YAŞAMAK MI HAYATTA MI KALMAK? BİR ASGARİ ÜCRET(LİN)İN ANATOMİSİ

“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından...” (Nazım Hikmet-Yaşamaya Dair)

Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre ‘asgari’: “En az, en aşağı, en düşük, en alt, minimal, minimum”

Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nun ilk toplantısının 7 Aralık, ikinci toplantısının 14 Aralık'ta yapılacak. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda İşçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden 5’er üye bulunuyor. Komisyon toplam 15 kişiden oluşuyor.

Asgari Ücret Yönetmeliğine göre asgari ücretin belirlenmesinde dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ile benzeri sebeplere dayalı herhangi bir ayrım yapılamaz.

Türkiye’de asgari ücret 5 bin 500 lira. Yani 280 Euro. Açlık sınırının aylık 7 bin 786 lira olduğu düşünüldüğünde aç insanın dilinin, ırkının, dininin, mezhebinin ve siyasi görüşünün önemli olmadığı; önemli olanın hepsinin açlık sınırı altında olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye’de asgari ücretle çalışan işçilerin oranının yüzde 60’ı geçtiği de göz önüne alındığında ortaya koca bir yoksulluk hikayesi çıkacaktır.

Asgari ücretle çalışanların oranı; ülkemizi delicesine kıskanan Almanya’da yüzde 6, bize gıptayla bakan Yunanistan’da yüzde 8, liderliğimizi kabul eden Fransa’da yüzde 8, açlıktan kedi maması yiyen Romanya’da yüzde 13.

Asgari ücret Lüksemburg’da 2 bin 202 Avro; İrlanda bin 724, Hollanda’da bin 701, Belçika’da bin 626 ve Almanya’da bin 585 Avro.

Lüksemburg, Almanya, Belçika, İrlanda ve Hollanda’da asgari ücretle, yani orada en düşük ücretle çalışan birisi bizdeki döviz kuru düşünüldüğünde 43 bin Türk Lirası alıyor. Yani Türkiye’deki Profesörlerden, hekimlerden, mühendislerden, genel müdürlerden, daire başkanlarından, öğretmenlerden, hakimlerden, savcılardan, polislerden ve devlet memurlarından çok daha fazla maaş alıyor.

Yoksulluk, organize şiddettin en ağır biçimidir. İnsanda ve ülkede yarattığı tahribat; çürüme ve kötülüğe yol açıyor. Bir insanı yoksul bırakmak ona ve ülkeye yapılmış en büyük kötülüklerden birisidir.

NEREDEN NEREYEEEE!

2016’da bir asgari ücretle 7 adet çeyrek altın alınabiliyorken, 2022 yılındaki ücretle sadece 3 çeyrek altın alınabiliyor. Yıllar arasındaki geçişte alınabilen beyaz eşya, kıyafet, telefon ve gıda ürünlerinde de benzer şekilde yarı yarıya alma gücü düşmüş durumda. 2016 yılında bir asgari ücret 384 dolara tekabül ederken 2022 yılında bu rakam 290 dolara düştü.

Şu anda Türkiye’de çalışan bir asgari ücretli iPhone 14 almak için tam 210 gün çalışmak zorunda. İsviçre’de yaşayan bir asgari ücretli ise aynı telefonu 8; Almanya’da 10 ve Fransa’da 12 gün çalışarak alabiliyor.

Yine Türkiye’de çalışan bir asgari ücretli Play Station 5 oyun konsolu almak isterse 4 ay çalışmak zorunda. Ülkelerdeki satış fiyatı ve asgari ücretler baz alındığında İrlanda ve Hollanda’da bir asgari ücretli, bir aylık kazancıyla 3, Almanya’da 2,5, Polonya’da 1 tane aynı oyun konsolundan alabiliyor.

2016 yılında dünyaca ünlü bir hamburger markası (isim vermeyeyim) ürünü olan ‘bic mac’ menüden bir asgari ücretli, bir aylık kazancıyla 130 tane alabiliyorken; şu anda aynı asgari ücretli bir aylık kazancıyla 68 tane aynı menüden alabiliyor.

YAŞAMAK MI HAYATTA MI KALMAK?

Hepimizin artık aşina olduğu bir anlayış türedi. İktidar ve rejim kendine uygun bir vatandaş profili yaratmaya çalıştı ve kısmen de olsa başarılı oldu. Bunda Çin modelini andıran çok mesaili, az ücretli bir anlayış olduğu da açık. Kitlelerin sadece hayatta kalmaya razı edilmesine yönelik kolektif bir dil oluştuğu gerçeği var.

Türkiye’de insanların yaşamaktan vazgeçmesini isteyen; sadece hayatta kalacak kadarına razı olmasını ve buna alışmasını talep eden bir zümre yaratıldı. Bunlar her türlü maddi-manevi imkana sahip. Hem hak etmedikleri bu konumlarını korumak hem de daha zenginleşmek için kitlesel bir alışılmış yoksulluk yaratılmak istiyorlar. Hem şimdi, hem de önümüzdeki seçim sürecinde bu çarpıklığın, çıplak hale getirilmesi gerekiyor. Razı edilmiş kitlelerin, hiç değilse bir kısmının razı gelmemesi için bu dile karşı kolektif bir söylem geliştirilmesi lazım. Çünkü asgari ücretle hayatta kalmaya çalışan ama razı gelmiş bir insana verilen hiçbir vaat işe yaramaz. Önce aradaki o çarpık perdeyi sökmek gerekiyor.

Bir gencin kafede oturması, kahve içebilmesi, restoranda yemek yemesi, meyhanede masa kurması, bilgisayar ve telefon alabilmesi, Play Station ile oynayabilmesi lüks değil; günümüz dünyasında zaten asgari bir yaşam ihtiyacıdır.

İnsanların barınma ve seyahat hakları doğuştan gelir. Ev ve araba alma haklarının ve imkanlarının olması lüks değil; asgari bir ihtiyaçtır. Hem de başlangıç ihtiyaçlarından.

Vatandaşların tatil yapabilmesi, başka ülkelere seyahat edebilmesi lüks değil; tam tersine günümüz teknoloji ve üretim ilişkileri içinde asgari bir ihtiyaçtır.

Oysa bugün bir kahve içmeyi, tiyatroya gitmeyi, bir araba almayı, telefon edinebilmeyi ve tatil yapmayı lüks gibi gösterip, maddi olarak da imkansız hale getirdiler. İnsanların ruhunu emerek sadece hayatta kalan biyolojik robotlara çevirdiler. İnsan, onuru ile mutlu yaşamayı, kendi olmayı hak eder. Mutsuz şekilde hayatta kalma çabası içinde ömür geçirmeyi değil.

Bugün, siz bu satırı okurken şu anda İngiltere’de bir genç maddi sıkıntı yaşamadan doktora yapıyor, Fransız bir genç Dünya Kupası izlemek için Katar’da bulunuyor, Alman bir genç yeni projesinin hibe onayıyla gülümsüyor, Norveçli bir genç arkadaşlarıyla birlikte tekne seyahatine çıkmak için hazırlık yapıyor. Oysa şu anda Türkiye’de gençlerin yüzde 80’i ise bu ülkelere gitme hayali kuruyor. Çünkü orada insanlar yaşıyor, burada hayatta kalıyor...

Bana göre yoksulluk, organize şiddettin en ağır biçimidir. İnsanda ve ülkede yarattığı tahribat; çürüme ve kötülüğe yol açıyor. Bir insanı yoksul bırakmak ona ve ülkeye yapılmış en büyük kötülüklerden birisidir.

İnsanlara şükür etmeyi, var olanlara yetinmeleri gerektiğini salık veren tiplerin yaşamlarına, pahalı otomobillerine, şatafatlı eğlencelerine, evlerine, yurt dışındaki tatillerine bir bakın. Orada bu kolektif yoksulluğa iknanın neden onlar için önemli olduğunun sırları açığa çıkıyor. Bir de bunun medya ayağı var. Bu yoksulluğun bahanesini hep bir düşmanda bulan ve bu propagandayı yapan. Bütün fedakarlığı halka yükleyip, kendi refahlarından asla taviz vermeyen bu güruh kadar mide bulandırıcı çok az şey var.

Fakirin derdi daha az olurmuş, yoksul insanlar aslında daha mutluymuş, çalan çırpan elbet cezasını bulurmuş, garibanlık imtihanmış, samanlık seyran olurmuş, bir ekmeği bölüşmenin hazzı zenginlerde olmazmış, sobada ısınmanın verdiği huzur yalılarda bile bulunmazmış, kimsenin ahı kimsede kalmazmış!

Öyle ya, kendisi bunların hiçbirini yaşamıyor. Bu ülkede herkesin yaptığı yanına kar da kalır, sen de ahınla ve fakirliğinle oturursun. Hastalanmak bile artık zengin işi olduğundan bir güzel kaderinle baş başa kalırsın. Onlar sağlıklı bir diyet için protein, vitamin ve besin dengesi içinde her şeyden yerken sen ise bir şeyden hep yemek zorunda kalırsın; bol bol karbonhidrat! Yani ekmek ve makarna.

Oysa bütün istatistikler gösteriyor ki zenginleşmiş kitlelerde büyüyen her çocuk daha fazla zengin olabiliyor, daha iyi eğitim alıyor, hinterlantları geniş olduğundan hemen iş bulabiliyor, daha sağlıklı yaşıyor, daha az hasta oluyor ve daha fazla mutlu yaşıyorlar. Kapitalizmin uydurduğu yoksulluğa övgü siyasal İslamcıların diliyle birleşince çok daha fena hale geliyor. 

ÖZ’etle, asgari ücretin ne kadar olduğu önemli değil. Alım gücünün olmadığı yerde rakamların anlamı yoktur.

Yaşıyor muyuz, hayatta mı kalmaya çalışıyoruz, önemli olan o. Çünkü yaşarsan kendine ait olabilme şansın olur, hayatta kalırsan başkasına ait olursun...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi