Emre Tansu Keten

Emre Tansu Keten

Yerinde sayan koşu: Beyaz yakalılık

Gain’de yayımlanan Slot, Medya yapımı üç bölümlük “Beyaz Yaka” belgeseli, sosyal medyada çokça konuşulan, sıkça dalgası geçilen beyaz yakalılık fenomenini, incelikli bir bakışla derinlemesine inceliyor. Bu konuda çalışan akademisyenler, halihazırda beyaz yakalı olarak çalışanlar, mavi yakadan beyaz yakaya terfi edenler, mesaiden bunalıp freelance çalışmaya geçenler, bu cendereden kaçıp Muğla’ya yerleşenler belgeselde kendi deneyimlerini aktarıyor.

Beyaz yakalıların sahip olduğu kültürel sermaye ve yaşamını şekillendiren bu ideolojik söylem, onun hayatını özgürleştiren değil, belirleyen bir yerde duruyor. Belgeselde de gördüğümüz gibi, yüksek olmayan bir maaşla, aynı anda Cihangir’de oturup, her hafta sonu isim yapmış mekânlara gidip, pahalı markalarla modayı yakından takip edip, her fırsatta pahalı tatil kasabalarına akın etmenin çok da özgürleştirici bir yanı yok.

Beyaz yaka, prekarya, kognitarya... Yeni dönemin, seneden seneye yaygınlaşan, yeni çalışma şeklini anlamak için birçok kavram ortaya atıldı. Marksist eleştirmenler, bu yeni çalışma düzeninin insanların hayatlarını nasıl etkilediğini, sömürüyü gizlemek için ne gibi taktikler uygulandığını araştırmaya daha çok vakit harcar oldu. Pandemiyle birlikte uzaktan çalışmaya geçilmesi ve uzaktan çalışma “şansına” sahip olanların, genel olarak beyaz yakalılar olması, bilgisayar başındaki emeğin bugününe ve geleceğine yönelik ilgiyi artırdı.

Gain’de yayımlanan Slot, Medya yapımı üç bölümlük “Beyaz Yaka” belgeseli, sosyal medyada çokça konuşulan, sıkça dalgası geçilen beyaz yakalılık fenomenini, incelikli bir bakışla derinlemesine inceliyor. Bu konuda çalışan akademisyenler, halihazırda beyaz yakalı olarak çalışanlar, mavi yakadan beyaz yakaya terfi edenler, mesaiden bunalıp freelance çalışmaya geçenler, bu cendereden kaçıp Muğla’ya yerleşenler belgeselde kendi deneyimlerini aktarıyor. İyi bir editörlük çalışmasının sonucu olarak üç bölüm boyunca, etraflıca araştırılmış, iyi bir şekilde kurgulanmış bir hikâyeyi izliyoruz.

Kutsal iş!

David Graeber, dünyadaki işlerin çoğunun insanlığa bir faydasının olmadığını ortaya koyduğu çalışması Tırışkadan İşler’de (çev. Burak Esen, Everest Yay., 2021) şöyle bir tespit yapar: İş temelli bir uygarlığa dönüştük ama üretken iş kavramını da kaybettik ve işi kendinde amaca ve anlama sahip bir şey haline getirdik” (s. 29). Yaptığımız işin sonuçlarıyla bağlantımızı kaybettiğimiz oranda, işin kendisini bir amaç olarak görme, işe bir kutsal olarak yaklaşma eğilimimiz de artıyor.

Belgeseldeki anlatımlar da bunu doğruluyor. Yaptığı işi neden yaptığını, işteki eylemlerinin nasıl bir süreci beslediğini pek bilmeyen beyaz yakalı, sürekli bir akış içerisinde, zihnini sadece işle dolduruyor. 7/24 bir iş yaşamı talep eden geç kapitalizm, internet vd. iletişim teknolojilerinin yardımıyla, çalışanın sürekli bir şekilde hayali bir ofiste hapsolmasını sağlıyor. Mavi yakalılıkta iş süresi bir mekânla ve bir mesai zamanıyla sınırlıyken, beyaz yakanın bütün yaşamı işle bütünleşik bir hale geliyor. Yani beyaz yakalıdan istenen sadece yetenekleri ve zamanı değil, bütün hayatı oluyor.

İllüzyonlar

Akademisyen Nevzat Evrim Önal’ın belgeselde belirttiği gibi, aslında kalifiye bir metal işçisi çoğu beyaz yakalıdan yüksek bir maaş alıyor. Buna rağmen neoliberal söylem, beyaz yakalıların, mavi yakalılardan sınıf olarak üstün olduğunu dikte ediyor ve bu ideoloji güçlü bir şekilde kabul görüyor. Sınıfı, işçinin üretim araçlarıyla olan ilişkisinden çıkartıp, eğitim ve kültürel sermaye varlığına/yokluğuna bağlayan bu söylem, maalesef solda da karşılık bulan, bir orta sınıf miti yaratıyor. Şirketlerdeki sonu gelmez çeşitlilikteki unvan ile çalışanların aslında bir aile/takım olarak kodlanması da bu miti güçlendiriyor. Sonuç olarak karşımıza kendisini işçi olarak görmeyen, sendikal örgütlenmeyi çağ dışı kalmış bir olgu olarak kabul eden büyük bir işçi kesimi çıkıyor.

Beyaz yakalıların sahip olduğu kültürel sermaye ve yaşamını şekillendiren bu ideolojik söylem, onun hayatını özgürleştiren değil, belirleyen bir yerde duruyor. Belgeselde de gördüğümüz gibi, yüksek olmayan bir maaşla, aynı anda Cihangir’de oturup, her hafta sonu isim yapmış mekânlara gidip, pahalı markalarla modayı yakından takip edip, her fırsatta pahalı tatil kasabalarına akın etmenin çok da özgürleştirici bir yanı yok. Sosyal medyada inşa edilen benliği beslemek için sürekli çalışmak zorunda olan, kendi imajının tutsağı olmuş bir yaşamdan bahsediyoruz.

Boş zaman kapitalizmi

Üstelik bu yaşamın yaratıcı ve özgün olma iddiası da bir sonuçsuzlukla malul. Belgesel bunu semtler üzerinden anlatıyor. Bir dönem Cihangir beyaz yaka için en güvenli ve cool semtken, burada kiraların artmasıyla, yeni gözde Bomonti olabiliyor. Bomonti de aynı değerlenmeyi yaşadığında, Kurtuluş ve Kadıköy yeni beyaz yaka semtleri olarak öne çıkıyor. İstanbul özelinde toplu bir beyaz yaka göçü yaşanıyor diyebiliriz. Aynı anda aynı semtler, aynı mekânlar, aynı tatil yerleri, aynı etkinlikler (doğu ekspresi) bir moda olup, bir gözden düşüyor. Beyaz yakalı, zaten çok az olan ve onu da iş’ten tam anlamıyla kurtaramadığı boş zamanını en “efektif” şekilde kullanmak için bir kaygıyla yükleniyor, ama tercih etmek zorunda olduğu, zaten önceden sınırları ve yolu yordamı çizilmiş içerikler, etkinlikler, ürünler oluyor. Boş zamanlar için çizilmiş rotaların, kültür endüstrisini zenginleştirmesi de cabası tabii.

Sonsuz rekabet

Belgeselde konuşan bir beyaz yakalı, “en güzel yaşlarımızı işte harcıyoruz” diyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, yeni çalışma düzeni sizden hayatınızı istiyor. Peki insanlar böyle bir çalışmaya nasıl ikna oluyor? Bunun cevabını konuşmacılar veriyor: rekabet ve ileride daha yüksek mevkilere ulaşma vaadi.

Neoliberal söylem, her insanın kendisini bir şirket gibi tasarlamasını, benliğini bir yatırım alanı olarak görmesini salık veriyor. Diğer çalışanların önüne geçmek, daha iyi unvan ve maaş kazanmak için durmadan çalışmalıyız. Durmadan çalışmak, sonu gelmez yöneticilerin gözüne girmek de yetmiyor, kendimizi de birçok alanda geliştirmeliyiz.

Bir yazılımı kullanma yetkinliğine sahipsek, başka bir yazılımı daha öğrenmek; başka bir dili daha konuşabilir hale gelmek için çabalamalıyız. Bu nedenle boş zamanlarımızın bir kısmını da kendimizi geliştirmeye adamalı, her saniyemizi kâr-zarar mantığı çerçevesinde kurgulamalıyız. Muğla’ya yerleşen eski beyaz yakalı şöyle diyor: “Sürekli koşturuyoruz, ama nereye koşturduğumuzu bilmiyoruz”.

Bu anlamda, rekabet ettiğimiz sadece diğer çalışanlar ya da istediğimiz işi kapma olasılığı olanlar değil, bizzat kendimiziz. Her gün kendimizi aşmak için uğraşıyoruz. Kişisel gelişim kitaplarında sıkça sözü edilen “potansiyellerimizi” ortaya çıkartmak için didinip duruyoruz. Bunun sonu ise ya depresyon oluyor, ya tükenmişlik sendromu (burn-out).

Graeber, tırışkadan işi şöyle tanımlıyor: “Tırışkadan iş, işi yapanın dahi bu iş bu yüzden elzem diyemediği ama istihdam koşulları gereği öyle değilmiş numarasına yatmak zorunda hissettiği, dibine kadar manasız, gereksiz yahut habis bir ücretli istihdam türüdür” (s. 43-44). Saatlerce süren fazla mesai, uykuda bile düşünülen iş, yüzlerce insanla kurulan iletişimin verdiği bıkkınlık, kendini yetersiz hissetmenin getirdiği tükenmişlik... Bunların yanı sıra, işe duyulan yabancılaşma. Beyaz yaka bir yaşamın vadettiği şeyler pek açıcı değil. Ama yaşamak için çalışmak zorundayız. Öyleyse, belgeselde de söylendiği gibi, koşulları değiştirmenin yollarını bulmamız gerek. Başlangıç olarak içerisine düştüğümüz illüzyonlardan kurtulup, yan yana gelmek, örgütlenmek iyi bir adım olabilir. Sonuçta, illüzyonlar dayanışma ve örgütlü mücadele ile daha kolay dağıtılabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Emre Tansu Keten Arşivi