SORUN ÇÖZEMEYEN ÜLKE

Türkiye’yi tek bir cümle ile tarif etmek durumuda kalsam hiç tereddütsüz “sorun çözemeyen ülke” derim. Beşyüz yıldır Alevi sorununu, yüz yıldır Kürt sorununu, 150 yıldır eğitim, sanayileşme ekonomik gelişme, Batılılaşma, demokrasi, askeri darbeler, din-devlet ilişkileri, yargı bağımsızlığı vs. gibi temel sorunların hiçbirisini çözmeyi başaramadık.
Bu nedenle hâlâ bu ülkenin bütün dost sohbetlerinde “ne olacak bu memleketin hali” sorusu tartışılmaya devam eder. Bizar olduğumuz sorunların büyük çoğunluğunu Osmanlı’dan tevarüs ettik ve işin kötüsü hepsine de çok iyi sahip çıkıyoruz. İlk günkü tazeliğinde bizimle birlikte varlıklarını sürdürüyorlar. Bu nedenle de ülkenin çoğunluğunun “kurtarıcı” özlemi hiç bitmez; bazısı geçmişte arar, bazısı ise gördüğünün peşinden gider. Mehdi ve Mesih bekleyenlerin sayısı ne kadardır bilemiyorum, elimde bir veri yok ama onların da az olduğunu pek düşünmüyorum.
Bu ümitsizlik dolu girişi belki yadırgayıp, “şimdi nereden çıktı bunlar” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama salgının başlamasından bu yana devam eden ve son günlerde iyice alevlenen Hükümet/Belediye (doğal olarak muhalif partilere ait belediyeler) gerilimini tartışmaya başka türlü giriş yapabilmek pek de kolay değil.
Öncelikle şu günlerde yaşanmasına rağmen, aslında bunun tarihsel bir tartışma olduğunu bilmemiz gerekiyor. Önceleri teorik bir tartışma olarak başlayan Merkeziyetçilik/Ademi-i Merkeziyetçilik tartışması, süreç içinde yerel yönetimlerin gelişmesi ile birlikte fiili bir çatışma alanına döndü.
Siyasi tarihimizde bu tartışmanın ilk ve en şiddetli yaşandığı toplantı Payitaht’tan yaklaşık 2.800 km uzaktaki Paris’te yapıldı. 1902 yılında toplanan 1. Jön Türk Kongresi’nde adem-i merkeziyet fikrini savunan Prens Sabahaddin öncülüğündeki grupla, merkeziyetçiliği savunan Ahmet Rıza öncülüğündeki grup arasında sert tartışmalar yaşandı ve bir karar alamadan kongre dağıldı.
Ülkemizde o tarihten beri merkeziyetçilik her zaman baskın eğilim oldu. Bu topraklarda o tarihten bu yana hiçbir zaman “yerinden yönetim” ilkesi uygulanmadı. Mecburen alan açılan belediyelerin üzerinde ise birden fazla vesayet mekanizması ile merkezi yönetim her zaman sıkı kontrolünü sürdürdü. Kaymakam ve Valiler ile başlayan vesayet mekanizmaları İller İdaresi Genel Müdürlüğü, Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü, İller Bankası, İçişleri Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile devam ediyor.
Hatta belediyelere ait şirketler nedeniyle Ticaret Bakanlığı’nın da hatırı sayılır bir vesayet gücü var. CHP’li başkanlar iş başına gelince şirket yönetimlerinin yeniden atanmasının Ticaret Bakanlığı genelgesi ile nasıl engellenmeye çalışıldığını hatırlayalım. Bu genelge mahkeme tarafından iptal edilmeseydi belediye şirketleri ile ilgili tartışma hâlâ devam ediyor olacaktı.
Dolayısıyla şunu kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de yerinden yönetim ilkesi hiçbir zaman hayat bulamamış bir fanteziden ibarettir ve belediyeler ancak merkezi yönetimin vesayetinin izin verdiği kadar faaliyette bulunabilirler.
Salgınla birlikte şiddetlenen merkezi yönetim/belediyeler gerilimini doğru yorumlamak için işimize yarayacak faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
• Yerel yönetimlerde güçlenen ve seçmeni mutlu eden bir siyasi hareketin bir süre sonra merkezi yönetime yürümesi olasıdır. 1989 Yerel Seçimlerinde hezimet yaşayan ANAP’ın bir daha iflah olmamasını ve 1994 Yerel Seçimlerinde çok sayıda büyükşehir belediyesini kazanan Refah Parti’sinin 1995 Genel Seçiminden birinci parti olarak çıkmasını siyasetçiler hiçbir zaman unutmadılar.
• Yerel yönetimlerin siyasetin genelini etkileyebilme potansiyelinin bilincinde olarak AK Parti 2019 Yerel Seçimlerinde rekabet stratejisini güncelledi ve önce belediye başkan adaylarını, sonra da belediye başkanlarını doğrudan Sn. Erdoğan ile rekabet eden aktörlermiş gibi konumlandırdı. Yerel seçim öncesinden beri Sn. Erdoğan CHP’li belediye başkanları ile doğrudan polemiklere giriyor.
• Bu rekabet stratejisi gereği, yerel seçimlerden itibaren AK Parti belediyeler üzerindeki kontrolünü hiç gevşetmedi. Yukarıda bahsettiğimiz Ticaret Bakanlığı genelgesinden sonra bilhassa Büyükşehir Belediyeleri’nin gelir ve yetkilerini düzenleyen bir yasa çalışması yapıldı. Hatta CHP’li 11 Büyükşehir Belediye Başkanı bu taslağa karşı ortak deklarasyon yayınladı. Korona salgını olmasaydı muhtemelen TBMM’nin gündemine çoktan gelmiş olacaktı. İhtiyaç sahiplerine yapılacak yardımlarla ilgili Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin bağış çağrıları da İçişleri Bakanlığı genelgesine takıldı. Dolayısıyla gerilim aslında 31 Mart’tan bu yana hep vardı ve bundan sonra da olmaya devam edecek.
• ANAP ve DYP’li hükümetlerin o dönemdeki Refah’lı belediyelere karşı uyguladığı baskılar bekledikleri sonucu doğurmamıştı ve neticede olmasından korktukları şey gerçekleşti. Ancak bunun her zaman aynı şekilde neticeleneceğini beklemek için elimizde yeterli kanıt yok. Refah Partisi’nin iktidar yürüyüşünü sağlayan tek faktör yerel yönetimlerdeki başarısı değildi. Yanı sıra çok sayıda sosyolojik, siyasi ve ekonomik nedenler de vardı. Dolayısıyla şimdiki baskıların da CHP iktidarı ile sonuçlanacağı ileri sürülemez.
• Son olarak, bazen başarılı bir belediye başkanının bir şehrin bütün siyasi atmosferini değiştirebildiğini de hatırdan çıkarmamak lazım. Sn. Erdoğan İstanbul’u 25 yıl boyunca kendi kalesi haline getirebilmişti. Sosyal demokrat bir belediye başkanından alınan Kocaeli daha sonra İbrahim Karaosmanoğlu tarafından AK Parti’nin en başarılı olduğu metropollerden biri oldu. Aynı şekilde güçlü bir merkez sağ geleneği olan Aydın Özlem Çerçioğlu ile CHP’li bir şehir haline geldi. Dolayısıyla AK Parti son yerel seçimde kazanamadığı İstanbul, Ankara, Mersin, Adana, Antalya ve Hatay gibi şehirleri kalıcı olarak kaybetmekten korkuyor.
Tüm bu realitelerden sonra sonuç cümlesi olarak şunu söylemek herhalde çok iddialı bir değerlendirme olmayacaktır: Türkiye, merkezi yönetim/yerel yönetim gerilimi meselesini daha uzun zaman çözemez!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Uslu Arşivi