Utanmayı yitiren dünya

Belki de bu dünya Goethe’nin dediği gibi “Hassas kalpler” için değil de hâlâ utanmayı becerebilenler için bir cehennemdir. Zira şaşırma eşiğimizin her geçen gün daha da aşağıya düştüğü bir zamanda, bunca utanma noksanının arasında yaşadığımız şey ancak bir cehenneme benzetilebilir.

                Seksen darbesiyle yaşıtım. Öncesinde Türkiye’de gündelik yaşamın ve siyaset anlayışının yapısını ancak okuduğum kitaplardan, izlediğim belgesel ve filmlerden ya da büyüklerin anlatılarından bilebiliyorum.  Her nesil gibi kendini sonrakilerden daha iyi sayan bir kuşağın temsilcisi olarak toplumsal değerlerdeki erozyonu, insan ilişkilerindeki bozulmayı eleştirip duruyorum.Tüketime bağımlı oluşumuzdan, içinde olduğumuz simülasyon benzeri dünyaya, teknolojinin bizden alıp götürdüklerine ya da hıza tutkun yaşam tarzımıza… fırsat buldukça dokunup duruyorum. Sürekli değişen dünyada kırklı yaşlarla beraber ben de pek çoğu gibi geleceğe olan umutlarımın tükendiğini gördükçe geçmişe daha sıkı sarılıyorumdur, kim bilir? Belki de bu benim melankolik yanımın bir yansımasıdır. Ancak günden güne yoğunluğu artan, çevreye yayılan bu berbat kokuyu benim bünyemin hassasiyeti ile açıklamak mümkün değil. Ortada az veya çok herkesin farkına vardığı bir yok oluşun kokusu bu…

Utanma ve doğruluk

                Platon Diyaloglar kitabında Protogoras’la Sokrates arasında geçen insanın yaradılış öyküsünü anlatır. Öyküye göre tanrıların emriyle toprak, ateş ve bu ikisiyle karışabilen maddelerden şekillendirilen canlılara gerekli yetenekleri dağıtma işi, iki kardeş titan, Prometheus ile Epimetheus’a verilmiştir. Epimetheus kardeşinden izin alarak canlılara yeteneklerini dağıtmış, kimine hız, kimine güç vermiş, kimini otla kimini de etle beslenecek şekilde var etmiştir. Ancak bizim dikkatsiz Epimetheus’umuz elindeki bu özellikleri bol bol dağıtınca insana verecek pek özellik kalmadığını görür ve Hephaistos ile Athena’dan insanlara vermek için ateşle birlikte sanat bilgisini de çalar. Bu iki güç insanın dünyada beceri kazanmasını sağlıyordur. Ancak insan elindeki bilim sayesinde gündelik yaşamını kolaylaştırsa da siyaset sanatına ve tabii onunla bağlantılı olan askerlik sanatına sahip değildir. Bu nedenle ayrı ayrı yaşayıp çoğunca vahşi hayvan saldırılarında can verip, birlikte yaşamayı başaramıyorlardır. İnsan ırkının yok olmasını istemeyen Zeus Hermes’i yanına çağırır ve insanları dostluk bağları ile birlikte bağlayıp onlara doğruluk ve utanmayı götürmesini ister. Hermes kararsız kalır ve sorar Zeus’a: 

                “Sanatların bölüştürüldüğü gibi mi bölüştürmeliyim? Sanatlar, hekimlik sanatındaki usta tek bir insan, meslekten olmayan birçok kimseyi tedavi edecek şekilde bölüştürüldü; öbür zanaatçılar için de böyledir bu. Doğruluk ile utanmayı da böyle mi dağıtmalıyım insanlar arasında, yoksa hepsine mi bölüştürmeliyim?” 

                “Hepsine.” der Zeus ve devam eder “Hepsi payını alsın; çünkü bu erdemler, sanatlar gibi yalnız bazı insanlarda bulunursa, şehirler ayakta duramaz. Sonra da şu yasayı koy benim adıma: utanma ve doğruluktan nasibi olmayan her insan, toplum için bir belâ sayılacak, öldürülecektir.”*

                Mitolojiler dünyasından bugüne insanlık akıl almaz bir değişim geçirdi; dünyanın canını okuyarak. Binlerce yılda -sanayi devrimi ile hızlanan- bir yok edişin karşılığında elde ettiğimiz bir değişim bu. Güney Afrika madenlerinden Sibirya taygalarına, yağmur ormanlarından kutuplara kadar dokunup da kirletmediğimiz ne kaldı? Gelişmenin (!) bedelini tek yaşam kaynağımızı tüketerek ödemedik. Süpürdüklerimiz arasında ne yazık ki insanlığımız da vardı. Bizi insan yapan değerlerimiz. 

