Tasavvuf ve Tarikatlar: Nedir Ne Değildir?..

Geçmişten günümüze tarikatlar ve şeyhlerin siyasal iktidar merkezleri ile ilişkileri, zamanın ve mekânın değişen özelliklerine bağlı olarak çok farklı biçimlerde belirlendi. Bazı durumlarda, tarikatlar siyasal otoriteye karşı militan bir direnişin merkezleri olarak ortaya çıkmışlar, diğer bazıları ise yöneticiler karşısında teslimiyetçi hatta bazı durumlarda işbirlikçi tutum takınmışlardır. Devlet gücünün tarikatlara ihtiyaç duyup onları koruyup kolladığı zamanlar olduğu gibi, aksine, onları bir tehdit olarak algılayıp takibata giriştiği zamanlar da olmuştur.

30 yıl önce 1990’da Londra Üniversitesi SOAS’ta (Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu) doktoraya başladığımda tarikatlar üzerine antropolojik bir araştırma için kolları sıvadım. Bir yılı aşkın ve “katılarak gözlem” tekniğine dayalı etnografik alan çalışması boyunca Londra merkezli faaliyet sürdüren Nakşibendiliğin Şeyh Nazım Kıbrısî çevresinin içinde bulundum; tüm tarikat etkinliklerine katıldım, sohbetleri dinledim, müritlerle, tarikatın önde gelenleriyle ve şeyhiyle konuştum. Sonuç, 1994’te tamamlanmış doktora tezime dayalı olarak 1996’da yayımlanan ilk kitabım, “Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği”dir.

Demek ki 30 yıldır sistemli şekilde sosyal antropolojik bir kavramsal, kuramsal ve yöntemsel yaklaşımla “günümüz dünyasında tarikatlar” konusunda kafa yormakta, kalem oynatmakta, görüş ve kanaatlerimi paylaşmaktayım. 1996’daki ilk kitabım “Nakşi Cemaati”nden yaklaşık 20 yıl sonra şekillenmiş ve 2017’de yayımlanmış “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları, 2017) başlıklı çalışmamda da bir ölçüde aradan geçen zamanda tarikatların yaşadığımız coğrafyada nereden nereye geldiklerine ilişkin bir değerlendirme yapmaya çalıştım.

1990’dan 2020’ye aradan geçen 30 yıla baktığımda değişmeyen bir husus olarak şu öne çıkıyor: Siz deyin 1-2, ben diyeyim 3-5 yılda bir temcit pilavı gibi, genelde bir takım kriminal-sansasyonel (sahte-istismarcı şeyhlerin foyalarının açığa, ipliklerinin pazara çıkması, vb.) hadiseler eşliğinde gündeme gelen, “Tarikatlar niye var, ne amaçlıyorlar, neden bir türlü vazgeçilmezler, arkalarında kim var, İslam’da onlara yer var mı yok mu” nev’inden sorular ve bunlara dayalı bitmek bilmez tartışmalar… Ben bu 30 yıl boyunca ha bire bu başlıklar altında yaptığım konuşmaların, verdiğim söyleşilerin, talep üzerine yazdığım yazıların, hazırladığım yazı dizilerinin, katıldığım televizyon programlarının sayısını unuttum! Ve hep aynı bilgiler 3-5 yıl aralıklı olarak hep yeniden yeniden aktarılmaya devam edip gitti.

Sonuçta kabul etmek gerek ki “Tarikat-Cemaatler” başlığı hayli çekici ve özellikle medyatik-endüstriyel bir iştah ve ihtiyaç doğrultusunda bu “çok-satan” başlık hiç kuşkusuz bundan sonra da her fırsatta sık sık karşımıza çıkmaya devam edecek. Halihazırda da iki haftadır Halveti-Uşşaki şeyhi Fatih Nurullah’ın kız çocuk tacizi vukuatı dolayısıyla bir yayın furyası almış başını gidiyor. Elbette ben de bu furyanın bir bileşeni olmaktan kendimi alamadım ve günlerdir bu konuda çeşitli vesilelerle görüşlerimi paylaşmaktayım. Burada da Pencere Pazar okurları için 30 yıl öncesinde SOAS’ın kütüphanesinde bir gece vakti kalemimi kâğıda çaldığımda oluşmaya başlayan birikimin 1996’da kamusal paylaşıma açıldığı kitabımdan, hiç mi hiç eskimediğini düşündüğüm “Tasavvuf ve Tarikatlar” bölümünden adeta “yeni başlayanlar için” mahiyetindeki bir kesiti paylaşıma açmak istiyorum.

