UMUT VE UMUTSUZLUK ARASINDA MİMARLIK

Geçtiğimiz hafta mimarlık sahnesi farklı ortamlarda farklı gelişmelere sahne oldu. Türkiye’de mimarlık, moda ve sinema sektörleri yaratıcı endüstriler alanında lokomotif konumundalar ve diğer alanlara da örnek oluşturuyorlar. Diğer yandan tüm yaratıcı mesleklerin soruları ve sorunları özde birbirine benzer ve kanımca hepsi aynı şefkati istiyor

“Mahalle yanarken orospu saçını tararmış” diye bir söz var ve bu deyiş aslında, çevresinde olup bitene kayıtsız kalanları yaftalamak için kullanılır sıklıkla. Peki hiç düşündük mü, neden yapar acaba bunu o orospu?.. En kıymetli sermayelerinden biri saçıdır da o yüzden…

Geçtiğimiz hafta dünyadaki ve Türkiye’deki mimarlık etkinliklerini izlerken içime düştü bu deyiş. Dünyadaki mimarlık tartışmaları ağırlıklı olarak bu aralar pandemi koşulları ile değişen, teknoloji ile dönüşen, Mars’a ayak basan, iklim değişimi ile kavrulan, azalan kaynaklara ilişkin yeni malzemeleri, robotikleşen yapı üretim teknolojilerini, farklı yaratıcı alanlarla kolektifleşen üretimi tartışa dursun, diğer yanda, Türkiye’de özellikle geçtiğimiz hafta kendimi içinde bulduğum ortamlarda, kendi dertleri ile cebelleşen umutlu ve umutsuz bir portre çizildi.

Mimarlar kendi sermayeleri olan eğitimlerini, entelektüel özelliklerini, iş ve çalışma koşullarını, toplum arasındaki tanınırlıklarını farklı ortamlarda masaya yatırdı. Öğretici ve düşündürtücüydü.

MİMARLIK HER YERDEDİR!

Meslekleri icabı öz eleştiriyi içselleştirmiş, mazoşizm derecesinde duygusallığı yaşam biçimi edinmiş tuhaf bir topluluk mimarlar. Yazımın başında belirttiğim gibi, burada mimarlar olarak ifade ettiğim meslek gurubunu lütfen yaratıcı endüstrileri temsil eden ve içinde müzik, film ve video, edebiyat ve yayıncılık, tasarım, reklamcılık, radyo ve televizyon, oyunlar ve sahne sanatları alanlarında çalışan herkes olarak düşünelim. Bu öz eleştiri kültürü ve duygusallık başka mesleklerde pek yoktur. Yeni olanı ortaya koymak, bir bakıma mevcut olana eleştirel bir bakış da gerektirir.

Oysa mesleki çerçeveleri, ücretleri, çalışma koşulları gibi faktörler çağlar boyunca tanımlana gelmiş alanlarda, herkes ardına bakmaksızın işini yapar. Örneğin bir doktorun ameliyat dikişini nasıl yaptığı ne kendi meslektaşları ne de toplum tarafından pek sorgulanmaz; sorgulanamaz. Ve yine çok iyi biliriz ki mesela her doktor, mikro el cerrahisi alanında uzman olamaz. Bu bir yetenek, iyi bir donanım, çokça çalışma ve adanmışlık gerektirir; bunları sağlamış bir doktorun da diğerlerinden görece çok daha iyi koşullarda bir yaşam standardı olması alında çok da tuhaf bir durum değildir ve bu durum toplum tarafından da meslektaşları tarafından da sorgulanmaz.

Ancak söz konusu tasarım olduğunda, bu mesleklerin özünü oluşturan hemen her konu tartışmaya açıktır. Meslek sahipleri pek çok sorunda bir uzlaşı sergileyemezken, toplum da bu karmaşa ve çok seslilik içerisinde bu meslekleri elbette yek bir ses olarak duyamaz. Tanımlarını oluşturamamış, birlik olamamış, mesleğinin teknik özelliklerini üstünlük olarak ifade edememiş bir topluluk düşünün. Bu koşullar altında herkes kendi bireysel nitelikleri ile varoluş çabası geliştiriyor; herkesin kendi kanunları var ve tabii kendi ifade biçimi, kendi yoğurt yeme şekli, kendi vaatleri, kendi pahası…

Bu tekillik, meslek adına güven uyandırır mı?

Duymadığınız ve görmediğiniz bir şeye inanmanın hep kuşkulu bir yanı vardır. Bilmediğimizi talep etmeyiz. Mimarlık biraz da böyledir. Nitelikli yapıları ancak deneyimleyenler talep eder hale gelebilir. Talep olmadıkça nitelikli yapı üretilemez. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar meselesi!..

