Utanç anıtlarıyla değil, kucaklayarak kabullenmek

Son Güncellenme Tarihi: Temmuz 26, 2020 / 09:13

Göçmen karşıtlığı, yabancıyla yaşamayı kabullenememe gibi anlaşılabilir bir toplumsal refleksten kaynaklansa da, bunun kaçınılmaz sonucu hızla kitleselleşen yabancı düşmanlığı ve nefret söylemidir -ki, iyice şişen asit dolu bir mide gibi durup durup bir yerlerinden patlak verir. Geçtiğimiz hafta Bursa’da canına kıyılan Suriyeli göçmen Hasan Acan bu asitli midenin insafsızca kanayan yarasıdır.

Berlin’de küresel markaların sıralandığı alışveriş ve eğlence merkezi Charlottenburg semtinde gezinirken karşınıza küçük bir meydanda yapayalnız duran taştan bir anıt çıkabilir. Aylardan Kasım’sa bu mütevazı anıtın önündeki küçük sunakta solmaya yüz tutmuş birkaç demet çiçek de görebilirsiniz belki. Bu çiçekler, muhtemeldir ki, her yıl Kasım ayının ortasında, bu caddede hayatını kaybeden Berlinli Türk genci Mete Ekşi için düzenlenen anmadan geriye kalanlardır. 1991 yılının 26 Ekim gecesi, kendisi gibi göçmen olan birkaç gence sataşan ırkçı gruba müdahale etmek isterken beysbol sopalarıyla dövülmüş ve yaklaşık bir ay süren yaşam mücadelesinin ardından hayata gözlerini yummuştur Mete; katledildiğinde yalnızca 19 yaşındadır.
BİR DİYASPORA ÖFKESİ
Mete Ekşi’nin ölümü Berlin Duvarı’nın yıkılışını takip eden günlerde yaşanan bir dizi ırkçı saldırı gibi (Solingen felaketi bunların en bilinenidir) Almanya’da yaşayan ve çalışan Türkiyeli göçmenlerde ciddi bir travma yaratmıştı, ama bu saldırılar en yakıcı etkilerini göçmen gençler üzerinde gösterdi. Gerçekten de, benim, Almanya’daki ilk gerçek diyaspora kuşağı olarak tanımlamayı tercih ettiğim birinci kuşak işçilerin çocukları başlı başına bir sosyokültürel vakadır. Onların kırılgan hallerini kimlik bunalımına indirgemek işin kolayına kaçmak olur. Kafa karışıklığı, isyan, öfke, var olma arzusu ve şiddetle örülü karmaşık yaşam deneyimleri ve kendilerine özgü tarzlarıyla özgün bir topluluktur onlar. Bu gençler etrafında biçimlenen kültürel atmosferi incelemek için Berlin’de bulunduğum kısa dönem içinde en çok dikkatimi çeken duygusal patlama anları, o zamanın gençleri olan ikinci kuşak Berlinli Türklerin Mete’den söz açılınca dışa vurduklarıydı. Mete Ekşi bu gençler için bir sembol olmuştu gerçekten de; yabancı düşmanlığına karşı mücadeleyi yükselten ve zihinsel olarak ırkçılığı terk ettiğine asla inanmadıkları bir topluma uyumun koşullarını ortadan kaldıran, bunun imkânsızlığını gösteren bir sembol… O nedenle Almanya’da, göçmenler için çalışan; ırkçılığın yükselişini ve yabancı düşmanlığının yayılmasını engellemek için canla başla mücadele eden sivil toplum kuruluşları, siyasi örgütler ve partiler, hatta resmi kurumlar bolca bulunmasına rağmen, Türk göçmenler, özellikle 90’lardan itibaren sürekli artan saldırıların vahşet dolu sonuçlarına bakarak Almanları topyekûn Nazizm’in etkisinden kurtulamamış, aşırı milliyetçi eğilimlere kolayca kapılan, ötekileştirici bir toplum olarak tanımlamaktan hiç geri durmazlar.
GELECEK NESİLLERİN HAYALETİ
Elbette bu anlatıyı sıcak tutabilmeleri için tarih de yardımcı olur onlara. Berlin, ikinci dünya savaşının kötü anılarını özellikle hatırlatan, kenti bir ucundan diğerine ilmek ilmek örerek kentten içre bir kent yaratan, adeta kendinden menkul bir tabaka oluşturmuş sembollerle donatılmıştır. Bu semboller şehri devasa bir açık hava günah çıkarma ortamına dönüştürür. Özellikle dışarıdan gelenler; şehrin bitmek tükenmek bilmeyen ziyaretçileri ve turistler için bu tabakalar katartik bir anlam ifade edebilir, ama kent sakinleri için bunlar rahatsız edici, çoğu zaman görmezden gelinen ve benimsenmeyen şeylerdir. Berlinlilerle bu tabakalar arasında mutlak bir iletişimsizlik bulunur. Bu nedenle, bir çok insan, kentin en işlek caddelerinden birisi olan Charlottenburg’daki Mete Ekşi anıtının yanından hayalet gibi süzülerek geçip gider; birilerinin şans eseri dikkatini çekse dahi, kimse onun oraya neden dikildiğinin farkında değildir. Aslında, birçok kentteki, birçok başka anıt da böyledir. Anıtlar toplumları iyileştirmeye yetmez, tarihi insafsızca yanlış yerlere doğru sürükleyenlerin sonraki kuşaklara bazen aktardığı bazen de yüklediği ayıplardır onlar.
TARİHİN HAZİN TEKERRÜRÜ
Almanya’yı geride bırakıp memlekete dönelim: 30 yıl geleceğe! Bursa’nın Gürsu ilçesinden 15 Temmuz 2020 günü 17 yaşındaki Suriyeli göçmen Hasan Acan’ın dövülerek katledildiği haberleri geldi. Bir pazarcının yanında işçi olarak çalışan Hasan, iddialara göre Suriyeli bir kadına ırkçı hakaretlerde bulunan tezgâh komşularına müdahale etmek istemişti. Dört kişinin saldırısına uğrayan genç çocuk fenalaşarak yere yığıldı ve hastaneye kaldırıldı, fakat hayata tutunamadı. Olaydan sonra saldırıya karıştıkları iddiasıyla iki kardeş gözaltına alındı, birisi tutuklandı. Bursa’da geçen hafta yaşananlarla, 30 yıl önce Berlin’de yaşananlar birbirleriyle öylesine benzerlikler taşıyor ki yabancı düşmanlığı ve ırkçılık tarihinin hazin tekerrürüne dair acı acı düşünmeye zorluyor insanı. Mete de, tıpkı Hasan gibi bir göçmen çocuğuydu ve yabancı olduğu bir memlekette senaryosunu kendisinin yazmadığı bir maceranın figüranlığını yapıyordu. Yanlış zamanda, yanlış yerde, gene başrolünde kendisinin olmadığı bir sahnede buluvermişti kendisini. Vicdanı irticalen bir şeyler yapmasına yol açınca ırkçı nefretin hedefi oldu. İlginçtir, tıpkı Hasan’a saldıranlar gibi, Mete’nin katlinin failleri de kardeşti; Marzhan’lı üç birader tarafından dövüldü Mete ve gene Hasan gibi o da hastanede ölmüştü. Hasan için de öldürüldüğü yere, tıpkı Berlin’de olduğu gibi bir anıt dikerler mi bilmem, ama aradan 30 yıl da geçse, 60 yıl da, ölümünün, toplumun tarihinde kara bir leke olarak kalacağına hiç şüphe yok. Çünkü bu tip olaylar hiç mi hiç unutulmaz; tarihi nereye doğru ittirirseniz ittirin, kuyruğuna takılıp kat etmekte olduğu zamanın içinde onunla birlikte sürüklenip dururlar ve nesillerin hayaleti olurlar.
YOLA DOĞRU YERDEN KOYULMAK
Nazizm’in hayaleti de, hiçbir günahı veya sorumluluğu olmayanlar dahil, Alman toplumunun üzerinde dolaşmaya devam ediyor. Misafir işçi göçünün üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen, Almanya’daki Türk kahvelerinde, dernek lokallerinde veya dükkânlarda, hâlâ laf açılınca sohbetin seyri göç tarihine damgasını vuran şiddet hikâyeleri üzerinden Almanların kötücüllüğüne varır. Bu anlatı, elbette hafızaya işlenmiş haksız bir genellemedir ve Alman toplumunun durumunu topyekûn açıklamaya yetmez, ama on yıllar önce Alman devletinin ve kamuoyunun göçmenlerle ilgili yaptığı hatalara dair çok şeyler söyler. Göçmenleri bir gün muhakkak geri dönecek misafirler olarak görmek toplumsal bütünleşmenin koşullarını oluşturacak adil kararlar almaktan alıkoymuştur onları. Sorunları yok sayarak, meselenin insani boyutunu görmeyi ısrarla reddederek ve kendi toplumlarında günden güne yerleşen tedirginlikleri görmezden gelerek, sonraki nesilleri utanç anıtları arasında yaşamaya mahkum etmişlerdir. Göçmen karşıtlığı, yabancıyla yaşamayı kabullenememe gibi anlaşılabilir bir toplumsal refleksten kaynaklansa da, bunun kaçınılmaz sonucu hızla kitleselleşen yabancı düşmanlığı ve nefret söylemidir -ki, iyice şişen asit dolu bir mide gibi durup durup bir yerlerinden patlak verir. Mete Ekşi bu asitli midenin insafsızca kurtulmak istediği bir safradır, Hasan Acan da öyle. Ekonomik, kültürel ve toplumsal tedirginliklerle fokur fokur kaynayan bir yapının gazını alalım diye göçmenlerin varlığını tarif ederken misafir veya geçici gibi kavramlara başvurmak doğru değildir, çünkü bu kesinlikle gerçeği yansıtmaz. Toplumun, gerçeklerle yüzleştiğinde vahşi tepkiler vermesinin bir nedeni de budur. Bugünden, mesela yarım yüzyıl gelecekte, bu ülkede yaşayıp, kökleşip, tıpkı Almanya’daki Türkler gibi kalıcı bir toplum kurduktan sonra, Suriyeliler de kendi kahvehanelerinde, gazetelerinde, lokallerinde, restoranlarında, misafir odalarında bizim topyekûn yabancı düşmanı, ırkçı veya göçmen karşıtı bir toplum olduğumuzu anlatacak olurlarsa, bu bize yapılan bir haksızlık olarak görülebileceği gibi, bugün yapmamız gerekenleri yapmamış olmamızın acı bir tezahürü şeklinde de okunabilecektir. Van gölüne kurban edilen onlarca mülteci, Hasan Acan, veya başka diğerleri gelecek nesillerimizin hayaleti olabilir. O nedenle, yola doğru yerden koyulmak lazım, çünkü sonun seçimi başlangıçta yapılır.

Serhat Güney

Tokat’ta doğdu. İlkokulu Tokat’ta, ortaokulu ve liseyi Sivas’ta bitirdi. Bir süre İTÜ Mühendislik Fakültesi’nde Gemi Mühendisliği Bölümüne devam ettikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi ve 2000 yılında burada lisans eğitimini tamamladı. 2004 yılında Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisans eğitimini tamamlayan Güney, 2007 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorasını tamamlayarak “Doktor” unvanını aldı. 2012-2015 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Güney, 2015 yılında “Doçent Doktor”, 2017 yılında da “Profesör Doktor” unvanını aldı. Serhat Güney, hâlen Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak “Elektronik Yayıncılık Tarihi”, “Alternatif Yayıncılık” ve “Kültürel İncelemeler” sahalarındaki akademik çalışmalarına devam etmektedir.

2000 yılında Varlık dergisi tarafından düzenlenen Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Yarışması’nda öykü dosyası dikkate değer bulunan Serhat Güney’in İlk kitabı Gezinti, 2006 senesinde yayımlandı. Serhat Güney, 2013 yılında yayımlanan ilk romanı Size Genç Şair Diyenin…’de 12 Eylül darbesinin şekillendirdiği bir eğitim sisteminde, farklı dünyalardan gelip buluştukları baskıcı bir yatılı okulda bir yandan birbirleriyle sürekli çatışan, öte yandan birbirlerine dayanarak hayatta kalmaya çalışan iki gencin hikâyesini merkeze alır. Farklı üslubu, tekniği ve anlatım tarzıyla dikkat çeken Güney, bu romanında bir yandan kendini sürekli reddeden, diğer yandan ise kendisiyle sürekli çelişen hayatlar yaşayan modern insan tipinin iç dünyasını ortaya çıkarmayı amaçlar.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top