Serhat Güvenç

Serhat Güvenç

Türkiye bir Avrupa ülkesi midir? 

Şimdi ne yeri ne de zamanı diye düşünenler olabilir. Artık AB zirvelerinin takip edilmediği bir aday ülkede yaşıyoruz sonuçta. İlerleme Raporları bile heyecan uyandırmıyor. Epeydir yok hükmündeler.

Üstelik eksen ya da makas değiştirmek için fırsat aranıyor.

Eskiden Duvar vardı. “Öbür tarafa atlarız ha!” denebiliyordu. Duvar yıkıldı. Yerini bir sürü yeni duvarlar aldı. Bir de Çin Seddi seçeneği var. Zaten Türk dünyası Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanırdı. Zamanında bir ayağımızı yere sağlam basıp şöyle bir sıçradık mı seddin öbür tarafındaydık.

Artık zor.  

Türk dünyasının köşe taşlarından Kazakistan’ın bağımsızlığı 30 yıl sonra tartışmalı hale geldi. Adriyatik’ten yola çıkılır da Çin Seddi’ne varılır mı varılmaz mı bilinmez.

Sahi Çinliler bu duvarı atalarımızın saldırılarından korunmak için inşa etmemiş miydi peki? Ötesine geçmek iyi fikir mi?
Ezcümle yüzümüzü Avrupa’dan çevirecek kıvama çoktan geldik de nereye döneceğiz?

Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolculuğunun bir sonraki durağı neresi olacak tartışmasını bir kenara bırakalım, neredeyse 200 yıllık geçmişi olan Avrupalılık iddiasına bir kez daha bakalım.

Türkiye’nin Avrupalılığı zamana, mekana ve nihayet siyasi bağlama göre dalgalanır. Süreklilik arz etmez yani. Hani balık lokantalarındaki menülerde bazı nadir balıkların karşısında fiyat yerine “pazarlığa tabidir” yazar ya. Aynı öyle pazarlığa tabidir bir bakıma. Tarihsel açından bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin öndülü Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı sonrasında Avrupa devletler sistemine dahil edildiği görülür. Avrupa’ya kurumsal ve siyasi aidiyet anlamında 1856 bir dönüm noktasıdır.

Öte yandan Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında hasımlarının kafasında Osmanlıları Avrupa’dan söküp atmak, Asya’ya sürmek vardı. Olmadı. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket” Avrupa devletler sistemindeki yerini ilmek ilmek ördü.

1999’da AB adayı ilan edildi. Orada tıkandı kaldı. Türkiye’nin AB adayı ülke ilan edilmesi dahi Avrupalılığı kültürel (aslında dinsel) kimlik penceresinden değerlendirenler açısından kabul edilemezdi. Fransızların kahir ekseriyeti, Almanlarınsa Hristiyan Demokratları bu gruba giriyor. 2000’li yılların başında bir toplantıda, “Türkiye AB’ye ne zaman tam üye olur” sorusuna yanıt aranıyordu. Katılımcılar arasında akademisyenler, gazeteciler, STK mensupları ve iş insanları bulunuyordu. Almanya eğitimli bir iş insanı sözü “boşuna konuşuyorsunuz” demeye getirip “Ben Avrupalıları tanırım.  Rasyonel insanlardır. Türkiye’nin üyeliğinde kar-zarar hesabı yapıyorlar. Karlı gördüklerinde, tam üye yaparlar” dedi. Kördüğümü çözecek keskin kılıç rasyonaliteydi ona göre.

Maalesef son yirmi yılda Türkiye’nin AB yolculuğunun belirleyicisi akılcılık değil, akıl dışılık oldu.

Fransızların hakkını yemeyelim. İş kar-zarar hesabına gelince en azından pragmatik olabiliyorlar.  

Yeri gelmişken kişisel bir deneyimimi aktarayım.

2004 kışında ara tatilde Asya turuna çıkmıştık. Yaklaşık 25-30 kişilik bir grup. Tayland, Laos, Singapur’u kapsayan bir gezideydik. Laos o sıralarda turizme yeni yeni açılıyordu. Başkent Luang Prabang yakınlarında bir tesiste kalıyorduk. Tesis, 1970’lerin Turban otellerini andırmakla birlikte, o haliyle birlikte ülkedeki yoksullukla tezat oluşturuyordu. Yine de “Batılı” turistin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek rahatlıktaydı. En azından bize öyle geldi. Tesiste bizim dışımızda bir Fransız turist kafilesi kalıyordu. Bunlarla tesis yönetimi arasında sorun olmuş, aralarında yüksek perdeden bir tartışma yaşanıyor. Laoslu ev sahiplerimizin Fransızlara pabuç bırakmaya niyetleri yok. O hengamede Fransız turistlerden biri “Niye bizi desteklemiyorsunuz? Siz de Avrupalısınız” diye bizden medet umduklarını ifade edince, ben kendimi tutamayıp kocaman bir kahkaha attım. Laos’ta Avrupalılığımızın hükmü vardı. En azından Fransızların başa dara düştüğünde.  

Biraz daha geri gidelim, AB Ocak 1999’da para birimi Euro’yu kullanmaya başladı. Üç yıl sonra da fiziki dolaşıma soktu. Ocak 2002 yılında dolaşıma giren Euro banknotlarının arkasındaki Avrupa haritasına bakarsanız, Türkiye’nin kabaca Samsun-Mersin hattının batısında kalan bölümünün bu haritada yer aldığını görürsünüz. Kıbrıs adası o haritada yoktu. Ancak 2004’teki genişleme dalgasından sonra bu harita Kıbrıs’ı da içerecek şekilde güncellenecekti. Bu takdirde coğrafi olarak Türkiye’nin daha da büyük bir bölümünün haritada görünmesi gerekecekti. Hakikat sonrası akıl dışılık galip geldi. Sırf Türkiye’yi haritaya koymamak için madeni 1 Euro’da Kıbrıs’ın yerini olduğundan batıya, Yunanistan’ın altına kaydırdılar. Mecburen Girit’i de yerinden ettiler. Bize nutuk çeken iş insanının Avrupa’nın dünyaya bakışını şekillendirdiğini düşündüğü rasyonaliteden eser kalmamıştı. İki hafta önce sosyal medya bir haberle çalkalandı. Avrupa Parlamentosu, yeni 50 Euro banknotların ön yüzüne basılacak deseni tartışmış. Öneriler arasında COVID 19’a karşı aşı geliştiren iki bilim insanı da varmış: Dr. Özlem Türeci ve eşi Prof. Dr. Uğur Şahin. Ben pek ihtimal vermiyorum ama tutun ki oldu. Euro’nun arka yüzünde Türkiye’yi sığdıracak yer bulamayan AB’deki Türkiye karşıtları için banknotlarının ön yüzünde Türkiye kökenli iki bilim insanını görmek ne ağır bir yenilgi olur?  

Tüm hakikatleri eğip bükme çabalarına rağmen, Türkiye hala tarihsel, siyasal ve coğrafi olarak Avrupa’nın bir parçasıdır. Özlem ve Uğur Hocalar, bu aidiyetin bir de insani boyutu olduğunu bize anımsattılar.  Bir teşekkür de bunun için borçluyuz onlara.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güvenç Arşivi