Üstelik tasarıma dayalı bu mesleklerin görünür tarafı kitlesel anlamda sadece formu ve görselliği olduğu için de toplumda bu mesleklerin sadece şekille, renk ile ilgili olduğu düşünülür. Bu algısal sorun, mesleklerimizin varlık savaşını daha da güçleştiren başka bir konu. Toplumlar iyi tasarımla yaşamaya başladıkça, artan yaşam kaliteleri oranında tasarımı talep eder hale gelirler.

“VULGARİZE” OLAMAYAN MİMARLIK

Geçtiğimiz haftaki ortamlardan biri, çevrimiçi olarak düzenlenen ve mimari eleştiriyi merkezine alan, çoğunlukla profesyonel mesleki pratiğe dayalı bir tartışma ortamı idi. Konuşmacılarının akademik nitelikteki isimlerden oluştuğu bu tartışma, mimari kritiğin yapı üzerinden daha fazla yapılması gereksinimi gibi pek çok iç meseleyi konuşurken, bir yerlerinde toplum tarafından mimarlık mesleğinin anlaşılmaması ve talep görmemesi net bir başlık olarak öne çıktı. Bu tartışmada beni düşündürten, mimarların bir yandan anlaşılamamaktan dem vururken, bir yandan da sahip oldukları akademik dilin ve ifadenin, toplumla örtüşememesi oldu en çok.

Mimarların birbirlerinin değerli üretimleri üzerinden bir kritik kültürü oluşturmaları bu mesleğin gelişimi için kuşkusuz kıymetli; diğer yandan tüm bunlar olup biterken Rize’de çay bardağı formunda bir kule, başka bir yerde (daha önce hakkında yazmıştım) kitap şeklinde kütüphane inşa ediliyor; İstanbul’un çehresi bir temel tasarım dersi sahnesi gibi, nerede ise sadece kütlesel formlar üzerinden birbiri ile rekabet edebilen yapılarla doluyor, toplumsal mimarlık tartışmalarını merkezine dikey mi yatay mı gibi bir şuursuz düzey hakim olabiliyor.

Mimarlar kendi dertleri ile oldukça meşgulken ve entelektüel bakımdan en üst perdeden konuşurken toplumla ister istemez kopuyor. İnsanlığa (aslında tüm canlılara) daha iyi bir yaşam vaadi sunmayı hedefleyen mimar, bu durumda öznesinden daha ifade dilinde bile uzaklaşıyor; aynı dili konuşamıyor. Bu söyleşideki katılımcılardan birinin sözünü ettiği üzere “Mimar da bir yere kadar ‘vulgarize’ olabilir” düşüncesini savunan bakış açısı, Türkiye’de nitelikli mimarlık talebini, mevcut yapılara karşı koruma bilincini, yaşanabilir çağdaş kentleri yaratabilir mi? Açıkçası bu tavrı izledikten sonra kendi adıma umutsuzum.

CLUBHOUSE’TA CUMA GECELERİ MİMARLIK!

Türkiye’deki mimarlık ortamının en sürekli ve başarılı bellek çalışmalarından biri olarak gördüğüm “Kalebodur ile Mimarlar Konuşuyor” serisinin yaratıcıları Pelin Özgen ve Prof. Dr. Celal Abdi Güzer, bir süredir bu misyonu Clubhouse romlarında da sürdürüyor. Geçtiğimiz haftalarda bu yayına Cüneyt Özdemir katılınca sayılar binlerle ifade edildi, ki biz tasarımcılar böyle şeylere alışkın değiliz. Ama tabii sevgili Özdemir’in katkısı biraz hormon etkisi yaratmadı değil! Domatesler daha kırmızı ve büyük göründü belki ama tatsızdı sizin anlayacağınız!.. Oysa bu hafta gerçekleşen yayında hormon yoktu.

Mimarlar bu kez gençleri dinlemek üzere buluştu; ortam kıpkırmızıydı.

Ortaya çıkan pek çok sabırsız görüşe rağmen ilk günden beri çok benimsediğim ve yararlı bulduğum bu sosyal platform, yine yapacağını yaptı ve yaklaşık 5,5 saat boyunca her yaştan 350 kadar mimarı ve benim gibi tasarımcıları bir arada tuttu. İçerik ise, eğer yayın kapatılmasa daha da uzayabilecek kadar engindi. Uzun yıllardır Türkiye’de tanık olduğum en sahici, en demokratik ve en geliştirici ortamlardan biri böylece deneyimlenmiş oldu. Herkesin olumlu/olumsuz kendi deneyimlerinden yola çıkarak paylaşımda bulunduğu sohbet boyunca kimseye söz hakkı yetmedi, zaman zaman tansiyon artsa da moderatörler sayesinde, konu yapıcı bir perspektifte kalmayı başardı. Son derece umut vaat eden deneyimlerin yanında oldukça katılmadığım ve üzüntü duyduğum şeyler de duydum. Ne var ki gelişime giden yolun bu yüzleşmelerden geçtiğini de çok iyi biliyorum.

GÜNÜMÜZDE GENÇLERİN PORTRESİ

Zaman zaman mimarlık hakkında bir tartışma olmaktan çıkan bu gecede, nesil çatışması, ülkenin özellikle ekonomik bakımdan olumsuz ve karamsar ortamının ortaya çıkardığı tablo, yetenek göçü, sınıfsal çatışma ve bunların tümünün gençlerde yarattığı depresif ruh hali belirgindi. İyi günler için bir başlangıç niteliğinde ve umut vericiydi belki ama bir yandan da, yeni neslin kendini içinde bulduğu bu ortam onlarda bir tür öfke, umutsuzluk, bir önceki nesle karşı tahammülsüzlük ve bencilik yaratmış gibi göründü bana. Asıl karamsarlığım ise, yazının başında değindiğim sebepten bastı üstüme. Türkiye’nin yaratıcı gençleri ve deneyimli isimleri neden mimarlık dışındaki konular altında bunca ezilmiş bir ortamda sermayelerini korumaya çalışıyor da asıl nitelikleri olan konulara bir türlü eğilemiyorlar? O konular ve yetenekler ki bu ülkeye pek çok alanda çağ atlatabilir!..

Cevabı hemen siyasi erke dayanacaktır kuşkusuz bu serzenişin… Bu tartışmada da öyle oldu. Artan üniversitelerin fazla mimar ve tasarımcı üretmesi ve ülkede bu yönde sektörel bir talep fazlası oluşması, ekonomik olarak bir türlü belini doğrultamayan mimarlık stüdyolarının düşük ücretler, yüklü mesailer ve olumsuz koşullar sergileyebilmesi, haksız rekabet koşulları gibi sıralanabilecek onlarca konu, yönetim zaafının sonuçları değil de nedir? Bu yönetim beceriksizliği bu ülkede sadece mimarları ve tasarımcıları değil; pazarcısından doktoruna herkesi etkileyen, adaletsiz iş ve çalışma koşulları yaratıyor.

DEPREM SONRASI ELÂZIĞ

Bu olumsuz portrede, oldukça olumlu bir gelişme belki de tam bu noktada yaşandı Geçtiğimiz dönemde deprem felaketinin merkez üslerinden biri olan kentlerimizden Elâzığ için bir üniversite, bir yerel yönetim ve mimarlar bir araya gelerek, uzun soluklu kolektif bir çalışmaya imza attılar: “Umut Elâzığ” projesinin lansmanı yapıldı.

Yeditepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ece Ceylan Baba ile mimar Emre Arolat tarafından yürütülen mimarlık stüdyosu kapsamında, “Post Elâzığ” ismi ile başlayan proje üretim süreci, umutlu bir son buldu. Danışma kurulunda Prof. Dr. Süha Özkan, Levent Çırpıcı, Uğur Tanyeli, Fatma Yasemin Aysan ve yine Prof. Dr. Celal Abdi Güzer gibi oldukça önemli isimlerin bulunduğu bu proje, aylar içerisinde çok nitelikli arama toplantılarına sahne olmuştu; bunlardan iki tanesini izleyebildiğim için de kendimi öğrenciler kadar şanslı saydım!..

Arolat’ı dinlemeyi her koşulda bir ayrıcalık sayan biri olsam da bu lansman sırasında öğrencilerin daha çok konuşmasının eksikliğini çekmedim değil. Yine projenin çıkış noktası olan deprem vurgusunun azlığı dikkatimi çekti. Diğer yandan mimarın işinin sadece yapı üretmek olmadığı, çevresi ile birlikte bir tür yaşam senaryosu önermek olduğunu anlatan kapsamlı bir proje hazırlanmış; burada projenin niteliklerini olumlu veya olumsuz yönleri ile sıralamak yersiz belki de.

Her süreci bunca açık ve katılımcı gerçekleşen bu projenin asıl başarısı başka yerde çünkü. Çalışmaları ile ünü ülkenin sınırlarını aşmış ve benim kendi adıma çizgisini çok severek takip ettiğim, çok da başarılı bulduğum Emre Arolat’ın projeye uzun mesailer ayırarak adanmış olması ve tasarım sürecinde, Türkiye ‘de peyzaj tasarımı denince akla gelen ilk birkaç isimden biri olan Deniz Aslan ile iş birliğinde, 18 öğrenci eşliğinde oldukça nitelikli çözülmüş bir habitata imza atmış olmaları değil bu gelişmeyi başarılı yapan… Buradaki umut, bir yerel yönetimin böyle bir proje için sadece alan tahsis etmekle kalmayıp, nitelikli mimarlık için duyduğu heyecanı ayan beyan göstermesinde. Buradaki umut, yine 5 saat süren bu proje anlatımını, bir kentin yaşayanlarının, o öğrencilerin ailelerinin ve tüm ilgililerin oluşturduğu yaklaşık 450 kişinin nefeslerini tutarak izlemesinde.

Geleceği de bu umut şekillendiriyor hep.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi