Ve Yıkıldı Gitti Likya!

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya

Bir filmde izlesek, senarist biraz abartmış diyebileceğimiz her olaydan haftada birkaç tane yaşıyoruz. Ortadoğulu olmanın bir özelliğini de maalesef kısalan yas sürelerimizle ölçüyoruz. Bir vahşice katliamın karalarını soyunmadan, öncekine rahmet okuturcasına yeni bir katliama tanık oluyor, ah vahlar, sözün bittiği yerler, bıçağın kemikte olduğundan demler eşliğinde nekahet dönemini atlatıyoruz.

Michel Foucault, iktidarın işleyişinden söz ettiğinde, yalnızca devlet aygıtına, yönetici sınıfa, hegemonik kastlar sorununa atıfta bulunmaz. Bireylerin günlük davranışlarına nüfuz eden, bedenlerine varıncaya kadar içselleşen, tüm mikroskobik ilişkilerde kendisini gösteren iktidardır bahsettiği bu işleyiş. Ünlü kavramsallaştırması ‘iktidarın her yerdeliği’ daha ziyade işte bu mikro ilişkilerde kendisini var eder.
Ülke olarak; iktidarı ve her türden muhalefetiyle ortaklaşabildiğimiz ender alanlardan birisi, bana kalırsa bu iktidarın her yerdeliğidir. Birçok alanda anlaşamasak da, en uç kanatlarda da yer alsak, iş kadın-erkek ilişkilerine gelince, görünen o ki yekpare bir tek millet olma vasfını göğsümüzü gere gere taşıyor ve iktidarın her yerdeliğine katkımızı sunuyoruz.
Son dönemlerdeki haber başlıklarına baktığımız zaman göreceğiz ki, iktidarından muhalefetine, sanatçısından sporcusuna, ilkokul mezunundan akademisyenine hemen hemen her kesim, hayatlarındaki kadınlara şiddet uygulamaya oldukça eğilimli. Üstelik bu şiddetin yelpazesi öyle geniş öyle yaratıcı ki, bırakın anlatmayı dinlemeye dahi yürek gerek.
Nasıl Bir Önlem?
Kimileri cezalandırıcı tedbirlerle bu sorunun çözülebileceğini, cezaların caydırıcı olması gerektiğini savunurken, kimileri de önleyici yöntemler kullanmak gerektiğini, eğitim ile daha radikal ve köklü değişimler sağlanması gerektiğini savunmakta. Bana kalırsa cezaların arttırılması, kadın-erkek eşitliğinin içselleştirilmediği ve toplumsal cinsiyet algımızın rehabilite olmadığı her şartta etkisiz kalacaktır. Alper Canıgüz, yanlış hatırlamıyorsam Oğullar ve Rencide Ruhlar romanında; “insanın en olgun çağı beş yaştır, sonra çürüme başlar” der. Canıgüz sırf mizah olsun diye söylememektedir bunu. Altı yaşında okula başladığımızı düşünürsek, eğitim sistemine incelikli bir eleştiridir bu söylem. Gerçekten de henüz ilkokul sıralarında kadın-erkek rolleri ve eşitsizliği çocuklara içselleştiriliyor. Birkaç sene önce MEB tarafından ilkokullara önerilen deyimler ve atasözleri kitabında öyle ifadeler vardı ki, eminim birçok veli bundan habersizdi… “On beşinde kız ya erde gerek ya yerde” bahsettiğim onlarca atasözlerinden yalnızca biri.
Söylem İktidardır!
Eğitim sistemi toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturan sacayaklarından yalnızca biri. Siyasilerin söylemlerine değinmeye gerek bile duymuyorum ki bu sayfa o söylemleri yazmak için oldukça yetersiz kalır. Fakat öyle kurumlarımız ve o kurumların öyle başkanları var ki, akılla bağdaşık hiçbir mecraya yerleştiremiyoruz. Diyanet İşleri Başkanı geçen gün, “kocanız sizi döverse eğer, bir süre sonra ona nazikçe sizi neden dövdüğünü sorun” dedi. Gerçekten de beş yaş insanın; hem eğitimden, hem dinden muaf olduğu en olgun çağıymış.
Üniversite öğrencisi Pınar Gültekin, Muğla’da eski erkek arkadaşı tarafından vahşice katledildi. Muhtemelen canlı kurtulabilseydi, katiline nazikçe bunu neden yaptığını, hiçbir kurumu töhmet altında bırakmadan sorardı.
Bir filmde izlesek, senarist biraz abartmış diyebileceğimiz her olaydan haftada birkaç tane yaşıyoruz. Ortadoğulu olmanın bir özelliğini de maalesef kısalan yas sürelerimizle ölçüyoruz. Bir vahşice katliamın karalarını soyunmadan, öncekine rahmet okuturcasına yeni bir katliama tanık oluyor, ah vahlar, sözün bittiği yerler, bıçağın kemikte olduğundan demler eşliğinde nekahet dönemini atlatıyoruz.
Şule Çet davasında adaletin, ne çabalar ne uzun uğraşlar sonucu elde edildiğini hep birlikte yaşadık. Ordu’da sebepsiz yere öldürülen Ceren Özdemir, evinde polis kurşunuyla can veren Dilek Doğan, minibüste eve gitmek üzereyken vahşice katledilen Özgecan Aslan hepimizin hatırında. Munzur kenarında, ailesinin de bekleyişiyle bir jara’ya dönüşen Dinar Köprüsü’nde, Gülistan Doku’ya ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Kurumların ve ‘önemli’ kişilerin söylemlerine paralel, halkımız maalesef hâlâ katille empati kurmakta, kurbanların davranışlarını, kıyafetlerini, dışarı çıkma saatlerini, kurduğu ilişkileri yargılamakta. Bu söylemler maalesef soruna sırt çevirmekten öte bir anlam taşımıyor. Üstelik bu sorgulamaları hiç beklemediğimiz, kamuoyunda muhalif olarak tanıdığımız isimlerden dahi duyabilmekteyiz.
Şiddet maalesef iktidar gibi, tüm ilişkilerde ve her yerde. Tanımadığımız insanları elimize verseler bir kaşık suda boğabiliriz. Fakat ünlü bir oyucu ya da gönül verdiğimiz bir partinin mensubundan geldiğinde, ‘temkinli’ yaklaşıyor, ‘ama’lı cümleler kurmaya başlıyoruz. Görünen o ki, iktidar olmanın zehrini ve gücün sarhoşluğunu iliklerimize kadar zerk etmişiz.
Bu hafta edebiyat yok. Bu hafta daha fazla konuşmaya da gerek yok. Söz, ‘bizim’ olmayan kadınlarda.
Hepinizden af diliyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sinan Tepe Arşivi