TRAVMAN PEŞİNİ ASLA BIRAKMAYACAK-2: “Öteki”ni Öldürmek Üzerine!*

TRAVMAN PEŞİNİ ASLA BIRAKMAYACAK-2: “Öteki”ni Öldürmek Üzerine!*
Artık empatiyi aramanın, her an mülteci olabileceğimizi, bir gün bir başkasının “Öteki” si olmamızın an meselesi olduğunu anlama zamanıdır.Bir gruba ya da bir kimliğe yönelik şiddet ve nefretten başımızı bir türlü...

Artık empatiyi aramanın, her an mülteci olabileceğimizi, bir gün bir başkasının “Öteki” si olmamızın an meselesi olduğunu anlama zamanıdır.

Bir gruba ya da bir kimliğe yönelik şiddet ve nefretten başımızı bir türlü kaldıramıyoruz.

                Bu topraklarda Kürt olmak, mülteci olmak, Rum olmak, sırf bir yaşam yaratabilmenin tümgüçlülüğüyle dünyaya tırnaklarıyla asılma ve asla vazgeçmemeyi doğumundan itibaren içinde taşıyan bir insan yani “kadın olmak”, LGBT birey ve dahi başka bir çok şey olmak hep zor olmuştur, biliyoruz.

Empati yapamadığımıza, pek de anlayamadığımıza şiddetin her türünü rahatça yöneltip, kırıyor, döküyor, dövüyor, saldırıyor, öldürüyor hemen ardından da nefretimizi rasyonalize ediyoruz. “Ama” lı cümleler kuruyor, en çok bir kaç gün gözaltında kalıyor, sonra da kendi ellerimizle ve tüm acımasızlığımızla yarattığımız şiddet iklimine geri dönmek üzere serbest bırakılıyoruz.

                İsminin başında “Prof. Dr” yazan biri “Türk kadınlarının tek başına korkmadan günün her saati sokakta rahat yürüyebilme hürriyeti için” Suriyelileri Suriye’ye göndermek istiyor. Bense kendi adıma kadınların yolda korku içinde yürümelerini Suriyelilerin varlığına bağlayan, dünyanın en zor hukuki, sosyal ve duygusal statülerinden biri olan mütecilik ve mültecilerle ilgili empatiden, akıl yürütmeden ve vicdandan yoksun bir “Profesör” ile aynı havayı solumak istemiyor, aynı sokaklarda yürümeyi tercih etmiyorum ama bunu kibarlığımdan olsa gerek dile getirmiyorum.

                Bir siyasi partinin lideri mutat “abuklamaları”ndan birini hekimlere ve onların meslek birliğine yöneltiyor. Hatta daha da ileri giderek bir komisyon kuracağını, birliğin geçmişini ve bugününü komisyon eliyle didik didik edeceğini ve hekimlerin kirli çamaşırlarını bulmayı “umduğunu” söylüyor.

                Dil, sen ne mübarek şeysin, ağzından çıktığının niyetini nasıl da açık ediyorsun! Tabii, anlayana...

                Sakarya’ya mevsimlik işçi olarak memleketin bir ucundan fındık hasadına kalkıp gelmiş Kürt işçilere tekme tokat girişiliyor. Saldırının gözü dönmüş, kadın çocuk dinlemiyor, kucağında çocuğu olan bir anneyi dahi ıskalamıyor. Örtbas mekanizması hiç zaman kaybetmeden işlemeye başlıyor, köye girişler kapatılıyor, basın içeri alınmıyor, valilikten sade suya tirit açıklamalar geliyor. (Bu saldırının hasadın bittiği ve ödeme yapılması gereken zamanlaması bir tek benim mi dikkatimi çekiyor?)

                Ne yazık ki haberlerin ardı arkası kesilmiyor. Samsun’da 9 yıldır yaşayan ve fırıncılık yapan 16 yaşındaki Suriyeli Eymenh Hammamı kendi seçmediği kökeninin canını sıktığı bir grup tarafından bıçaklanarak öldürülüyor.

                Afyon’a çalışmaya giden Van Ercişli bir grup inşaat işçisi de belli ki birilerinin canını sıkıyor, silahlı bir saldırı sonucu iki işçi yaralanıyor, 21 yaşındaki Özkan Tokay ise hayatını kaybediyor.

“Öteki” tohumu ne zaman ekilir, nasıl yeşerir?

Bu Pazar biraz canınızı sıkacağım!

“Şimdi bu da nereden çıktı?” diye sormayın, bir yere bağlayacağım.

Kim çocukluğunda Ömer Seyfettin okumamıştır? Sanırım pek azdır okumayan. Çocukluğumuzun sömestr ve yaz tatillerinin adeta vazgeçilmezidir onun öyküleri ve yaygın kanı onun bir çocuk edebiyatçısı olduğu yönündedir. Çoğumuzun çocukluğu, Kaşağı’da (otobiyografik bir öyküdür bu) işlediği bir suçu kardeşinin üzerine atan bir çocuğun vicdan azabıyla kavrularak, iftira edilen çocuğun insafsızca cezalandırılmasına ağlayarak ve verdiği ağır cezayı bir yıl sürdüren haşin bir babadan korkarak geçirmemiş miyizdir? Hangimiz “Başını Vermeyen Şehit” de, Osmanlı mücahit gücünün Grijgal Kalesi’ni kahramanca savunan 110 kişiden biri olan Derviş Deli Mehmet’in başı düşman kılıcıyla gövdesinden ayrıldığında yakın arkadaşı Deli Hüsrev’in ona “Canını verdin, bari başını verme!” diye haykırması sonucu başını gidip geri almasıyla sarsılmamışızdır? Ya da bir ömür başı eğik gezmektense kolunu kesip onu “sözde” kurtaranın önüne atan Koca Ali’nin “Diyet”inde gözyaşlarına boğulmamışızdır.

Ömer Seyfettin öykülerinde bu liste uzar gider, “Bomba”, “Primo Türk Çocuğu”, Ant” çocukluğumuzda ruhumuza sessizce sızmış, etkisini kontrol edemeyeceğimiz bir yaşta aslında farkında olmadan bizi öyle ya da böyle dönüştürmüştür. 

Ömer Seyfettin (1884-1920) bu topraklarda kitapları en çok –ve en kontrolsüz- basılan yazarlardan biridir. Yayınevleri onun yazınını hunharca ve kendi özensiz seçkileriyle basmakta sakınca görmezler.

Ömer Seyfettin öykülerinde –en azından onu belirleyen etkin bir döneminde- Balkanlarda tanık olduğu etnik kargaşa ve Bulgar, Rum ve Sırp milliyetçilerinini birbirlerine ve Türklere karşı olan kanlı saldırıları ile Balkan Savaşı’nın üzerinde bıraktığı derin izleri anlatır. Tüm bunlara yakından tanık olmuştur, çünkü askerdir. Dağlarda eşkiya taküp eder, köylerde ve manastırlarda silah arar. Kimlik adına yapılan kanlı savaşları yazdıklarına yansıtması adeta kaçınılmazdır.

Şimdi geldik yazının can sıkıcı yerine!

Aslında çocuk edebiyatçısı olmayan ancak bilinçdışı bir mekanizmayla çocuk edebiyatçısı olarak “algılatılan” Ömer Seyfettin’in Talim ve Terbiye Kurulu tarafından orta öğretim öğrencilerine de tavsiye edilen 100 temel eserden biri olan “Beyaz Lale” öyküsüne kısaca göz atalım.

Öykünün konusu kısaca şöyle:

 Binbaşı Radko Balkaneski, savaştan hemen sonra Serez’i yağmalamaya, şehirde ikamet eden Türkleri de katletmeye karar vermiştir. Onun en büyük ideali Büyük Bulgaristan İmparatorluğu’nu kurmaktır. Radko öncelikle tüm çete reislerini toplayarak Serez halkı hakkındaki planlarını açıklar. Bir taraftan kendisi için şehrin en güzel Türk kızını ararken, diğer taraftan arda kalan kızları Bulgar askerleri arasında paylaştırır. Askerler kızlara tecavüz edip onları süngüler.

Burada Ömer Seyfettin’e kulak verelim:

“Evvela yere şişman bir kadın yatırıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci güzel kadını, arkası üstü çapraz uzatıyorlardı, bu kadını da ellerinden, ayaklarından birer kadına tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisinin olan komita yaklaşıyor, çıplak fırlak karnın tam ortasına, göbeğin biraz aşağısına kasaturayı saplıyor, hemen çıkarıyordu. Sonra koyu kırmızı bir kan fışkıran bu küçük deliğin üzerinde nefsini köreltiyordu”

İlkokul 2. sınıfa giden çocuğumuzun bu paragrafı okuduğunu hayal edelim ve öykünün devamına kısaca bakalım.

Öncelikle şehir merkezinde büyük bir fırın yakılmalıdır. Şehirdeki tüm Türk kadınları fırında toplanır. Binbaşı kadınların tümünün soyunmasını emreder. Kadınlar bunu kabul etmeyince aralarından birini seçer ve soyunmasını ister. Kadın soyunmayı reddeder. Radko kadının çarşafını yırtar, çarşafının içinde sakladığı bebeğini fırına atar. Çocuğunun vahşice ateşe atılmasını izleyen kadın Radko’ya saldırır. Radko kadının karnını kasatura ile yarar ve onu fırına atar. Diğer kadınlar izledikleri vahşetin yarattığı korku ile soyunurlar. Radko onlara şehrin en güzel kızının kim olduğunu sorar. Sonunda Hacı Hasan Efendi’nin güzel kızı Lale’nin ismini öğrenir.

Hacı Hasan Efendi’nin evinde tek sağ kalmış olan Lale’dir. Radko Hacı Hasan’ın evine gider. Lale kapıyı açmak istemez. Serez halkına acımasız ve vahşice davranan Radko, Lale’ye yumuşak davranır. Onu ikna ederek kapıyı açmasını sağlar. Ancak eve girince ona saldırır, tecavüz etmeye çalışır. Lale bir süre mücadele eder, ardından Radko’nun bir anlık boşluğundan yararlanarak kendini pencereden atar. Lale’nin intiharı Radko’yu tecavüzden vazgeçirmez. Onun ölü bedenine tecavüz eder.

Çocukken okuduğun yetişkinlikte seni belirler mi?

Ömer Seyfettin öykülerinde çocuk kahramanlar olması onun çocuk edebiyatçısı olduğu anlamına gelmekte midir? Elbette hayır! O çocuk edebiyatçısı değildir ve çocuklar için yazmamıştır.

Artık “Ötekinin elinden çıkma” trajedi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yok oluşunun ve bu yok oluşun yarattığı travmanın kuşaktan kuşağa aktarılmasında, yüz yıl sonra bile Ömer Seyfettin’in çocuk edebiyatçısı olarak değerlendirilmesi ve eserlerinin çocuklara önerilmesinin etkisini sorgulama zamanıdır.

Artık empatiyi aramanın, her an mülteci olabileceğimizi, bir gün bir başkasının “Öteki” si olmamızın an meselesi olduğunu anlama zamanıdır.

Ölümcül bir salgın içinde bile doktorlara, sağlık personeline saldırmanın gerçeği örtbas etmek, çaresizliğin hedefini değiştirmek olduğunun ayırdına varma zamanıdır.

Ve Sayın Bahçeli’ye doktorlara hiç bir zaman ihtiyaç duymayacağı sağlıklı bir yaşam temennisinde bulunma zamanıdır.

*Bu yazının bir kısmı 2019 yılında Adli Tıp Bülteni’nde yer alan “Ruhsal Travmanın Edebiyat Yoluyla Aktarımı: Ömer Seyfettin ve Beyaz Lale” çalışmasından özet olarak alınmıştır. (A. Özgüç, G. Oral, Adli Tıp Bülteni, 2019; 24(1): 63-70)