TRAVMAN PEŞİNİ ASLA BIRAKMAYACAK-1 “BİZ” VE “ONLAR”IN BİTMEK BİLMEYEN ÇEKİŞMESİ

TRAVMAN PEŞİNİ ASLA BIRAKMAYACAK-1 “BİZ” VE “ONLAR”IN BİTMEK BİLMEYEN ÇEKİŞMESİ
Bu topraklarda Eylül’ün ilk yarısı duygu yükünde ağırdır.Bu ayın altısı ve yedisi kanatır, acıtır; dokuzu neşelendirir, on ikisi tam kırk yıldır dehşete düşürür, içimizi karartır.Sadece yedi günde oradan oraya savrulur...

Bu topraklarda Eylül’ün ilk yarısı duygu yükünde ağırdır.

Bu ayın altısı ve yedisi kanatır, acıtır; dokuzu neşelendirir, on ikisi tam kırk yıldır dehşete düşürür, içimizi karartır.

Sadece yedi günde oradan oraya savrulur dururuz.

                6-7 Eylül’e bugünden bakarken “çatlayan mozaik”ten bahseder, başımızı utançla öne eğeriz.

                12 Eylül kayıplarımıza içkindir. Sağlığını, aklını, hayatını, sevdiklerini, geleceğini kaybedenlerin, gözaltında yok edilenlerin, darağacında can verenlerin kara bulutu çöker üzerimize...

                Sanki bu iki kara, lanetli günün ortasında derin bir nefes alalım, özgürlük mücadelemizi hatırlayalım diye pırıl pırıl durur 9 Eylül.. Bu günü kutlamak içimizi aydınlatacaktır.

                “Anma” yaramızı açıp tekrar bakmamıza, hatırlamamıza, bazen utanmamıza, önce kendimizden sonra “öteki”nden içten bir özür dilememize kapı açar, bazense ortak bir sevinci beraber yaşamamıza. İster acıtsın, ister kanatsın, isterse umutlandırsın “anma”lar devam edebilmenin olmazsa olmazıdır. Yaramızı, travmamızı içselleştirmemizin çoğu kez biricik yoludur.

                Bu işte bir terslik var sanki!

            Zaferi, başarıyı, umudu, bir olmayı nasıl andığımızın da bir anlamı var elbet..

                “Cici” paylaşımları ile sosyal medya kullanıcısının gönlünde taht kurmuş Datça Belediyesi, İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül’de bir acayip şey yaptı. Paylaştığı görselde Nikolaos Trikupis (Yunan İşgal Ordusu Başkumandanı) fotoğrafı aracılığıyla şöyle diyordu: “Soğuk ama girince alışıyorsun”

Datça Belediyesi, 9 Eylü İzmir’in Kurtuluşu sosyal medya paylaşımı       

                Elbette bu acayip paylaşımın ardından iki ana yaklaşımın öne çıktığı hararetli bir klavye tartışması başladı. Bır grup bu paylaşımı eleştiriyor, kaba, kompleksli ve hatta ırkçı buluyor, diğer grupsa paylaşımın içerik ve biçiminde herhangi bir beis görmüyor, hatta bunu eleştirenleri “Vatansevmezlik” le aynı kefeye koyacak kadar ileri gidiyordu.

En iyimser yaklaşımla bu ham ve “ergen” tavır kendi adıma kanımı dondurdu. Bu da nereden çıkmıştı? Sevinmenin, anmanın, kutlamanın da bir zarafeti olmalıydı. Sevinç illa ötekini inciterek mi yaşanmalıydı? Şimdi bizim “komşu” karşı kıyıdan “Acımadı ki!” diye seslenecek miydi?

                Teşbihte hata olmaz, mesela Viyana’da bir yerel yönetim Osmanlı’nın hatırı sayılır bir bozgunla sonuçlanan 1. ve 2. Viyana kuşatmalarının ardından önce “Evde yokuz” sonra da “Evde yokuz dedik, bakın yine kapıda kaldınız” şeklinde sosyal medya paylaşımları yapsa, buralarda yer yerinden oynamaz, Viyana Büyükelçisi Ankara’ya çağrılmaz mıydı?

Bu nasıl bir üsluptu? Yoksa bu pilav daha çok mu su kaldırırdı?

Seçilen, çağırılan, parlatılan ve aktarılan travmalar

            Vamık Volkan bir psikanalist ve çalışmaları geniş grup kimliğinin travmalarının dinamikleri üzerine yoğunlaşmış.

                Volkan’ın “Kimlik Adına Öldürmek” kitabı kendi alt başlığıyla “Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme”dir. Volkan bu müthiş çalışmasında, ötekilerin aşağılanması ve öldürülmesinin, buna karışan toplumlarda yeni politik ideolojilerin evrilmesine, var olan kültürel törenlerin zehirlenmesine ve yıkıcı hale dönüştürülmesine, geniş grup kimliğinin değişikliğe uğratılmasına yol açtığından söz açar.

                Ona göre genellikle savaş ve savaş benzeri durumlarda, ulusal ve uluslararası gerginlik dönemlerinde “politik propaganda malzemesi” olarak bir travma seçilir, yeniden gündeme getirilr, altı adeta kalın bir çizgiyle çizilir. Bu seçilmiş travmanın yeniden canlandırılması gerçek bir yıkıcılık potansiyeli taşır. Volkan, bu mekanizmayı net bir şekilde anlamamızı sağlayacak örneğini de  komünizmin yıkılmasından sonra Yugoslavya’da yaşananlardan seçer.

O yıllarda Sırp liderler Sırp halkının seçilmiş travmaları aracılığıyla kendilerine aktarılmış olan ödevleri  –yası tutulmayan toplumsal travmalar diğer kuşaklara aktarılır- dehşet verici yollarla yerine getirmesini teşvik eden, kayıp, aşağılanmışlık, zulüm görmüş olma halini yeniden canlandıracak politik propagandalara bilinçli olarak ağırlık vermektedirler.

Sırp halkının “Seçilmiş Travması” Kosova Savaşı’dır.

Slobodan Milošević iktidarında Kosova Savaşı üzerinden en acımasız politik propaganda ağlarını örer. Hem de tam 600 yıl sonra..

Kosova savaşı 1389 yılında gerçekleşmiş ve Sırp geniş grup kimliği için adeta mitleşmiştir. Hristiyan Sırplar, Müslüman Osmanlıların elinden ağır bir yenilgiye uğramiştır. Bu acı bir diğer deyişle seçilmiş travmanın depoladığı yas ödevi o kadar güçlüdğr ki, yaşananlar sanki dün gibidir, aradan geçen 600 yıl anlamını tamamen yitirmiştir.  Onca yıl sonra artık rövanş zamanı gelmiştir. Sırplar yenilgilerinin intikamını alacaklar, bu intikamın ardından aslında hiç yenilmemiş olacaklardır.

Kosova Savaşı her iki tarafın da ağır kayıplara uğradığı, hem Sırp Lider Prens Lazar’ın hem de Osmanlı Sultanı 1. Murat’ın (Hüdavendigar) ölümüyle sonuçlanan kanlı bir savaştır. 1. Murat’ın kalbi ve iç organları Kosova’ya gömülmüş, bedeni ise tahnitlenerek Bursa’ya gönderilmiştir.

Zaman geçer, yıllar içinde Prens Lazar’la ilgili öyküler Sırp halkı için mit haline gelir. Lazar artık Hz. İsa kadar kutsaldır. (Sırp sanatı içerisinde Prens Lazar’ın çarmıha gerilmiş ya da Da Vinci’nin ‘Son Yemeké tablosunda Hz. İsa’nın yerine Lazar’ın oturtulmuş olduğu temsillere rastlanacaktır.)

Seçilmiş travma politik propagandaya dönüşmek üzeredir.

Savaşın 600. yılına varmaya pek az kaldığında Milošević’in adamları Prens Lazar’ı “gerçek anlamda” mezarından çıkarır ve onu esas evi olduklarına inandıkları Kosova’ya getirmek üzere yola çıkarlar.

Elbette bu sıradan bir yolculuk değildir ki tam bir yıl sürer. Yolda tabutla birlikte neredeyse tüm köylere uğranır, Lazar’ın naaşını siyahlara bürünmüş ve gözyalarına boğulmaş yüre halkı karşılar. Prens yolculuk boyınca deflarca kez cenaze töreniyle gömülür ve ardından yeniden “diriltilir”.

Kosova Savaşı’nın 600. yıl dönümünde Slobodan Milošević savaşın gerçekleştiği alanda yapılan törene bizzat katılır. Binlerce Sırp da elbette oradadır. Tarih 28 Haziran 1989’dur.

Gerisini anlatmaya gerek var mı bilmiyorum, Hırvatistan, Kosova ve Bosna’da dünyanın sessiz gözleri işlenen tüyler ürpertici savaş suçları ve başka bir grup kimliğinin ağır travması.. Bir kısır döngü, adeta bir lanet...

6-7 Eylül olaylarının utancının gölgesinde yaşamak da bizim lanetimiz mi?

Bir hafta önce 6-7 Eylül olaylarının üzerinden tam 65 yıl geçti. Olayların tarafları kendi travmalarını çağırdılar, yaralarına tekrar baktılar ve onu iyileştirmeyi umdular. Bir taraf kendi vatanından ayrılmak zorunda bırakılmanın acısıyla yüzleşti, diğer tarafsa – umuyorum ve diliyorum- utancını tekrar hatırlayarak, bu lanetle yaşamanın bir yolunu tekrar aradı.

O gün Londra’da Kıbrıs’la ilgili görüşmeler sürüyordu.

Bazen travmanın 600 yıl öncesinden seçilmesi gerekmez. Bazen travma o an yaratılır ve toplumun önüne çıkarılarak kolektif suça zemin hazırlanır. “Atamızın evi bombalandı” haberi hızla yayılır ve bir pogromun ilk adımı atılır.

Bu acı ve utanç dolu iki günle ilgili ne söylenebilir? Belki hiç bir şey, belki çok şey... Biz o yılların futbol ikonu, tribünlerin ona “Turco” diyerek hayranlıkla haykırdığı Lefter Küçükandonyadis’in anılarına kulak verelim:

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan Emniyet Müdürü evime geldi. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Çok sordular kim yaptı diye; ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

Şimdi Datça Belediye’sinin 9 Eylül paylaşımını ya da mide bulandırıcı “kılıç artığı” dehşet verici “kılıç hakkı” tamlamalarını tekrar düşünmenin zamanı.

Bunu düşünürken ısınan Ege ve Akdeniz’i ve muktedirin bazen tek çıkar yolunun savaş çığlığı atmak olduğunu da hatırlayarak.

Kimlik Adına Öldürmekü Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme, Vamık Volkan, Çev: Medine Banu Büyükkal, Everest Yayınları, 2009