Uzun Boyunlu Kadınlar-III / Modigliani

Sonraki yıllarda, onun gibi birisinin büyük bir ün kazandığından emin olarak, Paris'ten gelenlere onu sorduğumda aldığım yanıt hiç değişmedi, “Tanımıyorum, adını bile duymadım.”

Uzun süre artık onunla ilgili hiçbir şey duymayacağımı düşündüm ama yanılmışım....

“Onu benim tanıdığımdan daha farklı anlatan insanlara inanmamam için bir neden yok; çünkü onun yalnızca bir yönünü (görkemli olanı) gördüm ben; bir yabancıydım, başka bir ülkedendim, yirmi yaşında bir kadındım; muhtemelen kavrayışım da çok da iyi değildi. 1911'de tekrar karşılaştığımızda çok farklı gördüm onu, biraz solmuş ve küçülmüştü sanki.”(1)

Anna Ahmatova’nın(2) 1958-1964 arasında kaleme aldığı “Anılar”ındaki  Modigliani bölümü yukarıdaki tümcelerle başlıyor. 1910’da eşi -kendisi de şair olan- Nikolay Gumilov’la Paris’te balayındayken tanışır ünlü ressamla (Ünlü ressam dediğime bakmayın, o yıllarda Modigliani, yalnızca Montmartre ve Montparnasse’ı mesken tutmuş sanatçıların bildiği bir simadır ve yaygın ün kazanması ancak ölümünden çok sonra olacaktır.)

İlk Karşılaşma

Café de la Rotonde’da ilk tanıştıklarında Anna, görenleri ilk anda çarpan manyetizması ve “farklı türden” güzelliğiyle Paris sosyetesi ve sanatçı takımı arasında çoktan büyük bir heyecan ve merak uyandırmıştır zaten. Anna’dan çok etkilenen Modigliani,  bir portresini yapmayı teklif eder ona hemen; Anna da etkilenmiştir yakışıklı genç adamın “ışık saçan” kişiliğinden. Görüşmeye başlarlar(3).

“Paris’teyken onu yalnızca birkaç kez gördüm ama bu onun, Rusya’ya döndükten sonra bana tüm kış boyunca yazmasına engel olmadı.

Şimdi fark ediyorum ki, bende onu en çok etkileyen şey, diğer insanların düşüncelerini sezmem, düşlerini hissetmem ve diğer küçük şeylerdi. Şöyle derdi her zaman,  "Birbirimizi anlayabiliyoruz, bu yalnızca senin başarabildiğin bir şey."

Muhtemelen ikimiz de çok temel bir şeyi gözden kaçırıyorduk, o sıralarda başımıza gelen her şey, onun çok kısa, benimse çok uzun yaşamlarımızın tarih-öncesine aitti. Sanatın soluğu ikimizin de varoluşunu ne yakıp kül etmiş ne de dönüştürmüştü henüz. Şafağın hemen öncesi gibi, pırıl pırıl ve ağırlıksız bir andı. Ancak, bildiğimiz gibi, geleceğin gölgesi bize geleceğin kendisinden çok önce ulaşır; gelecek pencereyi tıklatıyor, sokak lambalarının arkasına gizleniyor, rüyalarımıza sızıyor ve korku salıyordu. Baudelaire'in dehşetli Paris'i uzaktan sürekli gözetliyordu bizi. Amadeo'da tanrısal olan şey de ancak bir karanlık tabakasının altından parlayabiliyordu.

Antinous’un(4) başına sahipti, gözleri altından kıvılcımlar saçardı, görünüşü kimselere benzemezdi. Sesi sonsuza dek belleğime kazılıdır. Yoksul olduğunu biliyordum, nasıl geçindiğini kimse bilmiyordu zaten; sanatçı olaraksa, tanınmış olmanın yakınından bile geçmiyordu.

(…)

Koyu bir yalnızlıkla sarılı olduğunu hissettim. (…) Arkadaş ya da ressam, tanıdığı birinden söz ettiğini hiç duymadım. Şaka yaptığına da hiç tanık olmadım. Onu içki içerken hiç görmedim,  nefesi şarap kokmazdı. Belli ki daha sonraları içmeye başladı, ancak anlattığı bazı hikayelerde haşhişin de adı geçerdi.

(…)

Mısır

O dönemde Modigliani Mısır'ı tutkuyla seviyordu. Beni, Mısır Odaları’nı ziyaret etmek için Louvre'a götürdü ve geri kalanların zaman harcamaya değmeyeceğine ikna etti. Orada bir Mısır Kraliçesininki gibi süslerle bezeli olarak başımı çizdi;  Mısır sanatıyla büyülenmiş gibiydi. Belli ki Mısır onun son sevdasıydı. Yakında o kadar özgün olacaktı ki, resimleri onlara bakan insanlarda hiç bir çağrışım uyandırmayacaktı.

(…)

Bir gün Afrika incisinden kolyemi kastederek, “Mücevher dediğin vahşi olmalı!” dedi ve o kolyeyle bir portremi çizdi.

(…)

Çiseleyen havalarda (Paris'te çok yağmur yağar) Modigliani büyük ve eskimiş siyah bir şemsiye taşırdı. Ara sıra Luxembourg Bahçelerindeki bir bankta bu devasa şemsiyenin altında otururduk birlikte. Eski Saray’ın gölgesinde, ılık yaz yağmuru yağarken aynı bölümleri anımsamaktan mutlu olarak ezberimizden Verlaine şiirleri okurduk birbirimize.

(…)

Bir keresinde, muhtemelen bir yanlış anlaşmadan dolayı, Modigliani'yi görmeye gittiğimde onu evde bulamadım. Biraz beklemeye karar verdim. Gelirken bir demet kırmızı gül almıştım ona. Stüdyonun kapısının üstündeki pencere açıktı. Gelmediğini görünce çiçekleri oradan stüdyoya teker teker fırlattım, sonra da ayrıldım oradan. Tekrar karşılaştığımızda, içeri anahtarsız girmeyi nasıl başardığımı sordu şaşkınlıkla. Açıkladığımda daha çok şaşırdı, "Bu olanaksız, güller yerde sanki dizilmiş gibi duruyorlardı!...".

(…)

Modigliani geceleri Paris'te dolaşmayı severdi. Sokağın uykulu sessizliğinde ayak seslerini duyduğumda, masamdan kalkar ve panjurların arasından, penceremin altında uzayan gölgesini izlerdim.

Birlikte en çok konuştuğumuz şey şiirdi. İkimiz de Fransız Şiirine epeyce aşinaydık, Verlaine, Laforgue, Mallarmé, Baudelaire.

(…)

Sonraki yıllarda, onun gibi birisinin büyük bir ün kazandığından emin olarak, Paris'ten gelenlere onu sorduğumda aldığım yanıt hiç değişmedi, “Tanımıyorum, adını bile duymadım.”

Uzun süre artık onunla ilgili hiçbir şey duymayacağımı düşündüm ama yanılmışım...

Sonraları bir toplantı sırasında birisi bana Fransız Sanatı ile ilgili bir inceleme verdi. Açtım,  onun bir fotoğrafı vardı, bir haç resmi ve yirminci yüzyılın büyük bir ressamı olduğunu yazan (Botticelli ile karşılaştırıldığını anımsıyorum) bir ölüm ilanı.”

Kendisinin de söylediği gibi, Anna Ahmatova’nın, büyük kısmı acılarla dolu olsa da, Modigliani’den çok daha uzun bir yaşamı olur.

Bu yazı Ahmatova’nın gözüyle Modigliani’yi anlatıyor ancak tersi doğru değil; Modigliani’nin ona yazdığı mektupların hepsi Ahmatova’nın evinde çıkan bir yangında kül olup gitmiş. Mektuplar olmasa da olurdu gerçi, bir portre de Modigliani’nin onu nasıl gördüğü konusunda çok şey söylerdi bize ancak -nedense- Anna’nın yağlıboya portresini yapmamıştır ressam; elimizde yalnızca birkaç karakalem eskizi var Anna’nın…

Anna Ahmatova, Rus dilinin bu dev şairi, tek başına ayrı bir yazıyı hak ediyor kuşkusuz…

Son aşkı Jeanne Hébuterne’le ve ikisinin hazin sonlarıyla bitirelim Modigliani dizisini, haftaya…

  • Ahmatova’nın “Anılar”ında yer alan bölümü İngilizcesinden -biraz serbestçe- çevirdim, daha anlaşılır olması için şairin bazı cümlelerinde ufak değişiklikler yaptım.
  • Ahmatova’nın soyadı Akhmatova olarak da yazılıyor bazı Türkçe metinlerde ancak şairin asıl soyadı ikisi de değil; köken olarak da Arapçadan Türkçeye geçmiş Ahmet’e dayanıyor.  

Anna Andreyevna Gorenko olarak doğan şair, Tatar asıllı olduğu söylenen büyük-büyük anneannesinin soyadıyla yayımlar ilk şiirlerini. Denir ki bu büyük-büyük anneannenin son Altın Orda hükümdarı Şeyh Ahmet Han’la akrabalık bağı vardır ve soyadını ondan alır (Slav dillerinde, soyadların sonuna eklenen “-ova” eki, “-kızı” anlamına gelir, yani “Ahmatova” “Ahmat/Ahmet kızı” demektir).

  • Balayındayken başka biriyle flört etmesini yadırgayabilirsiniz Anna Ahmatova’nın; ancak Anna, kocası Nikolay’a aşık değildir, onu şiir yazmaya cesaretlendirdiği ve yazın dünyasına tanıttığı için duyduğu minnet duygusudur onunla evlenmesinin tek nedeni; hatta bir mektubunda evlenmeden önce şunu yazar bir arkadaşına, “Nikolay bana üç yıldır aşık, onunla evlenmenin kaderimde yazılı olduğuna inanıyorum ama ona aşık mıyım değil miyim bilmiyorum.”
  • Roma imparatoru Hadrian'ın en sevdiği -erkek- sevgilisi; yirminci doğum gününden hemen önce ölünce, Hadrian'ın emriyle tanrı ilan edilmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi