“ÜRETMEK HAZ VERMEMEYE BAŞLADI”

‘Avucumda Rüzgâr Var’ kitabıyla okuru mistik bir hikâyenin içine sürükleyen İsmail Güzelsoy Udi Nubar, oğlu Tahir, hayatı onlara ve kendine zindan eden Firdevs’in öyküsünü anlatıyor. Kitabını Müzisyen Ergüder Yoldaş’a adayan Güzelsoy, “Ergüder Yoldaş bir ud gibidir. Bazı insanlar vardır ismini söylemezseniz ama sizi düşündürür, sorgulatır, geride durur, yönlendirir ve biçimlendirir. Ud da böyle bir enstrümandır” diyor.

Yazarın kitabında anlattığı luthiyelerden (keman ve bütün yaylı çalgıların ustası) biri farklı ağaçlardan yaptığı udları kırıp sobaya atıyor. Yazar elinden binlerce ud çıkmış bir ustanın neden bunu yaptığını da sorguluyor. Yanıtının kırıp attığı ud da değil, udu yaptığı ağaçta olduğunu söylüyor. Çünkü her bir ağacın hikayesi enstrümanın farklı tınıda olmasına sebep oluyor. Yani luthiye ağacın tınısını sevmiyor. Güzelsoy “Şimdi yapılan udlar fabrikasyon. Gidin bir luthiye atölyesine endüstriyel udla el emeğini yan yana koyun. Mızrakla bir teline vurun. İkisinden duyduğunuz ses farklıdır. Birinde ağacın hikâyesini dinleyeceksiniz. Diğerinde endüstriyel çağın zırvalıklarını” diyor. Güzelsoy enstrümanın fabrikasyon hale gelişindeki benzer bir durumun edebiyatta da yaşandığını belirtiyor ve ekliyor: Edebiyatın araçsallaşmasından, endüstriyel bir adrenaline dönüşmesinden muzdaribim. Kolay okunmanın bir övgü kabul edildiği bir çağda üretmek haz vermemeye başladı. Yalnız olmadığımı da düşünmüyorum. Konuştuğum iyi edebiyatçılar yani buna emek veren insanlardan söz ediyorum.

İsmail Güzelsoy’la ‘Avucumda Rüzgâr Var’ kitabını, romanını neden Müzisyen Ergüder Yoldaş’a adadığını konuştuk.

“BİR UYUM SORUNUM VAR”

Iğdır doğumlusunuz. 9 yaşında ailenizle İstanbul’a taşınıyorsunuz ama daha sonra tek başınıza Iğdır’a dönüyorsunuz ve ilkokulu orada bitiriyorsunuz. Neden döndünüz?

Süslü Hatıralar Sahnesi romanımda öğretmenle öğrenci arasında geçen bir bölüm vardır. Yaşadığım oradakiyle birebir aynı. Biz Azeri ağzı konuşuyoruz. İstanbul Türkçesi’ne adapte olamadığım için dayak yedim. Her şeyi fırlatıp çıktım gittim. Daha sonra ortaokulda İstanbul’a döndüm. Çıraklık yaptım. Yazları mücellithanelerde çalıştım, para biriktirdim. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde bizim dönemimizde adı basın yayındı, orada okudum. 12 Eylül’de bıraktım. Bir uyum sorunum var. Bu yaşa gelince bunu söyleyebiliyorum. Uyumsuzluğun da bir kıymeti olduğunu gördüm. Sadece kendisine değil o dönem yaşananlara daha yumuşak bakıyor insan. İnsanın şefkatle ilişki kurması gerekiyor. Temel sorun bu. Herkesi yargılarsanız kendinizle kurduğunuz ilişki de buna dönüşür. Bir süre sonra da deli gömleği giydiğinizi görürsünüz. Uyumsuzluğumdan dolayı İsveç’e gittim. İsveççe öğrendim. Üç buçuk yıl İsveç Edebiyatı üzerine özellikle Strindberg üzerine çalıştım. Klasik edebiyat çalıştım. İyi de oldu. Türkiye’ye döndüğümde İsveççe bilmenin verdiği avantajı kullandım. Rehberlik yaptım. Nadir konuşulan dillerden biriydi. Kuzey dillerinden yanlış hatırlamıyorsam üçüncü rehberdim, onu değerlendirdim. On beş, on altı yıl kadar Anadolu’da rehberlik yaptım.

Daha sonra ortaokulda Cağaloğlu’nda mücellithane (ciltleme işleminin yapıldığı yer) ve matbaalarda çalışıyorsunuz. ‘Değmez’ kitabınızda Faruk Ferzan karakteri çok güzel çizimler yapıyor. O da annesinin ölümünün ardından dayısının aracılığıyla bir dergide tefrikalar hazırlıyor.

Bir arkadaşım neden hiç otobiyografik bir şey yazmıyorsun demişti. Ben de içgüdüsel şunu söylemiştim. Hepsi otobiyografik. Bir şekilde yaşadığınız hayat ne kadar direnirseniz direnin yazdıklarınıza sızar.

“OKUMA KÜLTÜRÜ OLAN BİR YERDEN GELMEDİM”

Mücellithanede çalışmak size ne kazandırdı?

Okuma müthiş bir hazdır ben bu hazzı bilmiyordum. Biz çıraklar bir kahvede buluşur mola verirdik. Romanda da anlattım, esrar tekkelerine göz yumulurdu. Matbaacıların gittiği tekkelerdi bunlar, yakın zamana kadar vardı. Eski tip makinelerin ortasında çalışıyordu adamlar. Çırakların öyle bir durumu yoktu. Orada ilk kez Tante Roza ile karşılaştım. Ben okuma kültürü olan bir yerden gelmedim. Tante Roza’yı defalarca okudum, ne olduğunu anlayamadım. Ne olduğunu anlamadım ama hoşuma gitti. Bir yazara verilebilecek en güzel ödüldür. Sonra anladım ki mesele anlamak değil. Bir eser bize yaşamadığımız, yaşama ihtimalimiz olmayan şeylerin duygusunu salar. Ya da bizim bildiğimizi zannettiğimiz olayları yeniden gözden geçirmemizi sağlar. Daha sonra Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ın ikinci cildi elime geçti, onu okudum. Yaşar Kemal okudum.

“ERGÜDER YOLDAŞ’A BİR GÖNÜL BORCUM VAR”

Kitabınızı Ergüder Yoldaş’a adıyorsunuz. Ergüder Yoldaş, Attila İlhan’ın ‘Sultan-ı Yegâh’ şiirini besteleyen çok kıymetli bir müzisyen. Yaşamının bir döneminde Büyükada’ya gidiyor, orada bir kulübede yaşıyor. Bunun sebebini öğrenmek isterim. Ergüder Yoldaş’ın sizin için özel bir yeri var mı?

Ergüder Yoldaş’ın kişisel yaşamına bakmadım. Bu insanların sanata katkıları benim için önemliydi. Bize verdikleri psikolojik destek bir de önemliydi. Ergüder Yoldaş doğu ve batı müziğini birleştirmiştir. Timur Selçuk’la ortak yanları vardır her ikisinin müziğe hâkim olmaları ortak özellikleridir. Doğu ve batı müziği arasında bir tür diyalog yaratmaya çalışmışlardır. Mesela Ergüder Yoldaş Sultan-ı Yegâh şiirini bestelerken onu Sultan-ı Yegâh makamında yapar. Nur Yoldaş’ın sesi büyülü bir sestir. Dinlediğimde 17-18 yaşındaydım. Erdal Eren’le yaşıtım. Onun asıldığı yaştaydım. Kenan Evren diyor ya bir solculardan bir sağcılardan asıyoruz diye. Nasıl insanlarsınız? O dönemde Sultan-ı Yegâh şarkısı bize umut verdi. Ne olduğunu bilemediğimiz bir destekti. Hukukun, demokrasinin olduğu bir dünyada yaşamayı sürdüreceğimize dönük bir vaat gibiydi. Benim yaşımdaki insanlara sorunca herkes aynı şeyi söyleyecektir. Gittiğimiz yerlerde, dolmuşlarda bu şarkı çalardı. Ergüder Yoldaş’a bir gönül borcum oldu. Kitabı ithaf etmem sadece kişisel değil. Şu an bize umut veren herkes adına ikinci bir nedeni dahavar: Ergüder Yoldaş ud gibidir. Bazı insanlar vardır ismini söylemezseniz ama sizi düşündürür, sorgulatır, geride durur, yönlendirir ve biçimlendirir. Zihin olarak sizi zorlar. Dinlediğiniz zaman zihniniz açılır ama iddialı bir şekilde böyle insanlar önde durmaz. Ergüder Yoldaş’ın geriye çekilmesi biraz da bundandı. Ud da böyle bir enstrümandı. Peki neden gitar değil de bir ud? Ud bir saz heyetinde bütün köşe notaları belirler ama kendi sesi çok çabuk sönümlendiği için duyulmaz. Müziğe en ince ayrıntıları katar ama geride durur. Bu bana büyülü gelmiştir. Ergüder Yoldaş’ın sanata katkısı, bu insanın yaptıkları hayatından daha kıymetlidir.

ERGÜDER YOLDAŞ KİMDİR?

Ergüder Yoldaş, 'Sultan-ı Yegâh' ve 'Elde Var Hüzün' gibi unutulmaz bestelere imza attı. Doğu ve batı müziğini ustalıkla harmanladı. Sultan-ı Yegâh'ı seslendiren eşi Nur Yoldaş’la yolları ayrılan Ergüder Yoldaş ayrılığın ardından müziği bırakıp Büyükada'ya yerleşti. İskeleye yakın kendisinin yaptığı bir kulübede yaşamaya başladı. Uğur Dündar’ın onun yaşamını televizyon ekranına taşımasıyla ilgi odağı haline geldi. Saçı sakalı birbirine karışmış, bakımsız halini görenler delirdiğini düşündü. Bir dönem tedavi gören Yoldaş, çok sevdiği adasına geri döndüğünde iskelede onu “Ergüder Yoldaş’ın evine gider” tabelası karşıladı. Herkesten uzak, sessiz bir yaşamı tercih etti.

“UD ÇALMAYA BAŞLADIM”

Büyülü bir kitap Avucumda Rüzgâr Var. Bir müzikle kitabı okuyoruz. Udi Nubar ve ondan bu tılsımı devralan oğlu Tahir’in hikâyesi bu. Bizi müzikle, enstrümanlarıyla farklı bir dünyaya götürüyor. O öyle bir dünya ki farklı divanları, abanoz ağacından yapılan bir enstrümanla, ceviz ağacından yapılan enstrüman arasındaki ses farkını okuyoruz. Sizin müzikle ilginiz nedir? Udi misiniz?

Bir udinin Tahir’in geçtiği yolun en azından bir miktarını deneyimleyip romanın kurgusunu şekillendirecektim ya da uyduruk bir şey çıkacaktı ortaya. Ben böyle bir şey yazmak istemem olabildiğince olaya vakıf olmak isterim. Dört yıl önce ud çalışmaya başladım. Hocalardan ders aldım hâlâ çalışıyorum. Luthiyelerle görüşüyorum, atölyelerine gidiyorum. Bu hikâyeye devam etmek isterim. Önümde şimdi bu kitapla ilgisi olmayan iki kitap var daha sonra tekrar müziğe döneceğim.

Dilkeş, dilefgar, longa, zebun, galiz, fevkalbeşer, gamgin, diğerkam, mütenahi, sermest olmak gibi sözcükleri de kullanıyorsunuz.

Tanzimat dönemi sonrası Türk Edebiyatı’ndaki bütün eserleri tek tek taradım. Tınısını beğendiğim kelimeleri not ettim. Bu kelimeleri bilmeyenler için dili yapılandırmam gerekiyordu. Bazen ikinci bir cümleyle sözcüklerin anlamını açıkladım.

“ROMANIMDAKİ FİRDEVS KARAKTERİ BENİ ÇOK YORDU”

Nubar bir gün ortadan kayboluyor. O zaman oğlu henüz bebek. Tahir’i annesi müthiş bir öfkeyle büyütüyor. Zaten hikâye de bu öfkeyle sonuçlanıyor.  Sokakta oyun oynamadan büyüyen bir çocuk. Annesi o kadar hırslı ki babasından daha büyük bir müzisyen olmasını istiyor. Tarihten Nubar’ın adını sildirmek istiyor. Çünkü Nubar ülkede nam salmış bir deha aslında. Tahir’in yaşamı çok dramatik. Annesi tellere daha iyi dokunsun, aradaki boşlukları kaçırmasın diye elinin çolak kalmasına neden olacak kadar gaddar ve hırslı. Nasıl bir kadın Firdevs?

Famfatel tarzda kötücül Suzan Avcı, Aliye Rona tarzı gibi bir kadın Firdevs. Romanın ilk bölümü üç bölümden oluşuyor. Başlangıçta taksimle başlıyor. Birinci bölüm post melodramdır. 1950’lerin filmlerindeki havayı koklarsınız orada. Melodramlarda kötü kadın karakteri vardır. Yazar ya da senarist bize kadının neden kötü olduğunu anlatmayı başaramaz, buna gerek de yoktur. Kurgu sanatı o dönemde böyle değildi insanlara nedenini açıklamazdı. Bizim görevimiz biraz daha zor. Neden iyi ve neden kötü olduğunu göstermek gerekiyor. Firdevs beni çok yordu onu yargılamadan onun dünyasından bakmak gerekiyor. Çok güzel bir kız ama hak ettiği dünyayı yaşayamıyor. Nubar kaybolup gidiyor. Romandaki gibi Eflatun’un kayıp bestesiyle kayboluyor. Bebek babanın DNA’sını almış, bir hazine. Bu bir keşif. Firdevs kötü değil, yıkıcı. O yıkıcılığın kaynağı da mağduriyete uğradığı inancı. Bir tür kötülük tanımı yapmaya gayret ettim. Kötülüğün melodramdan ayrılan noktası da bu.  

NÂZIM’IN ŞİİRİNDE SALKIM SÖĞÜT AĞLAYAN SÖĞÜTTÜR

‘Öksüz Ağaçların Çobanı’ isimli bir kitabınız var. O kitapta beni en çok etkileyen; insan bedenlerinin ağaçlara karışması, ellerinin kollarının ağaç dalları olarak göğe uzanması oldu. Orada bunu ceviz ağacıyla anlatıyordunuz. Tahir’in sevdiği kadın Perva da bir ağaçtan meydana geliyor, yaşama ağaç sayesinde yeniden katılıyor. ‘Avucumda Rüzgâr Var’ kitabınızda da ağaçlar önemli rol üstleniyor. Özellikle salkım söğüt. Özel bir anlamı var mı salkım söğüdün? Neden o ağacı seçtiniz?

Benim için kişisel bir özelliğinden dolayı önemli. Havada donmuş bir hareketi andırır söğüt ağacı. Gençliğimde beni çok etkileyen Nâzım’ın bir şiiridir: “Ağlama salkım söğüt ağlama” diye devam eder.  Herkese o şiirin İngilizce çevirisini tavsiye ederim. İngilizce çevirisinde salkım söğüde ağlayan söğüt deniliyor. Acaba Nâzım bunu bilerek mi yazmıştı?

KOLAY OKUNUR OLMAK ÖVGÜ SEBEBİ OLMAMALI

Kitapta anlattığım gibi Platon’un kayıp bestesi olduğu da gerçektir. Türk udu dediğimiz udun formunu veren luthiye yaptığı udları tınısınıbeğenmediklerini kırıp sobaya atıyor. Romanda anlattım. Binlerce ud elinden geçmiş bir insan neden kırıyor? Bir yerde acemilik yapmış olamaz. Kırıp attığı şey udu oluşturan ağacın hikayesidir. Ağacın tınısını sevmiyor. Modern çağda yapılan udlar fabrikasyon. Gidin bir luthiye atölyesine endüstriyel udla yan yana koyun. Mızrakla bir teline vurun. İkisinden duyduğunuz ses farklı. Birinde ağacın hikâyesini duyacaksınız. Diğerinde endüstriyel çağın zırvalıklarını. Neden ud ve müzik üzerinden hikâyemi kurdum? Bu romanda içinde ud ve müzik geçen her şeyin üzerini çizip roman diye değiştirebilirsiniz. Sonuç değişmeyecektir. Bütün sanatlarda ve hayatımı adadığım edebiyattaki sakilleşmeden, edebiyatın araçsallaşmasından, endüstriyel bir adrenalin sporuna dönüşmesinden rahatsızım. Romanı dert edinen herkes pılısını pırtısını toplayıp oyundan çıkacak, göreceksiniz. Ben burada durmak istemiyorum da artık. Her şeyin adrenalin sporuna dönüştüğü, kolay okunmanın bir övgü kabul edildiği bu ortamda üretmek haz vermemeye başladı. Yalnız olmadığımı da düşünmüyorum Konuştuğum iyi edebiyatçılar yani buna emek veren insanlardan söz ediyorum.

Çocuk Kitapları

Babaannem, Kurbağalar ve Hayat

Ahmet Büke

Günışığı Yayınları

Dokuz yaşından beri babaannesiyle birlikte yaşıyordu. Ama ne babaanne! Bazen börek tepsisi elinde, bazen de yelkenlisinin dümeninde… Bir gün torununa, yalnızlık hissini dindireceğini söyleyerek bir defter hediye etti. Uzun süre boş kalan defter zamanla, cıvıl cıvıl kasabanın, renkli konu komşunun tuhaf ama mutlu anılarıyla dolmaya başladı: Uzaya gitmek isteyenler, uçurtma meraklıları, deniz sevdalıları, dağdan kar toplayanlar, pilot teyzeler, oymakbaşına hayran izciler, toprağını dünyalara değişmeyenler… Ahmet Büke çocuklar için masalsı bir hikâye anlatıyor.

Kargocu Kozi

Gülşen Manisalı

Can Yayınları

Sabahın ilk saatleri, Kargocu Kozi’nin işi başından aşkın. Bir sürü paket onu bekliyor ama hiç sorun değil! Çünkü Kozi işini çok seviyor. Yağmur çamur dinlemeden evden eve yürür, dükkândan dükkâna taşır, çevikliğiyle paketleri hep doğru yere ulaştırır. Ancak yağmurlu bir sabah adres listesi ıslanınca, işler biraz karışır. Sizce Kozi bu işin içinden çıkabilecek mi? ‘Kargocu Kozi’ Can Yayınları etiketiyle raflarda.

Ayşe’nin Kitabı

Cem Kızıltuğ

Yapı Kredi Yayınları

Ayşe resimli kitapları çok severdi. Bir gün kendi kitabını yapmaya karar verdi. Kitabına çimenler, çiçekler, otlar, koyunlar çizdi. Bir ağaç, bir göl, bir yengeç, bir köpek derken kardeşini bile ekledi. Kitap gitgide kalabalıklaşmıştı, neredeyse Ayşe’nin hikâyesine yer kalmayacaktı. Cem Kızıltuğ’un yazdığı ve resimlediği ‘Ayşe’nin Kitabı’ çocukların hayal güçlerini zenginleştirecek neşeli bir hikâye.

Haftanın Kitapları

Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm!

Homo Demonus Üzerine Antropolojik Serzenişler

Tayfun Atay

Oğlak Yayınları

İnsan türünün 21. yüzyılda Homo sapiens olmaktan “Homo Deus”a dönüşerek tanrısallık mertebesine ulaşacağı öngörüsü çok ilgi çekmiş, çok ses getirmiş, çok “satmıştır”. Tayfun Atay, daha önce yayımlanan Doğadan Duaya İnancı Gözlemlemek kitabında gidişatın “Homo Deus”a değil, “Homo Demonus”a; tanrılaşmaya değil, şeytanlaşmaya doğru olduğunu öne sürüyor.
İnsanın kâr-büyüme-kalkınma “zehrini” zihinlere zerk etmiş kapitalizmin terkisinde ve onun jeolojik- felaket adı olan “Kapitalosen”de çevre kıyımdan türcülük ve ırkçılığa kadar nasıl “demonik” (şeytanî) bir varlık haline geldiğine işaret ediyor.


Evvel Zaman İçinde İstanbul

Ahmet Bozkurt

Kültür Tarihi Kitapları

Evvel Zaman İçinde İstanbul kitabı; İstanbul’un yazınsal ve görsel bellek kaydının küçük bir resmini sunuyor. Edebiyatın, tarihin ve sanatın aynı potada buluştuğu bir renk ve masal cümbüşü içerisinde İstanbul’un sokaklarında adım adım turlamayı vadediyor. Bu şehre gönül vermiş, yolu ve kalbi hep İstanbul’da olan yazarların kaleminden şehrin tarihine, kültürüne, insan ilişkilerine, edebiyatına, eğlence hayatına, mimarisine, sokaklarına, diline, müziğine, resmine açılmış bir pencere.

Kumrunun Gördüğü

Ahmet Büke

Can Yayınları

Ahmet Büke bu kitabıyla 2011 Sait Faik Hikâye Armağanı aldı. Kitapta farklı insanların, yaşamların, yaşanmışlıkların öykülerini okuyoruz. Her bir öyküde biraz duraklayıp yazarın özgün, şiirsel diline kulak verebilirsiniz.

Deniz Küstü

Yaşar Kemal

Yapı Kredi Yayınları

Romanlarında, Karadeniz'den Toroslar'a, Ağrı Dağı'ndan Ege'ye uzanan çok geniş bir Anadolu coğrafyasını anlatan Yaşar Kemal, Deniz Küstü'de, ana tema olarak İstanbul'un çürüyen doğasını seçer. Bir kentin tüm coğrafyasıyla her anlamda yozlaşmasının ve çürümesinin anlatıldığı romanda, Balıkçı Selim’in ve annesiz babasız büyüyen Zeynel’in hikâyesini okuyoruz.

Çok Satan Kitaplar

1. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

2. Kaplanın Sırtında, Zülfü Livaneli

3. Seninle Başlamadı, Mark Wolynn

4. Atomik Alışkanlıklar, James Clear

5. Anne Beni İyileştir, M. Barış Muslu

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi