Soğuk Savaş sürecinde şekillenen Türkiye siyaseti

“Türkiye’deki siyasal İslamcılık farklı bir konjonktürde olsaydı bugün daha farklı bir siyasal İslam görecektik. İslamcılar için antikomünizm devletle iş yapabilecekleri kritik bir halka oldu”


Türkiye bir seçimin arifesinde. Muhalefet iktidarı devralsa da işi hiç kolay değil! Çürüyen devlet yapısı, çökmüş kurumları ve batmış bir ekonomiyle üstelik dünyada ciddi bir ekonomik sıkışmışlık varken, uluslararası güç dengeleri değişirken zorlu bir sürece giriyoruz. Türkiye’de pragmatist siyaset anlayışı, bir dönem cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce’nin “İlle de cumhurbaşkanı adayıyım” ısrarı, depremin acısı henüz çok tazeyken meşhur Tiktok dansı, AKP’nin Hizbullah’ın uzantısı olan Hüdapar’la yaptığı işbirliği, bitmeyen HDP tartışması… Bu liste uzayabilir. Koltuğu kaptırmak istemeyen AKP, kadınlar tarafından mücadelesi verilen, kazanılan hakları yeniden tartışmaya açıyor. Tüm bu geriye gidişler, bir adım ileri, iki adım geri siyasi manevralar sadece bugünün konusu değil! Âdeta tarihsel bir miras gibi nesiller boyu aktarılıyor. Peki bir türlü demokratikleşemeyen bu siyasi geleneğin izlerini nerede aramamız gerekir?

Soğuk Savaş tarihi, Türkiye entellektüel tarihi, ideolojiler ve siyaset teorisi üzerine çalışan Akademisyen Cangül Örnek, “Türkiye siyasi düşüncesi yaklaşık yarım yüzyıl hüküm süren bir Soğuk Savaş atmosferi içerisinde şekillenmiştir ve bu şekillenme bugün siyasetin konusunu, araçlarını ve siyaset yapma biçimini etkilemeyi sürdürmektedir” diyor. Bu süreçte antikomünizm ülkenin siyasi genlerine işlerken 1940’lardan 1990’lara kadarki süreci Soğuk Savaş döneminde uygulanan politikalardan bağımsız olarak açıklamak pek mümkün görünmüyor. Tüm bu sürecin nasıl geliştiğini, Türkiye’deki antikomünizm propagandasını, bunun tüm kurumlara ve aydınlara olan etkisini, ABD ile ilişkilerini, batıyla iktisadi ve kültürel entegrasyonunu Cangül Örnek, ‘Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı – Antikomünizm ve Amerikan Etkisi’ kitabında ayrıntılı olarak inceliyor. Hatırlarsanız daha önce Niyazi Berkes’in anılarını yazdığı ‘Unutulan Yıllar’ kitabını bu köşede aktarırken, Cumhuriyet’in 100.yılında kuruluşundan bugüne kadar olan süreci farklı yönleriyle ele almaya çalışacağımızı belirtmiştim. Bu hafta da Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişle beraber yapı taşlarının oluştuğu bir dönemi; Soğuk Savaş sürecini anlamaya çalışacağız. Sorularımızı Doç. Dr. Cangül Örnek yanıtladı.


● Kitabınızda Soğuk Savaş sürecini ve Türkiye’de yaşananları kapsamlı bir şekilde ele alıyorsunuz. Türkiye’nin ABD politikasını, Amerikancılığın ülkede nasıl yeşerdiğini, ABD ile oluşturulan eğitim kurumlarını, üniversitelerde sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi gibi bölümlerin kurulmasına kadar varan süreci detaylarıyla okuyoruz. Soğuk Savaş nasıl bir süreçti ve Türkiye bu süreçten nasıl etkilendi?
Soğuk Savaş karmaşık çok boyutlu bir süreç. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1989 yılına kadar süren 50 yıllık bir dönem ama en önemli boyutu ideolojik ve kültürel bir çekişme olması. İki tarafın; kapitalist ve sosyalist dünyanın insanlara daha iyi yaşam koşulları ve gelecek sunma konusunda rakip olması. İnsanlar kapitalist düzende mi temel ihtiyaçlarını karşılayıp mutlu olurlar, özgürlük ve eşitliğe ulaşırlar yoksa sosyalist bir düzende mi? Bu ikisi arasında her iki taraf da bir çekim merkezi olmaya çalıştı. Hep geleceğin konuşulduğu ve bunun hangi sistemde mümkün olduğu, tartışıldığı bir dönem. Temel tartışma konuları; özgürlük, eşitlik alanında. Daha sonra 70’lerde daha çok insan hakları kavramı etrafında tartışmalar var. Bu dönemde çatışmaların olduğu sıcak bir boyut var tabiki. Ancak sosyalist ülkeler ve kapitalist ülkeler arasında değil! Esas çekişme kültürel egemenlik alanında.

● Türkiye’de Soğuk Savaş’ın erken başladığını iddia ediyorsunuz. Neden?
Türkiye II. Dünya Savaşı sırasındaki pozisyonu gereği erken antikomünist olan bir ülke. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de Alman yanlılığı çok güçlü. Almanya karşısındaki müttefik kuvvetleri destekleyen aydınlar, siyasetçiler ve yayınlar var fakat az sayıda ve çok kısıtlı. O dönem Almanya’nın mali desteğiyle ırkçı-turancı gruplar ülke içinde aktif hale geliyor. Özellikle ırkçı, turancı gruplar, bunlar antisovyetik gruplar, Sovyet toprakları içindeki Türki halkların dinlerinden edildiklerini, ezildiklerini, kimliklerini yitirdiklerini, asimilasyona uğradıklarını söyleyerek antisovyetik kampanyanın parçası oluyorlar. Alman dış politikasının çıkarlarıyla da bu durum örtüşüyor. İktidar da her ne kadar aktif savaşa girmemiş olsa da Almanya’yı kayırıyor. Almanya’ya krom, tahıl satıyor ki savaş döneminde bunlar önemli hammaddeler ya da Montrö’ye aykırı bir şekilde Alman denizaltıların Boğaz’dan geçişine göz yumuluyor. Tüm bunlar bir birikim yaratıyor. Türkiye çok partili hayata geçtiğinde politika çok net. Batı yanlısı olunacak. ABD ve Sovyetler arasında ortaya çıkmakta olan gerilimi görüyorlar ve batı yanlısı olmak konusunda hızlı karar veriyorlar. Hatta İngiltere’yi, Sovyetlerin Türkiye üzerine emelleri olduğu ve güçlü bir komünizm tehlikesi olduğu yönünde ikna etmeye çalışıyorlar. Halbuki Türkiye’de güçlü bir komünist hareket yok. Avrupa’da Sovyetler’in antifaşist mücadelenin bir parçası olmasından kaynaklı bir sempati var. ama Türkiye’de bu hiç yok!

“ANTİKOMÜNİZM RUS FOBİSİYLE AÇIKLANAMAZ!”

● Uzun süren Osmanlı-Rus Savaşları bunun sebebi olabilir mi?
Rusyafobinin etkisi var. Osmanlı’da 18. yüzyılın sonundan itibaren Rus Savaşları çok belirleyici. Osmanlı 18. ve 19. yüzyılda Rusya’yla savaşan bir imparatorluk. Ancak bu durumu buna bağlayamayız. Antikomünizm sadece Rus fobisiyle açıklanabilecek bir şey değil! Esas mesele Türkçü gruplar, turancılık. Türkiye’de 1940’larda yaşamasına imkan verilen siyasal güçlerden biri turancılık. Resmi bir ideoloji var Kemalizm ama onun dışında var olmasına imkan tanınan başka bir siyasal ideoloji; ırkçılık, turancılık var. Almanya ile birlikte savaşmış olmanın etkisiyle Alman ordusu geleneğinden gelmenin etkisi içindeler. Bir güç büyülenmesi içindeler. Nazi ordusuna büyük hayranlık duyuyorlar, etkili de oluyor ama esas şey; o dönemki CHP yönetiminin antikomünist olması. Hem de ırkçı, turancı grupların aydınlar arasında daha aktif olması.

TÜRKİYE 1960’LARA KADAR SUSTURULMUŞ BİR ÜLKE

● Kitabınızda dikkat çektiğiniz önemli bir yer var. ABD ekonomik, teknik, askeri ayakları olan yardım programlarının yürütülmesi için Türkiye’ye gönderilen uzmanlarla iş birliği içerisinde çalışacak eğitimli ve batı adabını bilen insanlara ihtiyaç duyuyor. Bunun için de bürokratları, teknisyenleri, üniversite öğretim üyelerini seçiyor. Aydınlar ve sanatçılar bu kültürel hegemonyanın kurulmasında yok! Neden?
Avrupa’daki aydın, dünya için de kritik. Sartre veya Albert Camus’nün konumu dünyada tartışma yaratıyor. Avrupa’da komünist partiler güçlü. Sola genel olarak yakın duran aydınlar var. Bu isimler dünya edebiyatının, felsefenin önemli aydınları. Bu isimlerin solda yer alması, sosyalizme sempatiyle bakması Avrupa’yı daha zor bir coğrafya yapıyor. Türkiye gibi ülkeler de Avrupa’yı takip eden ülkeler. Aydının gücü Türkiye’de kırılıyor. Çok partili hayata geçişimiz aydın kırımıyla oluyor. Aziz Nesin sürekli karakolda, Sabahattin Ali öldürülüyor, Nazım Hikmet hapiste, sonra kaçacak, Serteller yurtdışına kaçmak zorunda kalacak. Behice Boran askeri mahkemede yargılanacak. Hasan Ali Yücel sağcı milliyetçi muhafazkarların eline teslim edilecek, kamuoyu önünde linç edilecek. Türkiye 1960’lara kadar ses çıkarılamayacak bir ülke.



● “Türkiye siyasi düşüncesi Soğuk Savaş atmosferi içerisinde şekillenmiştir ve bu şekillenme bugün siyaseti etkilemektedir” diyorsunuz. Türkiye’de bugünkü siyasetle veya son 20 yıllık sürece baktığınızda Soğuk Savaş’la nasıl bir paralellik görüyorsunuz?
Türkiye’nin kurumları Soğuk Savaş’ta şekillendi. Bunların başında ordu geliyor. Ülkemizde ordu çalışmaları 10- 20 yıl önce popülerdi ama işin bu boyutuna çok az insan değindi. Ordu NATO ordusu olduğu andan itibaren teçhizatından eğitimine, doktrininden tutun da üst düzey generallerin eğitilmesine, NATO’da görev almasına kadar çok geniş bir etki altında kaldı. Bu durum ordunun siyasal pozisyonunu da belirledi. Şili’de sosyalist iktidara darbe yapan ordu varsa Türkiye’de de ordu güçlü antikomünist normlarla donatıldı. Özellikle 60’ların sonundan itibaren ordunun yükselen solla mücadelede birtakım İslamcı gruplarla yan yana geldiğini ya da onlardan yararlanmaya başladığını görüyoruz. Antikomünist formasyonu anlamadan 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü anlayamayız. Dolayısıyla bugünü de anlayamayız. Ordu, din kurumu, İslamcı gelenek, Türkçü gelenek bugünkü özellikle MHP ile ya da ülkü ocaklarıyla ele aldığımız İslamcı- milliyetçi gelenek büyük oranda Soğuk Savaş sırasında şekillendi. Türkiye’nin bir tür iç savaşa sürüklenmesi, solun, işçi sınıfının, öğrenci hareketinin bastırılması, 70’lerdeki iç savaş sürecinden Türk İslamcı sentez şekillendi. Kurumlara, partilere, hareketlere baktığımızda 60’lar, 70’ler okuması yapmadan bunu anlamamız mümkün değil! Bunlar uluslararası bağa da sahip. İslamcıları hep daha kapalı bir şey olarak tartıştık. Oysa Uğur Mumcu’nun yazdığı gibi İslamcıların Suudi Arabistan’la, Pakistan’la bağlantıları güçlü. Bunları anlamadan bugünkü iktidarı, İslamcılığı anlamak mümkün değil! Milliyetçiler için de öyle.

BATILILAŞMAKTAN NE ANLIYORUZ?

● Niyazi Berkes ‘Türkiye’de Çağdaşlaşma’ kitabına batılılaşma ve çağdaşlaşma kavramlarını tanımlayarak başlar. Tarihsel olarak da hep eskiye dönülmeye çalışıldığından söz eder. Siz de kitabınızda önemli bir noktaya dikkat çekiyorsunuz. “Türkiye batılılaşmak ile batılı güçlerin paylaşım nesnesi olmak arasında sıkışıp kalmış ve tüm reflekslerini buna göre şekillendirmiş bir ülke” saptamanız önemli. Bu durum ülke siyasetini tarihsel olarak nasıl etkiledi?
Niyazi Berkes çağdaşlaşma kavramını tercih eder. Kastı; kutsal geleneğin ülkeye giydirdiği boyundurukla savaşmaktır. “Meselemiz tam olarak laikleşmek değildir” diyor. “Din kisvesi altında gördüğünüz de grupların çıkarlarını korumaları olabilir” diyor. Türkiye’de çağdaşlaşmayı isteyenler ve istemeyenler arasında bir gerilim olduğunu söylüyor. 60’larda, 70’lerde gericilik, ilericilik tartışması yeniden yapılıyor. Gericilik sadece dinsel gericilik midir? Bu tartışmada sadece Berkes değil başka isimler de var.

Batılılaşmak diye kodlanan şey cumhuriyetin ilk döneminde batı dünyasının parçası olmak. Gözlerini doğuya dikmiyorlar ya da Sovyetlerle aynı eksende durmak istemiyorlar. Burası net. Bu yüzden batıyla ilişkilerini geliştiriyorlar. Batılılaşmadan kasıt batının müttefiki olmak ya da batının rotasına girmek değil, batının hukuk ve eğitim kurumlarını Türkiye koşullarında yeniden kurmak. Dolayısıyla batı zihniyetini hayata geçirmek. 50’lerden sonra bu iş karışmaya başlıyor. Mustafa Kemal’in tarif ettiği anlamda batılılaşma suistimal ediliyor. NATO üyesi olmak askeri anlamda bağımlılık getiriyor. Buna karşı çıkmak batılılaşmaya karşı çıkmak ya da Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesi olarak belirlediği şeye karşı çıkmak olarak kodlanıyor. 50’lerde, 60’larda kendini Kemalist olarak tanımlayan kesimlerin de Amerikan yanlılıyla muasır medeniyeti bilerek birbirine karıştırdığını görüyoruz. Bu Kemalistlerin kendi aralarında da tartışma yaratan bir şey. Berkesler’in tepki duyduğu şey; batıya bağımlılığın Kemalizm üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılması.

● Kitabınızda “Dünyadaki en Rus karşıtı ve antikomünist ülke olarak tanımlanan Türkiye’de, komünizm karşıtlığının bu derece şiddetli olması ABD’lileri hem memnun etmiş hem de şaşırtmış gibiydi” diye ifade ediyorsunuz. ABD bu durumu daha sonra nasıl kullanıyor?
ABD için Türkiye dönüştürülmesi gereken bir ülke değil. Daha zor ülkeler var. Örneğin Mısır. Üçüncü dünyacı hareket var, ara yoldan yürümek istiyorlar ya da Latin Amerika’da bazı ülkeler var. Türkiye böyle bir ülke değil! O dönem Suriye’de, İran’da ya da Yunanistan’da emperyal güçleri rahatsız eden hareketler var.

Kore Savaşı oluyor. Din eliyle antikomünist propaganda yapılıyor. Şehitlik ABD yanlılığıyla özdeşleştiriliyor. Komünizme karşı mücade eetmek şehitlik kültürünü de canlandıran bir şey. Kutsiyet atfediyorlar. ABD etkisine bakalım ama tek yanlı bir dayatma, dış güç oyunu gibi algılamayalım. Bu alanda bu ikişkileri başka türlü de konuşabiliriz demek için çalıştım. Ne zaman bu iş 60’lardan itibaren değişmeye başlıyor antiamerikancı hareket çıkmaya başladığında, NATO protesto edildiğinde, işçiler sermayeyi sıkıştırmaya başladığında ABD devreye giriyor. 50’lerde Türkiye’de kurumsal dönüşüm tamamlanmış durumda. Bu içeriden gelen bir arzuyla oluyor. Bir direnç de yok Türkiye’de. Olmasına da müsaade edilmiyor. İktisadi entegrasyon tamamlanmış durumda. İyi kurumlar da kuruluyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde rektör değişimi olduğunda Robert Kolej’den geldiler zaten dendi. Hatta bir yazarın benim kitabımı paylaşarak bundan söz ettiğini gördüm. Benim söylemeye çalıştığım şey; bu kurumların nasıl bir bakışla kurulduğunu bilmemiz. Behice Boran, Niyazi Berkes Amerika’da eğitim aldıkları halde batılılaşmayı eleştiren isimler.

Dış güçler deyince dışarıdan dayatma hayal ediyoruz. Bazen baskı, bağımlılık geliyor. Bunlar da yapıldı. Şu anda da ülke dış kaynağa bağımlı. Bunu komplo zihniyetiyle okuduğumuzda anlamıyoruz. Kitabımda yerli, milli olan hareketlerin bile yerli olmadığını, antibatıcılık yapan hareketlerin bile batının mücadelesi doğrultusunda şekillendiğini anlatmaya çalıştım.


İSLAMCI GELENEK VE ABD

● Türkiye’de İslamcılar Avrupa gibi dinsizleşmeden ABD gibi medeni olunabileceğini düşünüyorlar. ABD’yi nasıl idealize ediyorlar ve o gün kurulan ilişkiyle bugünün İslamcıları arasında nasıl bir bağ var?
II. Meşrutiyet döneminde de İslamcı akımlar var. Ancak çok partili hayata geçişle, Soğuk Savaş dönemiyle beraber yeniden güçlenen, örgütlenen İslamcılıkla arasında fark var. İkisini birbirinin devamı sayamayız. II. Meşrutiyet İslamcıları İslami modernleşmeyi tartışıyorlar. İslami yaşamın modern hayatın gereklerine daha fazla uyum sağlamasına çalışıyorlar. Avrupa’daki farklı fikir akımlarını tartışıyorlar. Bunlarla İslamcılığı birleştirip bir tür sentez oluşturmaya çalışıyorlar. Meşrutiyet, anayasal monarşi ya da hürriyet gibi kavramları İslamcı jargonla birleştirmeye çalışıyorlar.

II. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan İslamcılık ise Türkiye’nin modernleşmesine tepki olarak çıkıyor. Bir tür reaksiyoner İslamcılığa doğru bir gidişat var. Kitabımda da Soğuk Savaş’la başlayan İslamcılığı ele alıyorum. Bu İslamcılık ABD ile yakınlaşmayı şans olarak görüyor. Hilafetin kaldırılmasına, Türkiye’yi laikleştiren reformlara karşılar. ABD geleneği, dini siyasal hayattan, hukuktan aynı zamanda sosyal hayattan çıkarmaya çalışan bir gelenek değil. Bunlar antikomünist solla rekabet halinde. Özellikle bu durum 60’larda daha çok netleşecek. Uluslararası gelişmeleri bir tür dinler buluşması, tek tanrılı dinlerin komünizmle kutsal mücadelesi olarak görüyorlar. Türkiye’deki siyasal İslamcılık farklı bir konjonktürde olsaydı bugün daha farklı bir siyasal İslam görecektik. İslamcılar için antikomünizm devletle iş yapabilecekleri kritik bir halka oluyor. Saidi Nursi’nin ünlü bir mektubu vardır. Orada “Bizim mücadelemiz; tıpkı sizinki gibi gençliği komünizm zehrine karşı korumaktır” der. Nurcu hareket Türkiye’de ilk örgütlenen, devlet içinde taraftar kazanan ve DP içinde milletvekilleri olan bir hareket. O dönem laiklik konusunda da bir yumuşama söz konusu. CHP ve DP laiklik konusunda verilecek ödünlerde birbirleriyle yarışıyor. İslamcılar da devletin ve toplumsal hayatın yeniden İslamileşmesi için bunu kullanabiliriz diyor.

Haftanın kitapları

Çocuk ve Gençlik Kitapları

Haftanın çok satanları

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi