#sözveriyorum

Son Güncellenme Tarihi: Ağustos 8, 2021 / 12:03

“Yanan orman alanlarının yapılaşmasına tüm gücümle karşı çıkacağım, vatana ve doğaya ihanet sayılacak bu projelerde yer almayacağım ve herhangi bir tasarım faaliyetinde bulunmayacağım.”

Bu sözler bana ait değil; sosyal medyada geçtiğimiz hafta viral olan bir gönderinin içeriğini buraya taşımak istedim. Bu sözlerin altına imza mahiyetinde,  ben de pek çok tasarımcı gibi paylaşanlardanım. Duygularım aynı. Türkiye’nin 35 ilinde, bir hafta içinde çıkan 138 yangın ile birlikte yüreğimiz ve beynimiz de yandı. Ve biz tasarımcılar olarak, yanan yerlerin  bir gece imara açılan yerlerini korumak üzere sözlerimizi beyan ettik.

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut yöneticileri son 20 yıldır siyaseti ve toplum algısını kendi kullandıkları deyim ile “dizayn etmek”le öyle meşguller ki, ülkenin gerçekten tasarım aklı gerektiren konularında sınıfta kaldılar.

Yangının tasarım ile ne ilgisi var diyebilirsiniz. Yangın gibi bir felaket, bu kısacık süren ama bize yüzyıllar gibi gelen süreçte yoğun bir biçimde deneyimlediğimiz üzere, çok yönlü bir olay. Yangın çıkma sebepleri çeşitli. Yangına müdahalenin gereksinimleri belirli. Yangına acil yardım gerçekleri ortada. Yangın sonrası yaşanacaklar, yapılması gerekenler ise tümü ile başka. Tüm bu problemlerin kıyısında köşesinde hep tasarım var.

Devlet bu problemlerin nerede ise tümünün çözümünde aciz kalırken, bu yaşananlardan sadece iki olumlu edimimiz oldu. İlki, tüm yanlış bilgiye, şov yapanlara ve fazla bilgi bombardımanına karşılık, yine de en doğrudan ve hızlı bilgiye sosyal medya kanallarından ulaşabildiğimiz gerçeği idi. Sosyal medyayı akıllı ve etkin kullanan bir toplum olduğumuz yine maalesef üzücü bir olay ile ortaya çıktı. Ana akım medyanın , sanki yangınlar yokmuş gibi davrandığı,  son derece kısıtlı ve kimi yerlerde yönlendirilmiş haberler yaydığı bir ortamda, sısyal medyadan izlediklerimiz bize olup biten hakkında farkındalık yaşattı. Buradan yapılan yardım çağrıları sahadaki insanlara destek sağladı. Daha önemlisi, bir kez daha gördük ki, sosyal medyanın devlet üzerinde  baskı ve yaptırım gücü var. Burada gösterilen tepkiler, yangınlar karşısında nedendir bilinmez aksiyon almayan devlet yetkililerini harekete geçirmek durumunda kaldı.

Çıkaracağımız ders, buradaki acil durum, yardımlaşma ve haberleşme alanındaki etkinliğimizi daha rafine, daha fonksiyonel ve etkili bir hale getirebilmek. Doğru haberin yayılması adına gerçekleştirilen seri gönderiler, eski gönderilerin paylaşılmaması, fena halde can vermiş hayvanların fotoğraflarının yayınlanmaması adına gösterilen duyarlılık çağrıları gerçekten de önemli oldu. Yangınlar bitmeyecek. Verilere göre iklim krizinin içinde gittikçe ısınan dünya, güneş ışınları ile gelecek yıl daha çok alev alacak. Şimdiden bunun için hazırlık yapacak isek, belki de bu sosyal medya üzerindeki etkinliğimizi tek ve ortak bir uygulamaya, güvenilir ve herkesçe kabul gören bir girişime dönüştürmek, belki de birkaç tasarımcının, yazılımcının ilgi odağına girmiştir bile.

TÜRKİYE’NİN MUHTEŞEM İMECE KÜLTÜRÜ

İkinci olumlu gözlem ise, toplumsal gücümüz ve imece kültürümüz adına  yaşandı. İmece, Türk Dil Kurumu açıklaması ile “genellikle kırsal yerleşim yerlerinde, birçok kişinin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin tarlasını sürmek, ekinini biçmek, harmanını kaldırmak, mısırını, fındığını toplamak vb. gibi bir işini görmesi ve böylece herkesin bu türden işlerinin sırayla bitirilmesi.” anlamını taşıyor. Arapça -mm kökünden gelen amma, amme yani halk, kamu kelimesinden türemiş. Ammece, yani halk tarafından topluca yapılan, yaptırılana adanmış bir tanım. Amme, umum, yani sıradan halk, ammece bu yangınların altından kalkan asıl kahraman oldu. Devletin yetemediği her yerde işte bu halk vardı. Donanma gemilerinden önce, balıkçı kayıkları insanları tehlikeden tahliye etti. İtfaiyeden önce, yörelerin genç ve gönüllü delikanlıları sırtlandı suları dik tepelere ve alevlerin üzerine döktü. İmece kültürümüz, araçlardan malzemeleri insan zinciri ile elden ele taşıdı, alevlere koşamayan, bisikleti ile ilaçları, kafa fenerlerini, yemekleri yangınla boğuşanlara yetiştirdi.  Birbirini tanımayan tüm insanlar,  sanal alemde de gerçek alemde de birlik olarak, savaşmaları gerekene karşı kocaman bir güç olarak seferber oldu.

ORGANİZASYON TASARIMI

İsyanımız tam da bu noktada zaten. İnsanları, toplumları bir ülkede toplayan organizasyon devlettir. Devlet başlı başına bir tasarımdır. Topluluk halinde yaşayan insanların karşılaşabilecekleri problemleri çözmek üzere oluşturulmuş kurumlar, birimler, araçlar devlet tasarımının parçalarını oluşturur. Devlet yapısı, aslında bu fonksiyon ile ortaya çıkan, sonrasında ise görevlerinden sadece biri olan “düzen sağlama” işinin yarattığı gücü, kendini daha da güçlendiren bir duruma büründürmüş büyük bir tasarım. Topluluk halinde yaşan insanların temel ihtiyaçları aslında , karınlarının doyması, hayatlarının güvende olması, birlikte eşit, adil bir düzen içinde  huzurla yaşayabilmeleri. Kimi yerde kendi kaynakları bu temel ihtiyaçları karşılayamadığı için, kimi yerde ise tamamen kişisel hırslar, bu tasarımı karmaşıklaştırmış ve kapalı bir kutu haline getirmiş.

İyi haber şu ki, bilgi ve teknoloji çağı bu katmanları teker teker şeffaflaştırıyor. Ne kadar kemikleşmiş olursa olsun bu kabukları kırarak yerle bir ediyor. İçinde bulunduğumuz çağda  belki adaleti, ekonomik özgürlüğü bulmak çok zor ama en azından her şey herkesçe görünür ve bilinir durumda. İşte tam da bu geçişin ortasında yaşıyoruz. Yüz yıllardır toplumların üzerinde yükselerek güçlenerek ezici ve fırsatçı bir güç haline dönüşmüş devlet ile, eski dönemlerde devrimciler savaşıyorlardı. Kimi zaman kağıtla kalemle, kimi zaman taşla, sopayla. Şimdi ise niyetleri, yeteneksizlikleri olaylarla ortaya çıkan ve bunlar yaşandıkça çıplaklaşan devlet yapısının yüzüne bunları vuran, gördüklerini affetmeyen ve deneyimlerine göre tavır alan toplumlar var. Ağır ve güncellenmemiş hiçbir devlet tasarımı, böylesi bir gücün karşısında duramaz.

Tasarım için yüzlerce farklı tanım vardır. Ünlü tasarımcı  Charles Eames, 1969 yılındaki ifadesi ile tasarımı, “ belirli bir amacı en iyi biçimde başarmak üzere planlanama ve düzenlenme yapma işi” olarak tanımlar.  Bana göre devletin, şirketin veya herhangi bir kurumun tanımı da bu denli basit olmalı.  Naomi Stanford, bana iş yaşamım boyunca çok yararlı olmuş kitabında organizasyon tasarımını da bu tanımdan hareketle yapıyor.  Bir yapının, stratejieri doğrultusunda yüksek performans ve başarı sağlamasına yönelik bir dizi etkinlikler ve birimler bütünüdür organizasyon tasarımı.

Yangına dönersek, devletimiz organizasyon tasarımı alanında büyük başarısızlık gösterdi. Devlet yapısında ne kadar çok tasarımcı olursa o denli iyi diye her fırsatta ses yükseltmemin sebebi burada. Ancak biliyorum ki, köhne bir devlet yapısının içine ne kadar akıl, ne kadar pırıltı katsanız da başarı sağlanamaz. Günün sonunda o akılları da “bürokrasi” denen köhnelik yer bitirir, pırıltılarını söndürür. Tarih bu örneklerle doludur. Devlet yapısının yeniden ele alınması, yeniden tasarlanması, sisteminin güncellenmesi gerek. Bu yapılmadıkça, bugün mevcut yönetim gidip yerine bir başkası da gelse, belki o dört uçak ahmaklıkla uçmamazlık etmez ama pekala benzer sorunlar yaşanabilir.

Devlet yapısını, orngazisyon tasarımı çerçevesinde ele alıp güncelleyen  ve  muhtemelen küçük oldukları için bu konuda aynı çabaları gösteren  ABD, Kanada ve İngiltere’den daha başarılı olan iki ülke var: Finlandiya ve  Yeni Zelanda. Yangından hemen önceki gündemimize geri gidelim ve en büyük problemimiz küresel salgını hatırlayalım. Hangi iki ülke bu savaşımdan en az hasarla ve en akıllı biçimde çıktı? Bu yazıyı sizlere hazırlarken, Yeni Zelanda devletinin yayınladığı, “Toplumsal Hizmet için Dijitalleşme Stratejileri” raporunu okudum. Kırk sayfalık bu rapor, pek çok devletin raporu gibi çok net ve yararlı ifadeleri, temennileri içeriyor. Yeni Zelanda’nın, Finlandiya’nın ve benzer girişimleri içinde bulunan ülkelerin başarısı ve farkı şurada: Bu raporlar, uzun süreli çalışmaların sonucunda, tümüyle içselleştirilmiş biçimde ortaya çıkıyor. Bizdeki raporlar gibi başka kaynaklardan devşirilen göstermelik saptamalar içermiyor. Diğer başarı noktası ise, bu tür aksiyon planları, yerinde kalmıyor ve mutlaka uygulamaya geçiriliyor. Bizde ise raporlar göz boyamak için, yapılması gerektiği için

yararlı oluyorum gösterisi yapılmak için hazırlanır ve sunulur ve sonra raflara kalkar. Konuyla ilgili kişiler bile o raporlara isteyince ulaşamazlar, brakın toplumun geneline yayılmayı. Bizim devletimizde stratejiler toplum yararı gözetmez, tümü ile siyasidir. En azından son yıllarda görebildiğimiz sadece bu. Bildiğimiz gerçeği, bu yangın olayı ile bir kez daha kendi kendimize ispatladık.

#sözveriyorum KAMPANYASI

Olan oldu. Tarihimizin en büyük yangınlarından biri geride kaldı. Önceki deneyimlerimiz gösterdi ki, bu ülkede üniversite yapmak için ormanlar katledilir. Oteller ve lüks tatil evleri yapmak için ormanlar katledilir. Altın madeni için ormanlar katledilir. Bu işin çetelesini tutmak, hele hele son hükumet dönemi içinde tutmak bana oldukça anlamsız geliyor. Eğer adil olacak isek, bu çetelenin üstü, belki sizin de yazlık evinize, tatile gittiğiniz otele, en yakın dostunuza veya üniversite kampüsünüze ulaşabilir aman diyeyim! her üniversite ODTÜ değil ki, bozkırın ortasında inşa edilirken bir de kendine orman yaratsın. Amacım ayrımcılık yapmak, okul şovenizmi içinde bulunmak da değil; ama karalama kampanyalarına, buradan doğan linç kültürüne karşıyım. Benim görüşümü beğenmeyenler çok ama yineliyorum: Hiçbirimiz masum değiliz. Ben gelecek için neler yapılabileceğine odaklıyım.

Bir strateji olarak tasarım bugünden daha çok geleceğe odaklandığında toplumsal kalkınmaya katma değer sağlar. Yangınların orta yerinde sosyal medyama düyen bir gönderi, yazımın başlığındaki ifadeleri içeriyordu. Pek çok sosyal medya gönderisi gibi bunu da kimin hazırladığını ve başlattığını bilemiyorum. Bana meslektaşlarımdan geldi ve ben de hemen benimseyerek imza attım.

İçinde bulunduğumuz devlet düzeninde, biri tutuyor, biri pişiriyor, biri yiyor ve birileri sürekli “Hani bana, hani bana?” diyor. Alevler canları, malları kavururken birileri  o alanları apar topar imara açıyor. Diğerleri emlak ilanları veriyor.

Şöyle düşünelim o alanlara hiç bir mimar, hiçbir tasarımcı hizmet vermese, sorumlu insanlar da o alanlarda kurulan tesislere gitmese, bir yaptırımı olur mu? İşte, ne kadar imkansız görsem de ben sadece bu ihtimali sevdim. Çok sevdiğim ve Van-Ankara arasında gidip gelen mısralardaki gibi, bu ülkenin insanının, ülkesini sevebilme ihtimalini sevdim diyelim. Umarım bu ihtimal gerçek olabilir; ve sözümüz havada kalmaz.

Şimdilik devlete inat, birbirimizin kayıplarını tamamlayacağız ve o ormanları yeniden yeşerteceğiz.

Özlem Yalım

1972 Ankara doğumlu.1995’te ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi olan Yalım, 1995-2000 yılları arasında kurucu ortağı olduğu Kilit Taşı tasarım ve mimarlık firmasında çok sayıda mobilya ve mekan tasarımı projelerine imza attı.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top