Toplumsal Felaketler ve Sanat Eserine Dönüşümleri

Son Güncellenme Tarihi: Kasım 23, 2020 / 21:28

Sanatçılar, bilim insanları ve düşünürlerin kimi çıkışları ve söylemleri toplum içerisinde infial yaratabilmektedir. Bunlardan çok çok azı hesap edilmemiş bir öngörüsüzlükten ibaretken, büyük çoğunluğu bir tartışma başlatma ve senteze ulaşma amacı taşır.

Örneğin Lars Von Trier’in; “Hitleri anlıyorum. Bazı yanlış şeyler yaptı elbette ama onu tuvaletinde otururken hayal edebiliyorum” cümlesi iyi hesap edilmemiş bir öngörüsüzlüğe örnektir. Bu çıkış, Trier’in dünyanın her yerinde tepki görmesine ve uzun süre festivallere davet edilmemesine neden oldu. Trier aslında Hitler ile ilgili bir şarkıya göndermede bulunarak espri yapmaya çalışıyordu ama belli ki hassasiyet-akılcılık dengesini iyi kuramamış ve kendi ifadesiyle ‘anlaşılamamış’tı.

Lars Von Trier kült filmler ortaya koymuş sıra dışı bir yönetmendir. Belki de bu çıkışıyla bir tartışma yaratma, insan topluluğunun özde kötü olduğu düşüncesini dile getirme amacı taşıyordu fakat bu hüner gerektiren oyunu iyi oynayamamıştı. Şimdilik karşılaştırmamızın kötü örneği olarak bir kenarda bırakalım kendisini.

Michel Foucault’nun 1977 yılında, D.Cooper, J.P.Faye, M.O. Faye ve M.Zecca ile gerçekleştirdiği ‘Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane’ başlıklı söyleşide, tecavüz ile ilgili sarf ettiği sözler oldukça çarpıcıydı. Foucault konuya gerçek anlamda bodoslama girerek “Ne olursa olsun, cinsellik hiçbir durumda cezalandırma nesnesi olmamalıdır…” demiştir. Gerçekten ilk etapta şok edici bir açıklamadır. “Tecavüz cezalandırıldığında ise, özellikle fiziksel şiddet cezalandırılmalıdır. Bunun bir saldırıdan başka bir şey olmadığını, başka hiçbir şey olmadığını söylemek gerekir: Ha yumruğunu birinin ağzından içeri sokmuşsun, ha penisini cinsel organına, fark yoktur…” (Foucault, 2015: 139)

Tartışmanın devamında kadın katılımcıların bu söyleme karşı çıktıklarını, tecavüzün cinsel şiddet olduğunu ve farklı bir alanda değerlendirilmesi gerektiğini söylediklerini belirtelim. Devamında Foucault ise; bu durumda cinselliğin mevcut haliyle bedende baskın bir yeri olduğunu ve cinsel organın bir el, saç ya da burun olmadığını, korunup kollanıp, çevrelenmesi gerektiğini ve bedenin geri kalanından farklı bir mevzuata tabi olması gerektiğini söyler.

Fakat bu söylem de sakıncalıdır. En başta özgürleşmesi ve sıradanlaşması gereken cinsellik alanını bir tabuya dönüştürmektedir. Uzun sayılmayacak bir fikir alışverişinden sonra ise uzlaşı bulunacak gibidir;

Tartışmacılardan Zecca; özel olarak çocukların durumunu düşünerek, “bunun cinsel bir edim olduğunu sanmıyorum, bu tam anlamıyla fiziksel bir şiddettir” der. Cooper ise; “Tecavüz orgazma yönelik değildir. Bir başkasının bedeninde, hızlı bir mastürbasyondur. Cinsel değildir. Yaradır”(Foucault, 2015:141) diyerek, aslında Foucault’nun en başta söylediğine gelir.

Foucault, bu infial yaratan çıkışıyla aslında sadece şunu söylemek istemektedir: Bu bir fiziksel şiddet eylemidir ve yapılanın cinsellikle bir alakası yoktur. Cinsellik olabilmesi için iki tarafın da uzlaşı içerisinde olması gerekir. Cezalandırılması gereken başlık kesinlikle ‘fiziksel şiddet’ olmalıdır.

Bu söyleme ve fikir çatışmasıyla ortaya çıkan sonuca birçok insanın ikna olmadığına eminim. Bir insanın suratına yumruk atmakla, tecavüz etmek nasıl olur da aynı şekilde ‘fiziksel şiddet’ başlığında değerlendirilir denilebilir. Fakat şunu söylemek gerekir ki; özellikle bizim gibi toplumlarda şiddetin çok sıradan bir eylem olmasıyla, bu itirazın kesinlikle bir ilgisi vardır. Tersi bir okumayla, bir insana tecavüz etmek gibi suratına yumruk atmak da korkunç bir şeydir denilebilir. Fiziksel şiddet dediğimiz eylemin insanlık dışı bir edim olduğuna evvela ikna olmamız gerekir.

Konunun başına dönersek, Foucault gerçekten de ince hesaplanmış, tüm ayrıntıları kurgulanmış bir tartışma yürütmüşe benziyor. Ki linç edilmeden hakkının teslim edilmesi de buna işarettir.

İnfial yaratan bir başka çıkışa daha yer vererek esas konumuza yavaş yavaş gelelim.

‘En Büyük Sanat Eseri’

11 Eylül 2001’de, El Kaide’nin İkiz Kulelere ve Pentagon’a yaptığı ve binlerce insanın öldüğü hava saldırılarını hepimiz anki tazeliğiyle hatırlıyoruz. İkiz Kulelerin çöküşünü ve camlardan atlayanları, milyonlarca insan canlı yayından ‘izleyebildik’.

Bu saldırıdan yalnızca beş gün sonra 16 Eylül 2001’de, dünya çapında şöhret sahibi, elektronik müziğin öncülerinden Alman Karlheinz Stockhausen, Hamburg’da bir basın toplantısı düzenlemektedir. Tüm dünyanın gündeminde ilk sıraya yerleşen bu korkunç hadise kendisine de sorulur elbette. Stockhausen’in cevabı ise oldukça sıra dışıdır.

Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırının, “bütün kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri” olduğunu belirttikten sonra, hayranlığını gizlemeden, teröristlerin “müzikte hayal dahi edemeyeceğimiz bir şeyi tek perdede” gerçekleştirdiklerini, “insanların bütünüyle fanatik bir biçimde, delicesine on yıl prova yaptıktan sonra, konsere çıkıp öldüklerini” söylemiş  (Lentricchia & McAuliffe, 2017: 20).

İnsanları şaşkına çeviren birçok itirafın olduğu aşikârdır sanırım bu açıklamada. Stockhausen, binlerce insanın korkunç bir şekilde can verdiği bu terörist saldırıyı, “bütün kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri” olarak tanımlarken, bu saldırıya olan hayranlığını gizleyemiyor. Dahası teröristleri kıskandığını devamındaki şu ifadesinde açığa vuruyor; “Ben bunu yapamazdım. Bununla karşılaştırıldığında besteci olarak bizler hiç sayılırız” (Lentricchia & McAuliffe, 2017: 20).

Dehşet Verici Cazibe

Bu olayı dünya kamuoyuna duyuran, New York Times’ın klasik müzik eleştirmenlerinden Antohny Tommasini, Stockhausen’in gerçeklikle temasını yitirdiğini ve psikiyatri kliniğine kapatılması gerektiğini aynı yazısında belirtmiştir. Tommasini, sanatı betimlemenin çok zor olduğunu, tevazu göstererek ne olduğunu da bilmediğini söylerken “Istırabın teatral bir betimlemesi sanat olabilir, ancak ıstırabın kendisini olamaz… Alev alev yanan İkiz Kulelerin imajı, her ne kadar dehşet verici bir cazibeye sahip olsa da, sanat değildir” der. ( A.g.e, s.21).

Evet, görünen o ki hasmına ‘kliniği’ tavsiye eden eleştirmenimiz de hayranlığını “dehşet verici bir cazibe” ifadesiyle gizleyemiyor. Aslında tam bu noktada herkesin kendine sorması gerekir, felaketler karşısında duyulan ‘gizli hayranlığı’. Sanırım, insanlar olayın birinci dereceden mağduru olmadığı sürece, yaşanan dramı güvenli limanlarından, bir nesneye bakar gibi ele alıyor ve nesneye odaklandıkça gerçeklikten kopup ondan haz almaya başlıyor. 11 Eylül saldırısı elbette bu topraklar için büyük bir yıkıma ve içten bir üzüntüye asla neden olmadı. Bu nedenle ‘gizli hayranlığımızı’ test edebileceğimiz bir felaket kategorisinde değerlendiremiyoruz. Fakat deprem, sel gibi sık yaşadığımız doğal afetler karşısında takındığımız tavır “dehşet verici cazibe’ye bir örnek olabilir. Neden her doğal afette şiddetin daha büyük olduğuna inanma ihtiyacı duyuyoruz? Bir depremin büyüklüğü ve yıkıcılığı karşısında -çaresizliğin de etkisini yadsımayarak- hayran gözlerle yıkılan bina videosunu defalarca izleyebiliyoruz. Keza evleri, araçları yutan sel görüntülerini de… Yoksa biz de kendi felaketlerimizi birer sanat eseri olarak değerlendirip, onlara gizli bir hayranlık mı duyuyoruz?

Sockhausen bu açıklamayı yaptığı sırada Hamburg’da dört gün sürecek bir festivalin açılışında bulunuyordu ve aniden tüm konserleri iptal edildi. Uluslararası tepki çok hızlı yayıldı ve tahmin edileceği üzere Stockhausen, dünyanın en nefret ettiği kişiler arasına bir anda ulaştı. Hatta piyanist olan kızı, bundan böyle Stockhausen soyadını kullanmayacağını basına açıkladı.

Terörün Sanatsal Kalıntıları

Stockhausen, iyi hesaplanamamış bir çıkış ortaya koymuş ve akıl dolu bir kurgunun eksikliğini maalesef yaşayarak görmüştü. Fakat olaydan kısa bir süre sonra, 30 Aralık 2011’de New York Valisi Guiliani, Ground Zero olarak adlandırılan (zemin, sıfır noktası anlamında. Olaydan sonra Amerikalı yazarlar ve entelektüeller yazılarında bu ifadeyi kullanırken ülkeleri için Groundzeroland, yani sıfır noktası ülkesi yakıştırmasını yapmışlardır) felaketin meydana geldiği alana, bir gözetleme platformu kurdurmuş ve Amerikan halkını bu sahneye gelip ‘derin bir üzüntü ve müthiş bir vatanseverlik’ yaşamaya davet etmiştir. Bu çağrı New York turizm ve konferans bürosunun da yoğun desteğiyle çok hızlı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Ne de olsa şehirdeki restoran ve oteller uzun süredir iş yapamamaktadır.

Bu çağrı Amerikalılar arasında kısa süre içerisinde adeta bir hac ziyaretine dönüşmüş, felaket alanı “turistik mekân” ile “kutsal yer” arasında bir hüviyete erişmiştir. Platforma gelen insanlar ortadaki boşluğa bakıyor ve asla baktıklarının gerçek anlamını ayırt edemiyorlardır. Zira platform üzerindeki insanlar ve bu insanların eylemleri ‘eseri’ tamamlayan parçaları oluşturuyordur. Gelen insanlar fotoğraflar çektiriyor, hatıra şapkalar, tişörtler satın alıyor, çöreklere para harcıyor, el altından marka güneş gözlüklerinin ticareti yapılıyordur. İlk gelen şanslı hacının ismi gazetede çıkıyor, koleksiyoncular ve müze müdürleri, ‘estetik ölçütlere dayanarak’ rastgele nesneler seçip, gelecekte sergilenmek üzere saklıyorlar. Bunlara “artifact”, sanatsal kalıntılar, yani terörün sanatsal kalıntıları diyorlar.

Ne acı ki, henüz üç buçuk ay önce linç edilen Stockhausen haklı çıkıyor. “Tüm kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri”ni insanlar bir bilet karşılığında izleyebiliyor.

Bizim Olan Groundzeroland

Sanırım kendi Groundzeroland’mıza dönebiliriz artık.

Ülkesinin gündemine bir türlü yetişemeyen bir birey olarak, hatırlamanın değil, artık unutmanın erdemli bir davranış olabileceğini kendi içimde tartışmaya başladım. Belki de Marc Auge’nin Unutma Biçimleri adlı eserinde dediği gibi; “içinde bulunulan zamanın, şu anın ve bekleyişin tadına varmak için unutmayı bilmek gerekir; ancak unutmak bellek için de bir ihtiyaçtır: Uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekir” (Auge, 2020:7).

Auge, ilerleyen sayfalarda, unutma-anımsama eylemini, bir bahçıvanın yaptığı budama işlerine benzetir. Faydalı bitkilerin zenginleşip boy atabilmesi için diğerlerinin budanması gerektiğini söyler. Ülke olarak son üç haftada öyle olaylar yaşadık ki, bir sanat eserine dönüşmesine ramak kalmış olan İzmir Depremi’ni unuttuk.

Gördüğü manzaraları arazi-zaman kesişmesinde unutmayı vatani görev bilen bir vatandaş olarak, İzmir Depremi’ndeki sağduyulu tavrı için tüm kişi ve kurumlara teşekkür ediyorum. Emin olalım başka bir ülkede böyle bir olay yaşansa, bakanlar hızlıca olay yerine gelip –hatta enkaz üzerinde- fotoğraf çektirip, taze acıyı bir sanat eserine dönüştürmeyi bilirdi. Önemli devlet adamları, korumalarını yanlarına alıp, henüz enkaz altında yaralılar varken, gürültülü geçişlerini büyük bir konsere dönüştürebilirdi. Hatta kimi belediyeler enkaz görüntülerini bir sinema afişine dönüştürebilir, bazı cin fikirli girişimciler bu görüntülerin baskılarını kimi eşyalara işleyerek onları hızla birer ticari metaya dönüştürebilirlerdi.

Neyse ki dünyanın birçok yerinde sıklıkla karşılaştığımız, toplumsal felaketlerin birer sanat eserine dönüştürülerek pazarlanması fikri bu topraklarda hiçbir zaman yaşamadı. Ve umarım hiçbir zaman da yaşamaz.

Kaynaklar

İktidarın Gözü, Michel Foucault (Ayrıntı Yayınları, 2015, çev: Işık Ergüden)

Katiller, Sanatçılar ve Teröristler, F. Lentricchia & J. McAuliffe (Ayrıntı Yayınları, 2017, çev: Barış Yıldırım)

Unutma Biçimleri, Marc Auge ( Yapı Kredi Yayınları, 2020, çev: Mehmet Sert)

Türkiye

Başlık Spotu: Deprem, sel gibi sık yaşadığımız doğal afetler karşısında takındığımız tavır “dehşet verici cazibe’ye bir örnek olabilir mi? Neden her doğal afette şiddetin daha büyük olduğuna inanma ihtiyacı duyuyoruz? Bir depremin büyüklüğü ve yıkıcılığı karşısında -çaresizliğin de etkisini yadsımayarak- hayran gözlerle yıkılan bina videosunu defalarca izleyebiliyoruz. Keza evleri, araçları yutan sel görüntülerini de… Yoksa biz de kendi felaketlerimizi birer sanat eseri olarak değerlendirip, onlara gizli bir hayranlık mı duyuyoruz?

Sanırım, insanlar olayın birinci dereceden mağduru olmadığı sürece, yaşanan dramı güvenli limanlarından, bir nesneye bakar gibi ele alıyor ve nesneye odaklandıkça gerçeklikten kopup ondan haz almaya başlıyor.

Ülkesinin gündemine bir türlü yetişemeyen bir birey olarak, hatırlamanın değil, artık unutmanın erdemli bir davranış olabileceğini kendi içimde tartışmaya başladım.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top