Utanacak neyimiz kaldı?

                Son yıllarda gerek ülkemizde gerekse dünya genelinde vasatın yüceltilmesinden insanları teknolojinin duyarsız tüketimin bencil kılmasına, popülizmin yükselişinden kadına, hayvana, farklı olana karşı şiddete kadar pek çok konu da şikayetler ettik, yazdık, çizdik, söyledik, söylendik. Gerek ülkemizde gerekse dünya genelinde yaşanan çürümenin rahatsız edici pis kokusundan dem vurduk durduk. Ancak her başka bir gün yaşadıklarımız bizi insanlıktan uzağa savuran yeni yeni rüzgarlar taşıdı. Sosyal medyanın da etkisi ile sadece ormanları değil yürekleri de yakan yangınlardan kadın cinayetlerine, popülizmden insanlıktan çıkarcasına savunulan davalara kadar yaşanılanlar toplum olarak utanmayı unuttuğumuzu gösteriyor. Karşılaşılan tweetler, yapılan yorumlar, söylenen sözler Zeus’un ifadesiyle utanma ve doğruluktan nasibi olmayanların yarattığı belalarla hem hal olduğumuzu gösteriyor.

                Birikim Dergisi geçen Haziran ayında utanma konusunu el almış ve “Utanacak neyimiz kaldı?” başlığıyla çıkmıştı. Nilgün Toker dergideki yazısında “Utanma” diyordu, “tüm diğerlerinin eşdeğerliğini tanıma ve önemlisi, bir arada yaşadıklarını eylemenin ve sözünün muhatapları olarak görme kapasitesidir.” Ve ekliyordu Toker: “Utanmazlık kendisini diğerlerinden “ayrı” hatta üstün gören bir kibrin ifadesi olabileceği gibi bizzat eşitsizliği tesis etmeyi kendi eyleminin kılavuzu yapmanın da göstergesidir….Utanmamak, kendinden başka değer tanımamak, kendisinden başkasının değerini tanımamak demektir. Dolayısıyla her tanınma mücadelesi, utanmayanın ‘biricik değerliliği’ne bir başkaldırı olarak görüleceğinden utanmazın zulmü, şiddeti artar. Utanmama, her zaman değersizleştirmeyle birlikte vardır ve bir hiyerarşi yaratarak sürdürülür.”

                Seksen darbesiyle yaşıtım. Öncesinde Türkiye’de gündelik yaşamın ve siyaset anlayışının yapısını ancak okuduğum kitaplardan, izlediğim belgesel ve filmlerden ya da büyüklerin anlatılarından bilebiliyorum.  Her nesil gibi kendini sonrakilerden daha iyi sayan bir kuşağın temsilcisi olarak toplumsal değerlerdeki erozyonu, insan ilişkilerindeki bozulmayı eleştirip duruyorum. Ancak Nietzsche’ye göre insanüstü ile hayvansallık arasında gerilmiş ipin üzerinde duran insanoğlunun bugünkü kadar utanmadan koşarak uzaklaştığını şu ahir ömrümde hiç görmedim. Sürekli değişen dünyada kırklı yaşlarla beraber ben de pek çoğu gibi geleceğe olan umutlarımın tükendiğini gördükçe geçmişe daha sıkı sarılıyorumdur, kim bilir? Belki bu benim melankolik yanımın bir yansımasıdır. Belki de bu dünya Goethe’nin dediği gibi “Hassas kalpler” için değil de hâlâ utanmayı becerebilenler için bir cehennemdir. Zira şaşırma eşiğimizin her geçen gün daha da aşağıya düştüğü bir zamanda, bunca utanma noksanının arasında yaşadığımız şey ancak bir cehenneme benzetilebilir.

Spes est salutis ubi hominem obiurgat pudor.

(Utancı kişiyi azarlıyorsa, kurtuluş ümidi var demektir. -Publilius Syrus-)

*Platon, Diyaloglar, Remzi Kitabevi,

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi