kartal’ın şiirleri bu belirlemeye uyuyor; uymanın ötesinde, şiirsel tutumu nedeniyle örneklendiriyor da. “Karaşınlık”, “kara kafalılık” vs. gibi marjinalliği kendisine sermaye edinen bir ötekiliğe prim vermeden varolan bir tutum. Başka renkleri sevemiyor, başka renklerle kurulu bir dünyanın varlığına inansa da, gözlerini kapatıp bu kara dünyaya teslim oluyor (“haklısın/benden yeni dünyalar falan beklendiği yok”).

Dilek Kartal’ın şiirlerinde en göze batan şey, bir zamanların gözde eleştiri kavramıyla söylersek, “etkilenme endişesi”ni taşımaması. Şiirlerindeki dilsel ortaklık, karalığın kendisine yer bulduğu bir ortaklık değil, bir gelenekten, belli bir isimden beslenmesini haklılaştırdığı bir birikime yaslanmıyor, dile kavuştuğunda öğrendiği tadı mümkün araçlarla ifade etmekten başka bir amacı yok: “neden bütün o beylik lafları/başka acılarda tükettin ki sen/neden o katı açılmamış küfürleri/başka acılarda..”
Dile bulaşmış olmanın, hayata bulaşmanın dolaysız bir sonucu. İki şiir yahut iki şair arasında kandaşlık keşfeden okuyucunun hınzırlığına ya da zekâsına pek fazla prim vermeden sözü sürdürmenin gözü pekliği, yol üzerinde bazı fazlalıkların terkedilmesi, bazı yüklerin devralınmasını gerektiriyor. Öteye beriye gitmekten çekinmeyen bir deneyselliğin belirlediği şiirsel dilin hazırladığı hayat-alanında sarsılarak, düşerek, çamura bata çıka yola devam eden şairin kirlenmekten yana bir sıkıntısı yok. Gelgelelim, “kirlenmekten sakınmayalım” bayrağını da yükseltmiyor.
Dilek Kartal’ın şiirlerindeki sahiciliğin dayandığı yer, bir tür “öznel karalık”ın “şiirsel karalık”a dönüş(türül)mesi; sınıfsal (doğrudan böyle bir nitelemeye indirgenemeyecek bir dolayımla elbette) ve muhtemelen etnik bu karalık, tecrübenin herhangi bir estetik ölçütün sınırlamasına aldırmaksızın kendisini ifade etmesi şeklinde özetlenebilir: “ne kösnül bir sarkaçın burgacından/esrimiş degajlar çekebilirim dünyaya/ne de eprimiş bakışlar/küflü peynirimin terliğe ters köşe derinden/tin ve töz. ve usumun yamaçlarından/yarı beline kadar sarkan bu üzünç/hiçbiri, çok şükür hiçbiri meselem değil.” (Bu mısraların başlığı da ilginç: sana’ta inat) Şiire bir görev yüklüyor belki ama görevli bir şiirden çok, görevli bir şaire, karalığı kendisine ister istemez görev edinen bir şairin tercihten çok çâresizliğin, “gideri vardan” çok “ben buyum, ne yapabilirim”in sınırlarında zenginleştirdiği ve zenginleştiğini farkettiğinde, şiirin doğduğu karanlığa geri geri çekilerek eksiklenmeyi, eksik kalmayı kabul eden bir açılma bu: “abilerim, ablalarım/dünyanın bütün ordularına yetecek kadar/ hezimetim var/yok mu isteyen aranızda!”

Sonuçta eksiklik, şairin vardığı ve kabullendiği bir şey. Gelgelelim, bu eksiklikle dövüşmek ve kendi sınırlarını görmek, kendi sınırlarının sunduğu dışlanmışlığı yaşamak, mümkün bütün ortaklıkların aslında varlıktan çok yokluğa, tercihten çok mecburiyete dayandığı ve bu ortaklıkların aylak adam konformizminden daha fazlasına varamayacağını bilen, hisseden bir kabullenmeden söz edilebilir: “burada duralım! çok daraldım ben bu hazrolmalardan/olmasak artık. tam olmasak, tamam, tastamam hiç/yarım yamalak, çarpık çurpuk, eksik gedik/sası olsak biraz, ham, hatta çiğ”.
Kartal’ın neredeyse bütün şiirlerinde orta-sınıf hayatın ve bu hayatın dayandığı sefilliğin ve görünür vasatîliğinin bir eleştirisi var, özellikle ilk kitabındaki şiirlerinde: “duralım n’olur!/cidden çok sıkıldım çünkü bu cici olmalardan/bu janti, bu sinek kaydı/bu pür edep adamlardan dahi kadınlardan/n’olur azıcık yamulsa yakamız, ağzımız azıcık bozulsa/hem demez miydik/hak edene hakettiğini vermemek zulümdür/sevemez misin beni ha/arada bir şöyle elimi belime koysam”. Giderek durulsa ve evcil bir huzursuzluğun daralttığı kalp çarpıntısıyla yuvasına dönse de dışarının telaşını ve gerilimini hissetmeye devam ediyor: “bir şey kalmalı çünkü aklımızın kaçıp kaçıp sığınacağı/bir şey kalmalı her şeyi yerine koyabilecek bir şey/kalmalı ve toplayıp meydanlardan artıklarımızı/iyi bir şey kalmalı bizden-su gerek!/-ikimizden güzel olan sensin yağmuru çağır!”

Kartal, her şeyin “burasına geldiği”, “kısa boylu,” bu yüzden “ne yapsa, ne söylese boyundan büyük olacağını” bilen, E-5’in şanssız tarafından, “gövdesini küçülten”, asgari ücreti ve Roboski’yi şiirine taşıyan bir kadın ama bir “kadın şair” değil. Bunu şiirinde zaman zaman yükselen maskülen sese bakarak söylemiyorum (“bir kadın kıyamda” başlıklı şiiri bile, nasıl demeli, “eril bir tını”ya sahip); cinsiyet konumuyla ilgili verili klişelere, kalıplara itibar etmiyor. Babasıyla barışıklığın yarattığı sıcaklığı (“bazen babamla gideriz, çok uzağa değil şuralara/babamın gençliğine gideriz, benim gençliğime/birer sigara yakar, vay anasını deriz/babamın sol yumruğu vardır oralarda/benim solaklığım, kalemi sol elimde tutmam/ellerine bakarım babamın, sol yumruğuna/eğilip öperim sağ sol farketmez/babamın elidir sonuçta”) gizlemiyor meselâ.

Buradan, bir tür şiirsel duyarlılığın, baygın bir ben-yüceltiminin ve “ezilmenin kârı”nın reddedildiği bir düzeye çıkıyoruz, “şiir de bir yere kadardır” ve bazen “ince uzun bir kuyrukta kalmaya sebeb olanlara kalın kalın sövmek” gerekir. Zaten, “saflık derecesi” ne olursa olsun, bazı şeyler “şiirin umrunda bile değildir.” “Bir yer olsa da gitmesek”tir-gidelim buralardan değildir; yorulunmuştur: “yoruldum ben!/flaş flaş flaş/bir son dakika daha-darbe klişelerinden-/…göz göze kör, iz ize düşman. yoruldum/söz, söz olalı beri ilk defa bu kadar sefil”.
Dilek Kartal, umalım, artık kimselerin pek de dönüp bakmadığı edebiyat tarihindeki yerinin ve şiir pazarındaki hakkının peşinde koşan arsız bir kuşağın içerisindeki farklı sesini ve tutumunu devam ettirir.
1- Dilek Kartal’ın “anlatı” kitabının adı, Çünkü Hayat Bulaşıcıdır (İzdiham: İstanbul, 2018). Bir açıklamadan çok kaçınılmazlığı, maruz kalmışlığı ve “durumu” ifade etmek üzere, “bulaşıcılık”, “bulaşılmışlık”.
2- Taşı Kim Atacak (2014), İstanbul: İzdiham, 2018. Çifte Açmaz, İz: İstanbul, 2016. Kartal’ın şiirleriyle tanışmamı sağlayan, kitaplarıyla artık kurumsal şairimiz statüsündeki (dolayısıyla benim “okuma boyumu” aşan) üstelik Yazarlar Birliği ödülü de almış olan Suavi Kemal Yazgıç’a teşekkür ederim. Tırnak içindeki alıntılar şairin kitaplarından; okur, adı üzerinde, merak ediyorsa, bir zahmet okusun şiirleri.