İslâm'da Mistisizm: Tasavvuf

 Tarikat, tasavvuftan çıkar. Kısaca "İslâm mistisizmi" olarak tanımlanabilecek olan tasavvuf, "Yaratıcı" (Allah) ile kişisel-ruhanî bağ kurma arayışlarını ana ilgi odağı yapar. Mistisizm ise “İlah” olarak tasarımlanan her ne ise insanın onunla ilişkiye girme, “bir olma” deneyimine işaret eden bir terimdir ve dinin bireyler tarafından "derinlemesine" hissedildiği her yerde o ya da bu biçim altında ortaya çıkar.

Müslüman tarihçi ve ilim erbabının yazılarında tasavvufî geleneğin başlangıcını Peygamber zamanına, yani 7’nci yüzyıla kadar geriye götürme eğilimleri görülür ama bu muhtemelen, tasavvufu İslâm'a yabancı bir olgu, daha doğrusu başka dinî/mistik geleneklerin Müslümanlar üzerinde İslâmiyet'in doğuşundan sonra da sürmekte olan etkilerinin bir sonucu olarak açıklayan savlara karşı bir tutumdur.  İslâm'da tasavvufun başlangıç tarihi olarak 8’inci yüzyılı almak uygun olur; çünkü "sûfi" sözcüğü ilk defa bu yüzyılın bir şahsiyetine (Kûfe'li Ebu Haşim, ö. 767) atfedilmiştir. Ayrıca ilk defa tasavvuf tarifi yapan Ma'ruf Kerhî de bu asırda yaşamıştır.

Kalplerinde Allah arayışı içinde kendilerini dünyevi işler ve uğraşılardan mümkün olduğunca uzak tutmayı hedefleyen sûfiler, manevi/uhrevi deneyimlere kendilerini adayıp Allah’a güvenip sığınmayı ("tevekkül") esas alan bir yaşam sürdürme gayretiyle ortaya çıktılar. "Sûfi" sözcüğü büyük olasılıkla Arapça "yün" anlamına gelen “sûf”dan türemiştir ve yünlü giysiler giyen kişiye gönderme yapar. Tasavvuf sözcüğü de sûf kökünden türemiş olup "yün giymek" anlamına gelmektedir. İslâm'ın erken dönemlerinde yünlü giysi dünyevi zevk ve zenginliklerden uzak durmanın, yani “züth” ve zahitliğin işareti sayılmaktaydı. Hatta yünlü giysi ile züht ve maneviyat arasındaki bağın İslâm-öncesi dönemlere kadar tarihlendiği de ileri sürülebilir.

Tasavvufta da “dış güçler” devrede mi?!

İslâm coğrafyası içerisinde ya da çevresinde var olan diğer mistik geleneklerin tasavvufun belirlemesindeki etkileri sürekli tartışma konusu olmuştur. Yaygın görüş, tasavvufun Budizm, Yeni-Eflatunculuk, Gnostisizm ve Zerdüştlük gibi çeşitli dinî-mistik geleneklerin karışımından oluşan bir ortamda doğmuş ve onlardan etkilenmiş olmakla birlikte, esas itibariyle "köklerini Kur'an'ın gizeminden alan içsel bir olgu" olduğu düşüncesidir. Ancak tasavvufun İslâmi bir müessese olmayıp, evrensel mistisizmin İslâmiyet'e "sirayet etmesi" sonucunda ortaya çıktığını ileri sürenler vardır.

Tasavvufun doğuşu birbirine bağlı iki etkenle ilişkili gibi görünür. Birincisi, bazı Müslümanların, özellikle de Arap olmayanların dönemin yöneticileri olan Emeviler'in dünyaya “tamah eden” lüks ve maddiyatçı yaşamından duydukları rahatsızlıktır. Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı şunları kaydeder: "Aşırı zenginlik, yüksek ve müreffeh bir zümrenin türeyişi, Emeviler’in daha ilk devrinde, Hz. Ömer'in dediği gibi Arap Kisrâsı olan Muâviye'nin kapıcılı, perdecili, hadımlı, tahtlı saray kuruşu, buna karşı duyulan içli ve derin nefret..., aynı zamanda iç kargaşalıkların verdiği bezinti, İslâm'da aşırı ve kaba zahitliğe yol açmıştı." Tarihçi Prof. Ahmet Yaşar Ocak da tasavvufun Arabistan'da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşememiş olmasını, onun Arap olmayan Müslümanların Arap-Müslüman saltanatına karşı, içerisinde kendi eski kültürlerine ait unsurları da barındıran bir mistik tepki hareketi olarak değerlendirmekten yanadır.

Bağlantılı ikinci neden, kendilerini Emevi sarayı ile özdeşleştirmiş dönemin din bilginleri, yani “ulema” tarafından temsil edilen fıkhî-normatif İslâm anlayışının hâkimiyetine karşı duyulan tepkidir. Ulemanın temel sorunu, Müslümanların tavır ve davranışlarını uygun bir düzene sokmaktı. Bu "normatif" yaklaşım karşısında Allah'ın kutsal özüne ruhanî geçişin içsel-sezgisel (“bâtınî”) bilgisi olarak sûfilerce öğretilen "marifet", Müslümanların davranışlarını düzenlemekle uğraşan ulemânın “şeklî ve sathî” İslâm anlayışına bir alternatif olarak şekillenmiştir.

Ulema-evliya kavgası

Bu doğrultuda İslâmiyet'te tasavvuf geleneğinin vücut bulmasından hemen sonra sûfiler ile ulema arasında bir cepheleşmenin ortaya çıktığı görülür. Kendilerini "doğru" İslâm'ın yegâne kurumlaşmış otoriteleri olarak gören İslâm âlimleri başlangıçtan itibaren tasavvufa sıcak bakmadılar. Mistik-manevî deneyim yolu ile Allah'ın bilgisine ulaşma fikri (“marifet”) ulemâ için kabul edilemezdi. Onlar için Allah'ın bilgisine ulaşmak, ancak kendileri tarafından geliştirilmiş olan İslâm ilimlerinin ciddi bir uzmanlaşma gerektiren araçları yardımıyla Kur'an ve hadisler, yani “şeriat” üzerinde yoğunlaşan bir çalışma ile mümkün olabilirdi.

Ulemâ, sûfi mistiklerin konum ve etkinliklerinde kendisinin Müslüman kitleler üzerinde o zamana kadar rakipsiz olan otoritesine bir tehdit gördü. Buna bağlı olarak sûfilerin etkinliklerini gözden düşürme ve kınama girişimleri, 9’uncu yüzyılın sonuna doğru başladıysa da esas itibarıyla yoğunluk kazanması Hallac-ı Mansur gibi, "Ene'l-Hak" (“Allah, benim”) dediği için zamanın uleması tarafından ölümüne fetva verilen mistiklerin tasavvufî anlayışı en uç noktada yorumlama girişimlerini takiben olmuştur. Hallac aslında kendi ilahlığını ilan etmiyor, fakat Allah ile bir araya gelmek olarak nitelenebilecek bir mistik deneyimi anlatmak istiyordu. Bir başka deyişle, bu feryat, kişinin kendisi olmaktan çıkıp (fena) yalnızca Allah ile var olmak (beka) hissinin dışavurumuydu.

Uzlaşma arayışları, Gazali ve İbn-i Arabî

11. yüzyılın sonuna doğru, ulemânın normatif, yani kurallarla bezeli “şeriat” İslâm'ı ile sûfilerin mistik “marifet” İslâm'ı arasında bir yumuşama ve yakınlaşma sağlama girişimleri, özellikle İmam Gazali'nin büyük çabasıyla başarılmış gibi görünse de iktidar ve nüfuz için rekabete bağlı ihtilafların sürdüğü ortamlarda bu “çatlak” hep varlığını sürdürdü. Ne İbn-i Arabî gibi meşhur sûfilerin uç noktalara varan "panteist" (“Vahdet-i Vücud”çu) spekülasyonları ulema tarafından hoş karşılandı ne de sûfiler, sıradan Müslümanları Allah'ın hakikatine ulaştırmada sahip oldukları "kutsal aracı" pozisyonuna dair iddialarından vazgeçtiler.

