ÜÇ KELİME

Son Güncellenme Tarihi: Ağustos 29, 2020 / 09:13

Schopenhauer ve Kierkegaard isimli adamlar.
Can sıkıntısı modern yaşama özgü bir belaydı. On dokuzuncu yüzyılda yazılmış romanlara bakın, olay örgüsü bezginlik dediğimiz duygunun etrafında, yavaş ve sıkkın ilerler. Kurmacanın ışıltılı renkleri çoktan kaybolmuştur. Şimdi, yeniden okumayı deneyin, o romanları… Evde aileyle birlikte, kırılması mümkün görünmeyen bir sessizlikte, bulaşıcı esneme nöbetleri arasında geçen zaman…
Canınız sıkılıyor, öyle mi? Depresyonla karıştırmayın. Depresyonun can sıkıntısı ile bir bağlantısı vardır, şüphesiz. Ama, depresyonun tersi mutluluk değil, zindeliktir.
Ülkenin hali ortada. Çamaşır makinasının kazanı gibi, bir oraya bir bu yana çalkaladıkça çalkalıyor ve sanıyoruz ki sıkılmaya zaman kalmayacak kadar meşgulüz. Bir yandan da Virüs pandemisinin ruhsal belirsizliği, can sıkıntısının üreme zeminine olanak sağlıyor. Huzursuz, kabına sığmayan bir hayal kırıklığı gibi hani… Öyle mi? Tam olarak ne olduğunu söyleyemememize rağmen bir şeyin eksik olduğu hissi gibi… Acaba ne?
Can sıkıntısının da bir tarihi var. Bir dizi sosyal belirleyiciye ve özellikle de kapitalizmle olan ilgisine sahip bir tarihten bahsediyorum. İnsanın boş zamanı diye bir kavram yarattılar, içini de kapitalizmin “doldurun” dedikleriyle doldurmayı gerektiren bir düzlemi önümüze getirdiler. Bir otomatiğe bağlanmış manevi anlam kaynakları artık yeterli değil. Ayrıca hepsinin altı oyuk ve göçük zaman içinde gerçekleşecek. Eğlence dediğimiz de tüketilebilir malzemeler arasında yer alıyor. Şimdi hepimiz, kendimiz de dahil olmak üzere insanların “ilginç” olduğuna dair beklentilerin arttığı, öyle olmadıklarını anlayınca da hayal kırıklığının kasıp kavurduğu bir yerdeyiz. Can sıkıntısı bizim durum sembolümüz.
Bu halimizin teşhisi bir sosyal eleştiri unsurunu içeriyor. Frankfurt Okulu filozofu Adorno, kapitalizm altındaki yaşamın ve içindeki boş zamanın temelde toplumsal bütünlük tarafından şekillendirildiğini ve çalışmak kavramına zincirle bağlandığını söylemişti. Bunun karşıtı, can sıkıntısının çalışma zorunluluğu ve katı iş bölümü altında devam eden bir yaşam işlevi oluşudur. Sözde boş zaman hobileri (bir zorunluluk olarak) ve boş zaman tatilleri özgürlüğümüzün bir parçası olarak algılanıyor.
Eğri oturup doğru konuşalım: Çalışma hayatımız gerçekten yapılması gerekmediğine gizlice inandığımız işleri yaparak geçmiyor mu? Sonuç bir cinayete eş değerdir: Ruhun boğulması… Adorno buna nesnel donukluk demişti. Ortaya attığı şey, el altında yani kolay erişilebilir olan bir şeydir.
Canınız sıkılıyor, ruhunuz boğuluyor, öyle mi? Sıkıldığınızı söylemek, çocukken olduğu gibi yapacak bir şey bulamamak ve mızırdanmak hayal gücünden veya inisiyatif almaktan yoksun olduğunuzu gösterir. Tutkularınızın ne olduğunu keşfedeceğiniz bir ip ucu, size: Hapse atılmış bir avukat, “beni adil yargılayın” dedi. Adil yargılanma talebi gerçekleşene kadar yemek yemeyeceğini beyan etti. Yaptı da. İki yüz küsur gün boyunca sesini duyuramadı, duyurması gereken yerlere… Geçen akşam öldü. O avukat ölümüyle ne demek istedi? Ayrıca, adalet-avukat-ölüm kelimelerini tek bir cümle içinde kullanabiliyor musunuz?

Aytuna Tosunoglu

Ankara’da 1963 yılında doğan Aytuna Tosunoğlu’nun çocukluğu İzmir ve Malatya’da, öğrencilik yılları İstanbul ve Londra’da geçti. 2002 yılına kadar çeşitli çokuluslu şirketlerde çalıştı. “Müseccel Marka”, ilk öyküsünü on altı yaşında yazan Aytuna Tosunoğlu’nun ilk romanı.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top