Memetcan Demiray

Memetcan Demiray

Size kaç gram özgürlük lazımdı?!

Bir yanda sanat eserlerine domates çorbası, patates püresi fırlatan "iklim aktivisti" gençler... Diğer yanda esrarı yasal hâle getirmeye çalışan siyasiler... Savaş ve ekonomik kriz günlerinde Avrupa sahiden de "boş işlerle" mi uğraşıyor? Cevabı "ileri demokrasiler"de aramak gerek belki... İşte "taziye yemekleri"ni yasaklayan (!) ülkemizde peynir bile artık dilimle satılıyor!


Sanat sanat için mi yapılır halk için mi? "Türkiye solu"nu her daim ikiye bölen bu soru çoktan 90'ların sigara dumanı kaplı üniversite kantinlerinde kaldı! Şimdi Avrupa çok daha ilginç bir meseleyi tartışıyor: Sanat mı daha önemli, "iklim krizi" mi?!
Haydaa... Dünya zaten yangın yeri... Böyle "suni" bir gündem mi kusur kalmıştı?
Oysa çevre örgütü "Letzte Generation" (Son Jenerasyon) üyeleri için mevzu gayet hayatiydi. Devletlerin fosil yakıt politikalarını protesto eden aktivistler, Almanya'da otoyollara yatıp trafiği durduruyor, küresel ısınmaya dikkat çekmeye çalışıyorlardı. Aynı gençler şimdi de müzeleri hedef almaya, paha biçilmez tablolara saldırmaya başlamıştı! İşte Dresden'de kendilerini Rafael'in "Sistine Madonna"sına yapıştıran ikili... Eserin çerçevesine 10 küsur bin avroluk zarar vermişti! Eylemde "reform" mu, "vandallıkta rönesans" mı? Sosyal medyada ortalık bir hayli karışacaktı!

'ANTİSOSYAL ZAVALLILAR' MI?
 
Derken iş büyüyor, başka ülkelere de sıçrıyordu. "Just Stop Oil" hareketi Londra Ulusal Galerisi'nde Van Gogh’un “Ayçiçekleri” tablosuna domates çorbası fırlatıyor, Avustralya’da Yok Oluş İsyanı (Extinction Rebellion) üyeleri Picasso başyapıtına ellerini yapıştırıyordu. Bu "empresyonist" akımdan Johannes Vermeer'in "İnci Küpeli Kız"ı ve son olarak Monet'nin Barberini'deki 110 milyon dolarlık "Saman Yığınları" da patates püresiyle nasibini alacaktı!
Sahi ne oluyordu bu gençlere? Tepkiler hayli sertti. Kimileri onları "barbarlık"la suçluyor, kimileri "tuzu kuru burjuva çocukları", "antisosyal zavallılar" diye niteliyordu. Hatta Bavyera İçişleri Bakanı'na göre olayların tırmanması ve şiddetin hedef değiştirmesi mümkündü. Öyle ya, "soyut değerlere ve nesnelere bunu yapan bireylere ne yapmaz"dı?

UHU İLE 'SİVİL İTAATSİZLİK'!..

Die Welt yazarı Magnus Klaue de yaşananları etik açısından ele alıyor ve 80'lerin "pasif direniş"leriyle mukayese ediyordu. O zamanlar sırf bedenlerini kullanarak oturma eylemi yapan insanlar hayli barışçıydı. Halbuki iklim aktivistleri UHU ile kendilerini tablolara yapıştırırken sökme görevini güvenlik güçlerine devrediyor, bir bakıma sorumluluğu üstünden atıyordu. Bu da "sivil itaatsizlik" açısından son derece sorunluydu.
Philosophie Magazin'den Frédéric Manzini ise olup bitene tam ters açıdan bakıyor ve gençlerin mesajını sorguluyordu. Sahi, çevre sorunlarını protesto etmek için petrokimya fabrikaları, AVM'ler, benzin istasyonları dururken müzeleri seçmek nedendi?
Manzini'ye göre "değer" anahtar kavramdı. Tablolar adeta "meta"laşmış, milyon dolarlara satılırken aynı parayı ekolojiye harcamak... Dünya buna hazır mıydı?

MODERN 'İKONOKLASTLAR' VE AYÇİÇEĞİ

Kaldı ki "dikkat" anlamında da insanlık, doğaya vermediği değeri onun "temsili"ne cömertçe sunuyordu. İşte ayçiçekleri... Endüstriyel şekilde, sap ve yağ olarak tüketiliyordu. Oysa ayçiçeğinin natürmortu, dört duvar arasında (ve klimalı ortamda!) büyük hürmet görüyordu! Yani gençlerin Van Gogh'u seçmeleri boşuna değildi.
Ve tabii dehşete düşürülen müze ziyaretçileri... Onlar da iklim krizine "seyirci" kalan bizlerin temsiliydi. Çevre felaketleri bizzat gündelik eylemlerimizin neticesiydi. Halbuki biz dünyayı "felç edici bir atalet ve pasifizm" ile sadece izliyorduk. Aktivistler buna karşılık yasakları çiğniyor, sınırları aşıyorlardı. Peki onları eleştirenler nasıl bir eyleme katılmış, tepkilerini nasıl dışa vurmuşlardı?
Şimdi bu gençleri IŞİD'e benzetmek... İşin kolayına kaçmaktı. Neticede saldırdıkları tabloların camekânda korunduğunu biliyorlardı ve modern "ikonoklast"lar (putyıkıcılar)... Baksanıza, bize bu satırları yazdırmayı başarmışlardı!

DUMANLI BİR TARTIŞMA: ESRAR ALMANYA'DA!

Yine bu hafta Almanya'nın esrarı yasallaştırma yolunda adımlar atması çok konuşulacaktı. Elbette hükûmetin amacı "karaborsa"yı bitirmek ve zaten önlenemeyen tüketimi denetim altına almaktı. Buna göre yetişkin bireylerin keyif amaçlı 20 gram esrar taşıyabilmesi suç kapsamından çıkarılacaktı. Hatta tıpkı Hollanda'daki gibi, "ot" satan kafelerin açılması bile gündemdeydi.
Ama o da ne?!
Eczacılar "torbacıya döneceğiz" diye isyan ediyor, doktorlar gençlerin korunması yönünde uyarılar yapıyordu. Peki ya "cigara" içip araba kullananlar olursa?.. Onlar için de polisiye önlemler lazımdı.
Liberal parti FDP ise yasayı çok başka bir yönden eleştiriyordu: Bir erişkinin maksimum 20 gram esrar taşıyabileceğine kim, ne hakla karar vermişti?! Devlet bu işlere burnunu sokarsa, bir gün evde bulunduracağımız bira ve şarap miktarına da karışabilirdi! Yani hürriyet: Ya hep, ya hiçti!

ARTIK PEYNİR DE GRAMLA...

İşte binlerce yıl önce Atina agorasında başlayan "özgürlük" tartışmaları günümüz Avrupa'sında böyle devam ediyor. Bir yanda Ukrayna savaşı, bir yanda ekonomik kriz varken böyle bir gündem... Kimilerine "şımarıklık" gibi geliyor. Ve konu derhal "üç-beş çapulcunun" hezeyanı ve "iki ayyaşın kafa iyiliği"ne indirgeniveriyor.
Ekonomik kalkınmanın hür düşünceden, kaliteli yaşamın müzakere kültürü ve uzlaşmadan doğduğu unutuluyor. Kant ve Nietzsche'nin ülkesinde bile!..
Hâl böyle olunca insan yaşadığı yere bir kez daha şükrediyor! Batı iki yağlı boya tablonun güvenliğini sağlayamazken Türkiye koskoca aile kurumunu eşcinsellikten koruyacak (!) yeni anayasa planlıyor! Aksaray Valiliği kentte "taziye ziyaretleri"ni yasaklıyor, cenaze sahiplerinin tavuklu pilav dağıtmama özgürlüğünü tanıyor.
"Porsiyonları küçülterek" ilerliyoruz "Türkiye Yüzyılı"na... Dileyene İzmir tulum, dileyene klasik Ezine... "İleri demokrasi"lerde peynir bile artık gramla satılıyor!

BUGÜN BURADA, YARIN ORADA

"(...) Beni çok az özleyecek,

Birkaç gün sonra çoktan unutmuş olacaklar,

Uzun zaman sonra başka yerde olduğumda...

Rahatsız etmiyor ve ilgilendirmiyor beni.

Belki yüzüm kalır.

Birinin ya da bir başkasının aklında..."

En son haziranda bir şarkı paylaşmıştık. Yine Hannes Wader'in sesinden gitsin "oraya"... Şimdiden çok özlediğimiz Ahmet Tulgar'ın gülen yüzüne ve unutulmaz anısına...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Memetcan Demiray Arşivi