O yüzdendir ki Gazali'den aşağı yukarı yüzyıl sonra, tasavvufî çevrelerce “Şeyh-i Ekber” (En büyük şeyh) denilen İbn-i Arabî, “panteistik” (dolayısıyla da “şirk”, yani Allah’a eş koşar) olduğu söylenen Vahdet-i Vücud doktrininden dolayı, zamanın İslâm âlimlerinin pek çoğu tarafından “Şeyh-i Ekfer” (kâfirlerin şeyhi) olarak isimlendirildi. Tabii o da ulema için "ümmetin firavunları, salih kişilerin deccalleri" demekten çekinmemiştir. Benzer şekilde, Hallac'ın katlinden yüzyıllar sonra, Osmanlı döneminde, hâlâ ulemanın fetvalarıyla idam edilen sûfi dervişler olmuştur.

Aşama aşama tasavvuf

İslâm'da tasavvuf geleneğinin yerleşme ve gelişme sürecinde bazı önemli tarihsel evreler ya da dönüm noktaları ayırt etmek mümkün. 8’inci yüzyılda söz konusu olan başlangıç evresinde tasavvuf esas itibariyle züht ile alâkalı bireysel bir hareket idi. 9’uncu yüzyıldan itibaren ise özellikle Bağdat çevresinde serpilip gelişmiş bir etkinlik haline gelerek kent mekânlarında kamusal olarak öğretilmeye başlandı. Bu dönemde, daha erken dönemin zahitlerinin dünyevî zenginlik ve hırslara karşı temel ilgi odaklarını oluşturan "Allah korkusu" (“takva”) yerine, ondan daha çok, sûfi mistiklerin tasavvufu bir “teosofi” haline getirmede dayanak noktalarını oluşturan "Allah sevgisi"nin (muhabbet) vurgulanmaya başladığı görülür. 11’inci yüzyıla kadar sürmüş olan bu dönem, aynı zamanda tasavvufî düşüncenin usta-çırak (mürşit-mürit) ilişkisi temelinde sistematikleşmeye başladığı dönemdir.

11’inci yüzyıldan itibaren, kent merkezlerinde yerleşmiş olan sûfi üstatları kırsal bölgelere ya da taşraya doğru hareket etmeye ve öğretilerini daha geniş Müslüman kitlelere yaymaya başladılar ki bu süreç de bize tasavvufun popülerlik kazanmasında en gelişmiş evreyi işaret eden tarikatları verecektir.

Tarikat: Allah’a giden yol

12’nci yüzyılın sonlarına doğru, pek çok tasavvufî merkez, etkinliklerine katılan talebelerin manevî olarak "İlahî Hakikat"e varmalarını sağlamayı amaçlayan okullara dönüşmeye başladı. Farklı öğretim metotları, mistik egzersizler ve yaşama kuralları, her bir çevreye ayrı bir renk ve biçim verdi. İslâm toprakları hem kentler hem de kırsal alanlarda, takipçilerini Allah'a ulaştıran pek çok çeşitli "yollar", yani tarikatlar ile kaplandı. Arapça tarikat ya da tarik, "yol" anlamına gelir ve esas olarak bir rehber eşliğinde Allah'ın hakikatine erişmek isteyenlerin izlediği belli bir mistik metot ve sisteme gönderme yapar.

Tarikat etkinlikleri usta-çırak (mürşit-mürit) ilişkisi ekseninde ve genellikle bir tekke (zaviye, dergâh ya da hangâh terimleri de kullanılır) etrafında gerçekleştirilir. Tekke'de tarikat lideri, yani mürşit ya da İslâm dünyasındaki en yaygın deyişle şeyh, müritlerine tarikatın doktrin ve prensiplerini öğreterek onlara dünyevî ve ahlaki davranışlarında yol gösterir; yani tasavvufi deyişle onları "irşat" eder. Şeyhler ya da onların temsilcisi olan halifeler ile tarikatın tâlipleri olan müritler arasındaki ilişkiler genelde böylesi bir tekke içerisinde kurulur, sürekli kılınır ve daha geniş çevrelere yaygınlaştırılır. Pek çok durumda tekkeler aynı zamanda şeyhlerin ve onların çocuklarının evi durumundadır.

Şeyh, pir, mürşit, veli, halife: Ne nedir?

Bir tarikat liderini tanımlamak için kullanılan sözcükler çeşitlidir. Bunlar arasında en yaygın olanı Arapça “ihtiyar” anlamına gelen şeyh sözcüğüdür. Farsça pir de ihtiyar anlamına gelip özellikle Farsçanın ana ya da hâkim dil olduğu yerlerde şeyh karşılığı olarak kullanılmaktadır. Mürşit ise manevi rehber ya da öğretmen anlamına gelmekte olup tâliplere tarikat yolunu öğretme işlevi bağlamında şeyh ile eş anlamlıdır.

Çoğu zaman, yanlış olarak yukarıdaki terimlerle aynı anlamda, özellikle şeyh yerine kullanılan bir diğer sözcük de "velî"dir. Tasavvufta "Allah'ı seven, dost edinen ve O'nun tarafından dost edinilen" anlamında kullanılan velî (çoğulu, evliya), “manevî yolculuk”ta (seyr-i sülûk) zorunlu bütün aşamaları tamamlamış olan ve en büyük olgunluk mertebesine ulaşmış sûfiye verilen addır.

Bir şeyh hem bir velî hem de mürşit olmalıdır, ancak her velî mürşit değildir, çünkü mürşitlik insanları eğitme onlara rehberlik etme anlamıyla özel yetenek gerektirir.

"Halife" sözcüğü ise bir şeyhin vekili ya da öldüğünden sonra sonun yerine geçecek olan kişiye işaret eder. Bir şeyh önde gelen müritlerinden birini tarikat öğretisini yaymak üzere bir başka yere halifesi olarak gönderebilir. Şeyh öldükten sonra kendisi tarafından atanmış olan halifeler aktif oldukları bölgelerde kendi başlarına şeyh gibi davranabilirler ya da kendilerine bağlı olanlar tarafından şeyhlikleri ilan edilebilir.

Bereket ve keramet

Takipçilerinin gözünde bir şeyh sıradan bir insan değildir. Allah tarafından insanlığa yol göstermek üzere seçilmiş kutsal bir kişidir. Bir başka deyişte şeyh, Allah ile insan arasında bir aracıdır.

Şeyhe bağlıları tarafından atfedilen kutsiyetin merkezinde "bereket" kavramı yer alır. Şeyhin kutsal pozisyonu bereket sahibi olması ve müritlerini de bereketinden yararlandırması ile açıklanır. Aynı zamanda insanlar üzerindeki etki ve gücünün de temellendirilmesini sağlar.

Bereket kavramına adeta bitişik olarak kullanılan ve şeyhin manevî gücünün diğer bir göstergesi olan kavram da "keramet"tir. Terim olarak "kerem", "ihsan" veya "lûtuf" anlamına gelen keramet, tasavvufi bağlamda bir şeyh ya da velî tarafından gerçekleştirilen mucizelere işaret eder.

Kuşkusuz bir şeyh kendisini bereket ve keramet sahibi biri olarak öne sürmez. Bu nitelikler onun kutsî şahsiyetine inananlar tarafından kendisine atfedilir. Oldukça yaygın olan "Şeyh uçmasa da mürid uçurur" deyimi bu durumu çok güzel açıklar. Keramet işareti olan durum ve davranışlar, bunların, şeyhleri tarafından geldiğine inanan insanlar tarafından günlük yaşam pratiği içerisinde yaratılır, yeniden üretilir ve dönüştürülürler.

“Kalbin fırçası”: Zikir

Tasavvuf-tarikat pratiğinin merkezinde zikir yer alır. Genel bir tanımlamayla zikir, Allah'ı, adlarını ve sıfatlarını belli bir ahenk içerisinde tekrarlayarak anmak ya da hatırlamak üzere gerçekleştirilen bir ritüeldir.

Tarikatlarda zikir en temel etkinlik olarak karşımıza çıkar. Pek çok zaman müritler İslâm'ı yaşayış biçimlerini diğer İslâmî geleneklerden ayırt etmede en önemli ölçütün, kendilerinin zikir yapmaları olduğunu vurgularlar. Zikir yapma biçimleri, kural ve düzenlemeleri her tarikatta birbirinden farklı ve kendine özgüdür. Zikir sesli olarak (cehrî) ya da sessiz/gizli (hafî) olarak yapılabilir. Yalnızca dille, kalbin herhangi bir katılımı olmadan (zikr-i lisânî) ya da yalnızca kalp ile (zikr-i kalbî), veya her ikisi ile birden, yani hem dil hem de kalp ile de yapılabilir.

Zikir ritüeli aracılığıyla, Allah ile bağ kurma şeklinde özetlenebilecek sûfi-mistik düşüncenin pratikte gerçekleştirildiği söylenebilir. Bundan dolayı, zikirde en önemli nokta, her şeyi unutmak, hatta hiçbir şeyin var olmadığını farz etmek ve yalnızca Allah'ı düşünmektir. Bu çerçevede zikir, kalbin "fırçası" olarak tanımlanır ve şöyle değerlendirilir: "Zikir kalpten her şeyi süpürür ve onu tertemiz kılar. Aksi takdirde Şeytan kalbe hâkim olacak ve onu kontrolü altına alacaktır ki bu olabileceklerin en kötüsüdür. Kalbini Şeytan'ın saldırısından korumak isteyen birine yardım edebilecek tek şey zikirdir.”

İslam, tarikatlarla yayıldı dünyaya

Tarikatlar, tasavvuf adı verilen İslâm mistisizminin kurumsal tezahürleri olarak ortaya çıktıktan sonra hızla, özellikle de İslâm'ın yeni yeni nüfuz ettiği bölgelere doğru yayılmışlardır. İslâm'ın Orta Asya'ya, Hint Yarımadası'na, Güney-Doğu Asya'ya, Anadolu'ya ve Afrika'ya yayılması geniş ölçüde tarikat etkinlikleri yolu ile olmuştur. Bu süreçte, bu bölgelere İslâm'ın varışından evvel hâkim olan dini kültler ve inanç sistemleri tarikatlar aracılığıyla İslâm tarafından içselleştirilmişlerdir.

Sürecin nasıl işlediğini netleştirmek açısından yine Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'ın şu sözlerini kaydetmek yerinde olacaktır: "X.-XII. yüzyıllarda İslâmiyet Orta Asya'da yayılırken, tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yanına yahut yakınlarına inşa ediliyor, zamanla bu manastırlar çevresinde mevcut, oradaki azize ait menkabeler İslâmileştiriliyordu. Böylece o bölgedeki eski kültün kendine mal edilmesi suretiyle yerli halk ile bağ kurularak İslâmlaştırma kolaylaştırılmış oluyordu.”

Bu şekilde tarikatlar kısa bir süre içerisinde genişlemesi devam eden Müslüman âleminin pek çok bölgesinde farklı halkların yaşamı ve kültürü ile kaynaşmış karışmışlardır. Ancak kırsal alanda halk kitleleri arasında kendilerine başarıyla yer bulmuş olmaları, tarikatların yalnızca tek tip toplumsal ortam ile ilişki kurabildiği anlamına gelmez. Aksine, Müslümanların yaşamında tarikatların etkileri toplumsal, ekonomik ve coğrafi bakımlardan son derece anlamlı bir çeşitlilik göstermiş ve halen de göstermektedir. Söz gelimi:  

“Bazı tarikatlar aristokratik olup saray ve ulemâ tarafından desteklenmekteydiler; Delhi Sultanlığı'nda Sühreverdîlik, Selçuk ve Osmanlı devletlerinin yöneticileriyle ilişkileri açısından da Mevlevîlik gibi diğer bazıları ise daha ziyade halk arasında takipçi bulmaktaydılar. Kentsel (Mevlevîlik) ya da kırsal (Bektaşîlik) veya mesleki (Mısır'da balıkçıların Kadirîlik ile bağlantısı) olabiliyorlar, esnaf loncaları ya da Yeniçerilerin Bektaşîlik ile ilişkisi örneğinde olduğu gibi askeri sınıf ile de bağ kurabiliyorlardı” (John S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, 1971, s. 233).

Ticaniye’nin 3 hali!..

Geçmişten günümüze kadar, tarikatlar ve şeyhler Müslümanların yaşamında son derece önemli toplumsal ve siyasal rollere sahip oldular. Ancak onların siyasal iktidar merkezleri ile ilişkileri, zamanın ve mekânın değişen özelliklerine bağlı olarak çok farklı biçimlerde belirlenmiştir. Bazı durumlarda, tarikatlar siyasal otoriteye karşı militan bir direnişin merkezleri olarak ortaya çıkmışlar, diğer bazıları ise yöneticiler karşısında teslimiyetçi hatta bazı durumlarda işbirlikçi tutum takınmışlardır.

Hatta bazen öyle şaşırtıcı tablolar ortaya çıkar ki mesela Ticaniye gibi bir tarikatın aynı Fransız sömürgeciliğine karşı Kuzey-Batı Afrika'nın komşu ülkelerindeki özgün yerel koşullara bağlı olarak farklı pozisyonlar aldığı görülür. Tarikat, Tunus ve Cezayir'de Fransız yanlısı bir tutum sergilemiştir, çünkü kendisinin sürtüşme içinde olduğu mahalli-geleneksel kabile liderlikleri hâlihazırda Fransız-karşıtı bir konumdaydılar. Buna mukabil Fas'ta ise kendisiyle rekabet ve hasımlık içindeki diğer iki tarikat Fransız yönetimine bağlılık gösterdiği için, Ticaniler kendileri Fransız karşıtı olmuşlardır. Ve son olarak, Senegal'de 1900'lerin başına kadar Fransız yanlısı olan tarikat bünyesinde daha sonra tarikat-içi bir ayrılmaya bağlı olarak bazı Ticani gruplar ülkede İslam'ın yeniden canlandırılmasını amaçlayarak Fransız-karşıtı bir tutum takınmışlardır.

“Uslu tarikatlar” da var “yaramaz tarikatlar” da…

Tarikatların Müslüman ülkelerin pek çoğunda geniş kitleler üzerindeki etkisi, ideolojik temelde ister İslamcı ister laik hatta sosyalist olsunlar, siyasal gelecekleri büyük ölçüde tarikat çevrelerinden gelecek desteğe bağlı olan yöneticileri ve liderleri bu çevrelerle olan ilişkilerine büyük önem ve dikkat sarf etmeye yöneltmiştir. Devlet gücünün tarikatlara ihtiyaç duyup onları koruyup kolladığı zamanlar olduğu gibi, aksine, onları bir tehdit olarak algılayıp takibata giriştiği zamanlar da olmuştur. Yani, devlet nezdinde, "akıllı-uslu" tarikatlar ve "şüpheli-bozguncu" tarikatlar söz konusudur.

Bununla birlikte tarikatlar ile siyasal şahsiyetler arasındaki ilişkiler, tarikatların da toplum içerisindeki pozisyonlarını güçlendirmek için politikacıların desteğine ihtiyaç duymalarından dolayı, bugün de gayet yakından izleyip gözlemlediğimiz üzere, karşılıklı bir bağımlılık arz etmiştir. Tarikat şeyhleri, pek çok Müslüman ülkede siyasal süreçlerin işleyişinde odak noktası durumuna gelmişlerdir. Onların siyasete karışma derecelerinin ise, kişisel yetenek, siyasal iktidarın yapısı, tarihsel şartlar ve yerel sosyo-ekonomik gerçeklikler gibi etkenlerin karşılıklı ilişkisine bağlı olduğu söylenebilir.

(Tayfun Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği, İletişim-Berfin, 1996-2012.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi