‘SİZİ ALMANYA’YA GÖTÜRECEĞİZ’ DEDİLER GÖZÜMÜZÜ KABİL’DE AÇTIK

Eskiden konuklarımız AB temsilcileri, Yunanistan Başbakanı, Norveç Dışişleri Bakanı, İspanya Cumhurbaşkanı falandı şimdi ise Taliban terlikleriyle VIP’ten giriyor ve en üst düzeyde görüşmeler yapılıyor. Velhasıl; “Sizi Almanya’ya götüreceğiz” diye kamyona bindirdiler, hepimiz gözümüzü Afganistan’ın başkenti Kabil’de açtık…

Şener Şen ve İlyas Salman’ın başrollerini paylaştıkları, Ertem Eğilmez’in yönettiği Banker Bilo filminde meşhur bir sahne vardır. Almanya’dan gelen Maho (Şener Şen) Adıyaman Kahta’daki köyüne lüks bir arabayla döner. Maho, fakir köylülerine Almanya’da çok para kazanabileceklerini ve çok daha iyi bir hayat yaşayabileceklerini anlatır. Eğer isterlerse 10 bin lira karşılığında onları Almanya’ya götürebileceğini ve orada onlara iş bulabileceğini söyler. Bilo (İlyas Salman) bu harika vaatler karşısında evini ve tarlasını satar ve parayı köylüsü Maho’ya verir. Maho hem kendi hem etraf köylüleri dolandırır. Onları Almanya’ya götüreceğini söyledikten sonra hepsini İstanbul’un orta yerine bırakır. Bilo ve diğer kandırılan köylülerin Münih’te değil de İstanbul’da olduklarını kabullenmeleri ise geçirdikleri şokla daha da zorlaşır.

10 Aralık 1999’du... Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de tarihi anlar yaşanıyordu. Türkiye’nin 60’lardan bu yana süren Avrupa serüveninde çok önemli bir eşik aşılmıştı. Helsinki'de yapılan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde, Türkiye,  oybirliği ile AB tam üyeliğine aday ülke olarak kabul ve ilan edilmişti. Oysa bu kabulden kısa süre önce iki Avrupa Birliği komiseri ve dış ilişkiler komitesi temsilcisi, Kıbrıs meselesi ve serbest geçişle ilgili Türkiye’nin iddialarından vazgeçmesi koşuluyla aday üyeliğin başlatılabileceğini söylemiş; hani ‘hasta, zayıf’ dedikleri Başbakan Bülent Ecevit ise bunun Türkiye’yi aşağılayıcı bir ifade içerdiğini söyleyerek görüşmelere bu nedenle katılınmayacağını ifade etmişti. Ya eşit şekilde masada olacaklardı ya da yeni bir yol açacaklardı.

AB’YE GİRMEYE KARARLI BİR TÜRKİYE

Meclis’te büyük çoğunluk ve kamuoyu bu görüş etrafında birleşmişti. Türkiye; eksiklerine, ekonomisinde yaşanan sorunlara, demokrasisindeki aksaklıklarına ve eğitim alanındaki problemlerine rağmen tam üyelik hedefinde ilerlemek istiyordu. Bu sorunların üzerine gidilmeli ve Türkiye insanı da çağdaş ülke vatandaşlarıyla eşit şekilde yaşayabilmeliydi. Bu farkı kapatmak için de eğitimden, sağlığa, yargıdan medyaya kadar gereken reformları yapmaya kararlıydı.

Avrupa, Türkiye’nin blöf yapmadığını ve eşit üyelikte kararlı olduğunu görmüş ve tam üyelik sürecini başlatmıştı.

Türkiye'nin adaylık statüsünün teyit edilmesi ve Türkiye'nin AB'nin yeni genişleme politikası çerçevesinde oluşturulan sisteme, diğer aday ülkelerle eşit statüde katılacağına ilişkin karar, Türkiye-AB ilişkilerinin dönüm noktası olmuştu.

Başbakan ve hükümeti kararlıydı. Türkiye terör belasını sıfırlamış, eğitim, tarım, sanayi, AR-GE ve uyum yasaları çerçevesinde tarihinde az rastlanır biçimde çalışmaya başlamıştı. Meclis’te bir uzlaşma komisyonu kuruldu. Bütün partiler bu masada yerini aldı. Bugün halen iyi diye referans alınan birçok kanun işte bu komisyon sayesinde geçti. Temel eğitim baştan aşağı yenilendi, demokratik açılımlar sağlandı, eksikliklerine rağmen ifade hürriyeti alanları genişletildi. O dönemi hatırlayanlar bilir; yasama, yürütme ve yargı tamamen güçler ayrılığı çerçevesinde çalışır hatta bu 3 ayağa bir de medya eklenirdi. Bugün hayal dahi edilemeyecek tartışma programları ve açıklamalar çok rahat yapılır ve gazeteciler istediği kişiye istediği soruyu sorabilirdi. Tüm aksaklıklarına rağmen yargıya güven anketlerde en üst sıradaydı. Vatandaş bir bakan hatta başbakanla problemini yargıya taşır ve haklıysa kazanırdı. Örnekleri de çoktur. Bırakın yargıya talimat verilmesini; süren bir dava ile ilgili bir hükümet naif bir yorum yapsa medya topa tutardı. Bugün 30 bini geçen sadece Cumhurbaşkanı hakaret davası var; o dönem en ağır eleştiri, hatta hakaretlere rağmen Başbakan tek bir gazeteciyi ya da vatandaşı dava etmedi. RTÜK’e talimat vermedi. Patronlarını aramadı.

UYUM SÜRECİNİN SONUÇLARI

Bankaların hortumları BDDK ile bir anda kesilmiş ve kamu kaynaklarının yağmalanması engellenmişti. Dolar 1.40’lardaydı! Türkiye’de ne yağ ne de benzin kuyruğu falan da yoktu!

Dün FETÖ, bugün TÜGVA liste vererek devlete istediklerini yerleştiriyor ama o dönem mülakat zırvalığını ortadan kaldıran KPSS getirildi. Bugün torpili olmadan giren ve halen çalışan neredeyse bütün memurlar işte o düzenlemeyle haklarıyla kamuya yerleşmiştir.

Merhum Mesut Yılmaz’ın çok fazla eleştirilecek yeri var ancak; “Avrupa Birliğine hiçbir zaman alınmayız” tepkilerine karşın Başbakan Yardımcısı Yılmaz “Önemli değil. Alsınlar ya da almasınlar. Biz bunları yapalım, kendimiz için yapalım” diyordu.

Bugün halen geçerli olan üniversite bünyesindeki örgütlenme hakları, memurların grev konuları işte ta o zaman çözüldü. Sağdan soldan bütün sendika başkanları grev, toplu iş ve sözleşme kanunu mecliste oy birliğiyle geçerken izleyici sıralarından ayakta alkışlıyordu.

Bugün yediğimiz, içtiğimiz gıdalarda, arabamızda kullandığımız malzemelerde iyi kötü bir standart varsa işte bunlar o dönemde geldi.

Medya mensupları iktidar muhalefet fark etmez; yayınlarda karşılarına aldıkları politikacıları terletmeden bırakmıyordu. Bütün genel başkanlar seçim öncesi ve sürecinde yayınlara yan yana çıkıyor; ve en ağır soruları herkesin gözünün önünde yanıtlıyordu. Çünkü bu sadece onların kişisel yapılarından değil aynı zamanda ülkedeki yasama, yürütme, yargı ve medya güçler ayrılığının bir gereğiydi.

Bir soru önergesi verildiği zaman Bakanlar ve kurumlar anayasal zorunluluklarını yerine getiriyor, ne sorulduysa yanıt veriyordu. Bakanların mecliste hesap vermediği gün neredeyse yoktu. Sayıştay Raporları alınan tek bir kalemi, harcanan bir kağıdı bile yazıyordu. Bütçe görüşmelerinde bakanlar tek tek hesap veriyordu.

Ekonomik sıkıntı yok muydu? Tabi ki vardı. 12 Eylül sonrası kök salan Neo-liberal politikalar ve 90’ların çeteler ve OHAL dönemiyle kamu malları yağmalanmıştı. Ne mi oldu? Savcılar harekete geçmiş; görevdeki bakan yüce divanda yargılanmış; hatta Cumhurbaşkanı Demirel’in yeğeni bile hakim karşısına çıkarılmıştı. Şimdi bunların yapılmasını bırakın; söylemek hatta fısıldamak bile bütün bu olan bitenlere rağmen mümkün değildir. Suçu işleyen değil; suçu bulup ortaya çıkartan kendisini hakim karşısında bulur.

Yoksulluğa ve ekonomik darboğaza rağmen devletin malları satılmıyordu. Kısa bir refah adına, iktidarı az rahatlatacak beton ihaleleri yapılmıyordu. Devlette bir uzun solukluluk hakimdi.

Rüşveti bırakın, iddiası bile istifaya yetiyordu. Evet, evet istifa diye bir şey vardı o zamanlar.

YÖK vardı ama saygın akademisyenler linç edilmiyordu. Türkiye’nin dış politikada net bir çizgisi vardı. Her şeye rağmen hedef Avrupa hayatı ve misyonuydu. Halkımız o dönemlerde Almanya’yı, İtalya’yı, İngiltere’yi araştırıyordu. Orta Doğu ve şeriat ülkeleri neredeyse haber bile yapılmazdı. Toplumda bir kıyas hakimdi ve vatandaş kendi ülkesini değerlendirirken kıyaslama yaptığı ülkeler hep Avrupa’daydı.

NASIL BAŞLADI NASIL BİTTİ?

Derken 11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kule saldırıları yaşandı. Orta Doğu ve yeşil kuşak diye adlandırılan İslam ülkelerinde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. ABD, tüm dünyaya yalan söyleyerek ‘Irak’ta kitle imha silahları var’ dedi. Türkiye üzerinden Irak’a harekat yapmak istedi. Başbakan Ecevit’ten üs ve geçiş izni istedi. 60 bin ABD askerini Türkiye’ye sokmayı talep etti. Ecevit “Biz bağımsız bir ülkeyiz bunu yapamayız. Komşu bir ülkeyle bu onulmaz ve tarihsel yaralar açarız” dedi. Evet deseydi iktidarını sürdürebilirdi. Çengiz Çandar “ABD Irak’a harekat yapacak ve bu hükümet gidecek” dedi. Öyle de oldu. Borsa ve medya harekete geçirildi ve 3 Kasım 2002’de Türkiye bambaşka bir sayfa açtı.

AKP yüzde 36 oy almış ama seçim sistemi sayesinde Meclisin çoğunluğuna sahip olmuştu. ‘Yolsuzluk, yasaklar ve baskıyla mücadele edeceğiz, ekonomiyi düzelteceğiz, demokrasiyi taçlandıracağız, YÖK’ü kaldıracağız, vesayeti bitireceğiz ve Türkiye’yi AB’ye sokacağız’ dediler. Hatta 2004’te müzakere tarihi alındı, Ankara’da gündüz ortası havai fişeklerle kutlama yapıldı. Aynı esnada ABD refah ekonomisi çerçevesinde çok düşük kredileri dünyaya dağıttı. 2010’lara kadar Kemal Derviş ve önceki koalisyon hükümetinin politikaları uygulanmaya devam etti. Sıcak para yıllarca piyasada gezdi. Aklını kullanan Güney Kore gibi ülkeler parayı yazılım, bilişim ve AR-GE’ye yatırdı ve devleşti. Bizim gibi ülkeler betona gömdü sonuç malum. Güçler ayrılığı bitti, yargı malum, demokrasi sizlere ömür, özgür medya rahmetli oldu. Dolar 9.22’ye çıkarak tarihinin rekorunu kırdı. Ülke, gerçekliği olmayan maceralara sokuldu. 8 milyon kontrolsüz sığınmacı şu anda ülkemizde. İdlib meselesi başımıza çok büyük bela olacak. Dış politikada kavgalı olduklarımız, iyi olduklarımızdan fazla. Sınırlar malumunuz. Halk olarak artık Avrupa’yı çoktan unuttuk; Pakistan, Afganistan, Suriye uzmanı olduk. Eskiden birisi yazar kasa attı ana haberlerde yıllarca yer aldı ama şimdi vatandaş Meclisin yanında kendisini yakıyor ama alt yazı dahi olmuyor. Hatta üzerine vücudunun çoğu yanmış adama bir de çamur medyası provokatör diyor. Devletin kar eden kurumları çoktan gitti, kıyılar ve ormanlar betona boğuldu. Ülkede Azeri sahtekarlar, Afgan mafyaları, IŞİD’ciler cirit atar hale geldi.

Eskiden konuklarımız AB temsilcileri, Yunanistan Başbakanı, Norveç Dışişleri Bakanı, İspanya Cumhurbaşkanı falandı şimdi ise Taliban terlikleriyle VIP’ten giriyor ve en üst düzeyde görüşmeler yapılıyor. Velhasıl; “Sizi Almanya’ya götüreceğiz” diye kamyona bindirdiler, hepimiz gözümüzü Afganistan’ın başkenti Kabil’de açtık…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi