Üçkağıtçı ve Yunus Peygamber

“The Hustler”, dönemindekilerin tersine siyah-beyaz çekimleriyle “kara film”e göz kırpsa da onun klişelerinden ve “twist”lerinden kaçınan ve insan ruhunun derinliklerine ışık tutmayı beceren bir film

Barda-Gece

İçkilerini yudumlayarak masada otururlar. Bert konuşurken bir yandan da elindeki iskambil destesini karıştırır, Eddie de bir öğrenci gibi dikkat kesilmiştir.

Sarah ikisini uzaktan izler.

Bert

Fats oyunun kritik olduğunun farkındaydı ve seni durdurmak için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Akıllıca oynadı.

Eddie

Bu oyunu daha önce de oynadım ben Bert, daha önce kafamda bin kere oynadım.

Bert

Tekrar oyna. Bir şeyler öğren (Sarah’a güler). Fats tuvalete gitti, gördün değil mi? Yüzünü yıkadı, tırnaklarını temizledi, aklını boşalttı, saçını taradı ve geri geldiğinde başlamaya hazırdı.

(Eddie’ye)

Sense bitmiştin. Onu gördün, nasıl göründüğünü gördün sen de. Temiz, baştan başlamaya hazır. Sıkı durup saldırmaya hazır. Peki bu arada sen ne yapıyordun biliyor musun? Yenilmeyi bekliyordun. Kıçının üstünde oturmuş, zafer sarhoşluğu içindeydin. Bir de viski içerek tabii. Muhtemelen de, nasıl kaybedebileceğini düşünerek.

Sarah

Ne biliyorsun? Eddie’nin ne düşündüğünü nasıl bilebilirsin ki?

Bert

Biliyorum. Ben de bu yollardan geçtim çünkü.

Yukarıdaki satırlar, Türkiye’de “Bilardocu” adıyla gösterilen “The Hustler”(1) filminin senaryosundan bir bölüm.  Barlarda, önce acemi gibi görünüp birilerini parasına bilardo oynamaya ikna ettikten sonra oyun sırasında yeteneğini konuşturarak rakiplerinin cebini boşaltan, genç ve hırslı, “Hızlı” Eddie Felson’ın öyküsünü anlatan 1961 tarihli filmin yönetmeni, Robert Rossen. 

Hızlı Eddie

Son derece yetenekli, barlar ve küçük bilardo salonlarından “ustalar ligine” çıkarak artık büyük oynamak isteyen, bunun için de efsanevi Minnesota Fats’i yenmeyi aklına koyan serseri ruhlu Hızlı Eddie sonunda beklediği şansı yakalar. Taraflardan biri pes edinceye kadar süren oyunda Eddie bir ara farkı çok açsa da Fats oyunu bırakmaz. Verdikleri bir molada, Eddie bir ayakçıdan karşıdaki Johnny’nin Barı’ndan bir şişe Bourbon almasını isterken, Fats de barda poker oynamakta olan dostu, profesyonel kumarbaz Bert Gordon’a salona gelmesi ricasını ulaştırır.

Molada Fats lavaboda yüzünü yıkar, saçlarını tarar ve oyuna dinlenerek hazırlanırken Eddie de viski kadehlerini birbiri ardına devirmektedir. Bert’in, kulağına Eddie’nin “kaybetmeye mahkum”(2) biri olduğunu fısıldamasıyla, oyunu kaybettiğini düşünmeye başlamış Fats yeniden hırslanır ve bu kez Eddie’yi ezip geçer.

Paul Newman’ın Eddie, Jackie Gleason’ın Minnesota Fats ve George C. Scott’ın Bert Gordon rolünde iz bırakan performanslar sergilediği, yönetmeni ve dört oyuncusu Oscar’a aday gösterilen, görüntü ve sanat yönetimi dallarında iki ödül kazanan “The Hustler”, dönemindekilerin tersine siyah-beyaz çekimleriyle “kara film”e göz kırpsa da onun klişelerinden ve “twist”lerinden kaçınan ve insan ruhunun derinliklerine ışık tutmayı beceren bir film.

Başarı Korkusu

Bert’in, poker masasında harcanan sayısız saatin kazandırdığı insan sarraflığıyla bir görüşte çözdüğü gibi, son derece hırslı ve başarıya aç görünen Eddie aslında -kendinin bile farkında olmadığı- bir kazanma korkusu taşır içinde; çünkü Minnesota Fats’i yenmek demek, yeni “Kral” olmak ve konumunu, hırslı gençlere karşı her gün savunmak zorunda olmak demektir; bundan sonra hiç kötü gününde olmamak, hep kazanmak ve kaybederse de bu ağır yükü taşımak zorunda olmak demektir. İşte Eddie bu ağır yükü taşıyacak güçte olmadığını içten içe bilir ve çok önde olduğu bir oyunda “başarısız olmayı başarır”.

[Bu durumun seyrek görülen bir şey olduğunu düşünmüyorum, insana dair/ait tanıdık bir duygu bu. Üniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisans üstüne yüksek lisans yapan, onunla yetinmeyip doktoraya başlayan gençlerdeki yaşama atılma korkusu da aynı duygudan kaynaklanmıyor mudur kimi zaman? İş yaşamında atması gerektiği çok belli adımları bir türlü atmadığı için başarısız olan kişiler de tanımışsınızdır; aralarında, -başarısız olacaklarından korktukları- gelecekteki yeni konuma, yeni zorunluluklara ve sorumluluklara karşı bilinçsizce şimdinin alışıldık rahatlığını, sıcaklığını seçen insanlar, bunların bir kısmı.]

Bu korkunun bir de adı var, “Yunus kompleksi”(3). Ünlü psikolog Abraham Maslow’a atfedilse de aslında ona değil, yakın dostu, Kenan(4) Tarihi konusunda uzman Prof. Frank Manuel’e ait bir tanımlama bu; ona esin veren de Yunus Peygamber’in öyküsü.

Yunus Peygamber

Yunus, Asur’un putperest Ninova kavmine gönderilen peygamberlerden biri(5).  Uzun yıllar uğraş vermesine karşın yalnızca iki kişi kendisine inanır. Başarısız olan Yunus canını alması için Rabb’ına yakardığında tanrısı ona, halkına “40 gün içinde hak yoluna dönmezlerse onları büyük bir azabın beklediğini” haber vermesini görevini verir. Bunu başarabileceğine yönelik hiç umudu olmayan Yunus, önce Yafa’ya gider, oradan da Tarşiş’e(6) kalkan bir gemiye atlayarak bu görevden kaçmaya çalışır.

Ancak Rabb’dan kaçmak kolay değildir; gemi yolu yarılamışken korkunç bir fırtına patlar; gökyüzü sanki yarılmıştır, dev dalgaların fındık kabuğu gibi oradan oraya savurduğu gemi parçalanmak üzeredir. Mürettebat ve yolcuların her biri merhamet göstermesi için kendi tanrısına dua etmeye başlar. Tanrısına yakarmayan tek kişi olarak gözlerine çarptığında, Yunus’a neden dua etmediğini sorarlar; o da olan biteni anlatır ve fırtınanın kendi yüzünden olduğunu söyleyerek onu denize atmalarını ister. Diğerleri önce kabul etmezler ve yakarışlarına devam ederlerse de fırtınanın daha da şiddetlenmesi üzerine Yunus’u denize atmak zorunda kalırlar (7). Yunus denize düştüğü anda dev bir balık tarafından yutulur ve fırtına o anda diner.

Dev balığın midesinde üç gün boyunca kalan Yunus Rabb’inden bağışlanma dilediğinde balık tarafından kıyıya kusulur. Ninova’ya giden Yunus, tanrı buyruğunu halka duyurma işine yeniden ve bu kez şevkle girişir(8).

Yunus’un ilginç öyküsünü konu edinen sanat eseri pek çok, tahmin edebileceğiniz gibi. Sayfada  Michelangelo’nun 1500’lerin başında Vatikan’daki Sistine Şapeli’ne yaptığı “Peygamber Yunus” freskini, bir İran minyatürünü ve 16. yüzyıldan kalma bir gravürü görebilirsiniz…

Son söz olarak; başarı, ölçütleri aile, yakın çevre ve genel olarak  toplum tarafından dayatılan kültürel bir kavram, coğrafyayla ve zaman içinde büyük farklılıklar gösteriyor; kısacası başarılı olmanın ölçütleri evrensel değil. Günümüzde birinin, sosyal medya kanalının asla tanışmayacağı milyonlar tarafından izlenmesi; oturamayacağı kadar çok evi, aynı anda yalnızca birine binebileceği çok sayıda arabası olması, giyemeyeceği kadar giysisi, tüketemeyeceği kadar çok yiyeceği olması başarı sayılıyor. Yazarken bile saçmalığı sırıtıyor.

Her birimiz, sonsuz küçüklükte olasılıkların gerçekleşmesi sonucu oluşmuş bir evrende, yine gerçekleşmesi sonsuz düşük olasılıkta bir dizi olay sonucunda ortaya çıkmış bilinç sahibi canlılarız. Yaşam ve bilinç inanılmaz birer armağan ve -reenkarnasyona inananlar dışında- her birimizin yalnızca tek yaşam hakkı var; bunu kendi benliğimizi göz ardı ederek, başkalarının dayattığı ölçütlere göre harcamak akıllıca mı? Kimbilir, ehlikeyf ve kalender balıkçıyla zengin turistin fıkrasındaki gibi, başarılı olmak için o kadar uğraştıktan sonra kazanabileceklerimize şimdiden sahibiz belki de.

Hayat’ta başarılar…

  • Hustler”ı “üçkağıtçı” olarak çevirdim ama “dümenci”, “dolandırıcı”, “ketenpereci” de olabilirdi.
  • Özgün metinde “Loser”.
  • İng. Jonah Complex.
  • Yaklaşık olarak bugünkü Filistin bölgesi.
  • Yunus’un öyküsü Kitab-ı Mukaddes ve Kuran’da farklı şekillerde yer alır; ben, anlamını değiştirmeyecek şekilde özetledim.
  • Şimdiki Tarsus.
  • Ya da kendi denize atlar.
  • Öykünün öncesi ve sonrasındaki, konumuzla çok ilgisi olmayan bölümleri kırptım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi