“Zavallı Latin Amerika, Tanrı’ya Ne Kadar Uzak, ABD’ye Ne Kadar Yakın”*

ABD küresel bir güç haline geldikten sonra da bu kıtadan elini hiç çekmedi. Gerek bize sunulan Marshall Planı’nın bir benzeri olan “İlerleme İçin İttifak Programı” gibi uygulamalarla gerekse rejim değişikliği getiren darbelerle ABD’nin gölgesi her daim Latin Amerika’nın üzerine düşmüştür. Geçmişte komünizmle mücadele gayesiyle koşturdukları kıtada şimdilerde neoliberal politikaların kök salması için toprağı kanla suluyorlar.

Yeşil sahaların taçsız kralı Pele, büyülü gerçekçiliğin ustası Borges, “Up” animasyonuna ilham kaynağı olan Roraima Dağı ve tükürmeleriyle ünlü lamalar…Güney Amerika’yla ilgili bildikleriniz ne kadardır? Gelin bu hafta son zamanlarda Venezuela, Kolombiya(!) gibi ülkeleriyle gündemimizi işgal eden ancak bundan çok daha fazlasını ifade etmesi gereken bu kıtaya bir bakış atalım. 

                (Güney Amerika’nın tarihi çok daha öncelere, Pre-hispanik döneme kadar uzansa da biz yazıyı kıtanın kaderinde kırılmanın yaşandığı bir zamandan başlatalım.)

                Üç gemi 3 Ağustos 1492’de küçük bir İspanyol limanı Palos de Frontera’dan yelken açtı. En büyük olanın adı Santa Maria idi. Diğerleri ise Pinta ve Nina. Sancak gemisi olarak seçilen Santa Maria dünya tarihini sonsuza dek değiştirecek bir denizciyi, Amiral Kristof Kolomb’u taşıyordu. Gemicileri isyan noktasına taşıyan zorlu Atlantik seyahatinin ardından Kolomb ve adamları San Salvador Adası’na ulaşmışlardı.1 Sonuncusunu 1502’de gerçekleştirdiği üç Atlantik ötesi seyahatte de Kolomb bilindiği üzere keşfettiği bu toprakların yeni bir kıtanın parçaları olduğunu hiçbir zaman fark edemedi ve hiçbir zaman anakaraya ayak basamadı. İtalyan Amiral verdikleri destek karşılığında İspanya Kralı Fernando ve Kraliçe Isabel’e vadettiği altın ve diğer zenginliklere bir an evvel ulaşması gerekiyordu. Bu arzu bilinen dünyanın sınırlarını genişletmiş ve yüzlerce yıl sürecek kıyımlara, işkencelere, sömürülere kapıyı aralamıştır. Soğanlı mı soğansız mı olsun diye anketlere oy bastığımız menemenin domatesi, hamburger yanına yapıştırılan kızartmanın patatesi, yemek sonrası parlatılan bir dal sigaranın tütünü, bir statü göstergesi olan yeşil logolu malum kafenin tartışmalı kahvesi… bunlar ve daha birçoğu Kolomb’un bu keşifleri aracılığıyla hayatımıza dahil olmuştur. Yazar Charles C. Mann bu sürece “Kolomb Takası” adını veriyor ve ekliyor:

                “2 Ocak 1494'te, Amiral’in La Isabela’yı kurduğu gün doğan bebekler, engeller ve ayrımlarla dolu bir dünyaya geldiler… Bu bebeklerin torunları olduğunda, Afrikalı köleler Amerika kıtasında Çin'e satılacak gümüşü çıkarıyor, İspanyol tüccarlar Asya'dan Meksika'ya ipek ve kaliteli seramiklerin en son sevkiyatlarını sabırsızlıkla bekliyor, Hollandalı denizciler Afrika'nın Atlantik kıyılarındaki insanları Hint Okyanusu'ndan çıkarılan deniz kabuklarıyla takas edip köleleştiriyor ve Karayipler’den gelen tütün Avrupa'dan Filipinler’e kadar varlıklı ve güçlü şehirlerin üzerine büyüsünü salıyordu.”2 

Yerlilerin gözyaşları

Mann “Kolomb’un seferi, Yeni Dünya’nın keşfini değil, şu an içinde yaşadığımız yeni dünyanın yaratılışını ilan etti.” derken haklıydı. Zira Kolomb’un ilk seyahatinden sonra dünya, çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Ve yeni Dünya’nın keşfi Avrupalı devletlerin iştahını o kadar kabarttı ki zamanında Kolomb’a destek vermeyen Portekiz bile bu paylaşımda en büyük payı kapmaya çabaladı. İspanya ve Portekiz arasında süregiden bu anlaşmazlığa Papa’nın da dahil olmasıyla 1494’te iki devlet arasında Tordesillas Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Atlas Okyanusu’nda bulunan Cape Verde adalarının 370 fersah batısından geçen bir merdiven çizildi ve bu meridyenin batısı İspanyollara, doğusu ise Portekizlilere bırakıldı. Süreç başta İspanyollar için oldukça kârlı işliyordu. 1503 ile 1660 arasında Sevilla’ya gönderilen 185.000 kilo altının çoğu bugün Kolombiya olarak bildiğimiz “Castilla de oro” bölgesinden elde edildi. Yine aynı yıllarda Amerika’dan Sevilla’ya nakledilen 3,5 milyon kilo civarındaki gümüşle de Avrupa’nın gümüş rezervi üç katına çıkartıldı.3

                Başta İspanya olmak üzere Avrupa’nın kasasına dolan bu zenginliğin perde arkasında ise kelimenin tam anlamıyla bir vahşet yatıyordu. 1512’de Yeni Dünya’ya atanan ilk papaz olan Bartolameo de las Casas Küba Adası’nın büyük katliamlarla fethedilişine ve bu fethe direnen yerli lideri Şef Hatuey’in diri diri yakılışına şahitlik etti. 1515’te İspanya’ya dönerek tüm gücüyle Yeni Dünya’da yapılan bu katliamları anlatmaya çabaladı. 1520’de İspanya Kralı V. Carlos’u köleciliği yasaklayan bir yasa çıkartma konusunda ikna etse de uygulama da ne yazık ki çıkarları zarar gören toprak sahipleri/yöneticilerinin kışkırtmasıyla arzu edilen sonuca ulaşamadı. Hatta bir Dominiken papaz, Casas’ın çabalarına karşı İspanyol yetkililere sesleniyor ve yerlilerin çektikleri acıların günahlarının bedeli olduğunu ve yerlilerin hayvana yakın yaratıklar olduğunu ifade ediyordu.4

                16 Kasım 1532’de Güney Amerika’yı keşfedip sömürme amacındaki Francisco Pizarro ve emrindeki 168 İspanyol asker 80.000 askerden oluşan dev askerî güce sahip İnka İmparatoru Atahualpa’nın karşısına çıkmış ve tarihe Cajamarca Çatışması olarak geçen bu olayda İnkaların sayı üstünlüğüne karşın Pizarro’nun elinde at ve tüfeğe sahip az sayıdaki askeri çatışmayı kazanmıştır. İspanyolların elindeki teknik üstünlük sonucu yedi binden fazla yerli savaş alanında can vermiş, İmparator Atahualpa ise esir alınmıştır. Pizarro bu esaretin bitmesi için 5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre yüksekliğindeki bir odayı dolduracak kadar altını fidye olarak almış ancak yine de İmparator’u öldürmüştür.5

                Başta İspanyollar olmak üzere farklı güçlerin sömürüsüne ve katliamlarına sahne olan Güney Amerika için Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano “Bizim bugün Latin Amerika diye adlandırılan toprağımız, kendini hep kaybetmeye adamış durumda. Rönesans Avrupalılarının dişlerini boğazımıza geçirmek üzere okyanusa atıldıkları uzak çağlardan beri böyle bu…Kesik damarların kıtasıdır Latin Amerika. Keşfedildiği gün- den beri burada her şey, önce Avrupa, daha sonra da Kuzey Amerika sermayesine dönüşmüş ve o uzaktaki iktidar merkezlerinde öylece birikmiştir, öylece birikmektedir.” sözleriyle kıtanın makûs tarihini özetlemektedir.6

Anayurdun babası

Bu büyük kıtanın uyanışı ise ancak yüzyıllar sonra gerçekleşebilecektir. 24 Haziran 1783’te bugün dost ülke(!) Venezuela’nın başkenti olan Caracas’ta dünyaya gelen Simon Bolivar yıllar sonra milyonlarca insanın umudu olacak, Padre de la Patria (Anayurdun babası) olarak anılacaktı. Ancak Bolivar da benzerlerinde olduğu gibi üzerinde çokça tartışılan tarihi kişiliklerinden biri olacaktır. Kimi onu büyük bir devrimci olarak görmüş, kimi Güney’in Washington’u olarak adlandırmış, kimisi ise yılmaz bir özgürlük savaşçısı olarak nitelendirmiştir. Karl Marx’ın ise onun için “Sahtekâr, dönek, fesat, yalancı, korkak ve çapulcu” dediği rivayet edilir ki bunu Marx’ın Bolivar hakkında yeterli bilgi sahibi olmamasına bağlandığı söylenir. Yalnız emin olunan bir şey varsa da o da Simon Bolivar’ın Latin Amerika’nın özgürleşmesinde büyük bir etkiye sahip olduğudur. 

                Yedinci kuşak Amerikalı olan Simon Bolivar 1589’da İspanya’dan Venezuela’ya gelen Bolivar ailesinin bir üyesiydi. O bir kreol yani sömürgede doğmuş Avrupalı’ydı. Ailesi yaşadığı bölgenin zengin ve ileri gelenlerindendi ve aynı zamanda Cabildo (kreollerden oluşan kent meclisi) üyesiydi. Bolivar’ın yaşadığı dönemde Latin Amerika coğrafyanın yarattığı farklılıklar ve parçalanmışlıkların yanında toplumsal yönden de çok parçalı bir yapıya sahipti. Toplumsal tabakanın en üstünde yönetim kademesinde bulunan İspanyol yöneticiler vardı. Onun altında kreoller yer alıyordu. Daha aşağıya doğru ise mestizolar (yerli-beyaz melezi), mulattolar (siyah-beyaz melezi), zambolar (siyah-yerli melezi) ve Blancos de orilla’lar (soyu şüpheli olanlar) sıralanıyordu. Bir de pardolar vardı ki beyaz olmayan özgür insanlar olarak adlandırılan bu grubun bir toplumsal sınıf olarak kabul edilmediği de oluyordu. İşte Bolivar böylesine parçalanmış bir dünyanın içine doğdu. Yaşadıkları, kafasında bazı fikirlerin tohumlarını atmış olmalı. 18 yaşında evlenip üç ay sonra karısını kaybetti. Bu durum belki de Bolivar’ın geçireceği değişimin kapısını araladı. 1804-1806 yılları arasında Avrupa’da geçirdiği bohem yaşam bir yandan da aklındaki fikirlerin olgunlaşmasını sağlıyordu. Bu dönemde ünlü doğabilimci ve kâşifHumboldt ile tanıştı. Napoleon’un tac giyme törenini canlı izledi. Yaşamının geri kalan yıllarında da olduğu gibi, bol bol Montesquieu, Rousseau, Hobbes, Spinoza, Helvetius, Holbach ve Hume okudu. 1805’te Roma’da arkadaşlarının huzurunda aşağıdaki yemini etti:

                “Sizin önünüzde, atalarımın Tanrısı üzerine, babalarımın üzerine, şerefimin üzerine, ülke üzerine yemin ederim ki İspanyol iktidarının bizi ezen zincirlerini kırmadan ne bedenim ne de ruhum huzur bulacaktır.”

                Kırk yedi gibi erken bir yaşta vefat etse de Kolombiya, Venezuela, Ekvador ve Peru’nun İspanyollardan bağımsızlığını kazanmasını sağladı. Diğer Latin Amerika ülkeleri içinse bir umut önderiydi. İspanyollara karşı bağımsızlık elde edebilmek için savaşlarla, çatışmalarla, suikast saldırılarıyla geçen zorlu yaşamında halkın cehaletinin ve itaatsizliğinin yanı sıra ırklar arası savaşlarla da mücadele etmek zorundaydı. Bir mektubunda şöyle yazıyordu: “İspanyol kuvvetlerinin büyük kısmı Venezuelalılardan oluşuyor…Amerikan kanı Amerikalılar tarafından dökülmeye devam ediyor. Amerika’nın çocukları bağımsızlığın en sert düşmanları arasında.”7

Cumhuriyet değerlerine ve aydınlanmaya inansa da İspanyollara karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde en büyük ihtiyaçlarından birinin, güçlü ve merkezî otorite olduğuna inanıyordu. Mücadelesini inceleyen kimi uzmanlar Bolivar’ın liberal bir çizgiyi takip etse de kimi tavır ve düşüncelerinin muhafazakâr, pragmatist ya da otoriter izler taşıyabildiğini ifade etmektedir. Ancak Bolivar’ın kafasındakileri gerçeğe çevirmesi dönemin şartları içinde çoğu zaman mümkün olmuyordu. Örneğin köleliği kaldırmak için verdiği büyük mücadele hiçbir zaman istenilen düzeyde bir etki yaratamadı. Bir keresinde bu durumla ilgili şöyle bir serzenişte bulunuyordu: “Kolombiya'daki rütbe, makam ve servet kaynaklı aristokrasi, nüfuzu, küstahlığı ve halkı ezmesi bakımından Avrupa daki unvan ve soy kaynaklı en despot aristokrasilere taş çıkartır. Bu aristokrasinin saflarında din adamları, münevverler, avukatlar, rütbeli askerler ve zenginler bulunuyor. Özgürlükten ve yasalardan bahsediyor olabilirler ama bunları sadece kendileri için istiyorlar, halk için değil. Halkın bu sefer de kendi çizmeleri altında ezildiğini görmekten memnunlar. Ayrıca eşitlik de istiyorlar ama üst sınıflarla eşitlik istiyorlar, alt sınıflarla değil. Tüm özgürlükçü nutuklarına rağmen, alt sınıfların daima serf olarak kalmasını tercih ediyorlar.” 

                Nihayetinde Bolivar İspanyol sömürgesinden kurtardığı Venezuela, Kolombiya, Ekvador ve Peru’dan oluşan Büyük Kolombiya’yı kurdu. Kendi adıyla anılan Bolivya’nın anayasasını bizzat kendisi kaleme aldı. Ancak verdiği tüm uğraşlara rağmen kurduğu birlik uzun ömürlü olmadı. 1827’den itibaren Büyük Kolombiya dağılmaya başladı ve kimilerine göre büyük hayalinin yıkılışını izleyen Bolivar buna daha fazla dayanamayıp 17 Aralık 1830’da veremden yaşamını yitirdi.

“Bizim çocuklar” devrede!

                Bolivar sonrası Latin Amerika’yı farklı zorlu süreçler bekliyordu. Kuzeyde giderek güçlenen ABD’nin ayağının dibinde olmak kıtayı farklı bir evreye sürüklemiştir. Akademisyen Esra Akgemci’ye göre ABD’nin küresel bir güç haline gelmesinde Latin Amerika önemli bir eşiktir: “1903’te Panama Kanalı’nın Kolombiya‘dan ayrılmasının ardından Panama Kanalı’nın inşaatı ABD’nin kontrolüne geçmiş, 1914’te açılan kanal ABD’nin Karayip Denizi’ne hakim olmasını sağlamıştır. 1912’de Nikaragua, 1914’te Haiti, 1916’da Dominik Cumhuriyeti, 1917 ve 1922’de Küba’ya yapılan müdahaleler bölgedeki Amerikan he Goman yasına güçlendirmiştir. Bu açıdan bölgenin ‘Arka bahçe’den ziyade ABD’yi dünya tarihinde yavaş yavaş yükselten bir basamak haline geldiğini söyleyebiliriz.”8 

                ABD küresel bir güç haline geldikten sonra da bu kıtadan elini hiç çekmedi. Gerek bize sunulan Marshall Planı’nın bir benzeri olan “İlerleme İçin İttifak Programı” gibi uygulamalarla gerekse rejim değişikliği getiren darbelerle ABD’nin gölgesi her daim Latin Amerika’nın üzerine düşmüştür. Geçmişte komünizmle mücadele gayesiyle koşturdukları kıtada şimdilerde neoliberal politikaların kök salması için toprağı kanla suluyorlar. 

                Uruguaylı şair Mario Benedetti “Fransız asaleti/ Ve İsveç Akademisiyle/ Amerikan sosları/ Ve İngiliz anahtarıyla/ Füzesi ve ansiklopedileriyle/ Yıldız savaşları/ Ve müreffeh günahkarlığıyla/ Ve tüm o şöhretli gürültüsüyle/ Hüküm sürer Kuzey,/ Lakin aşağılarda bir yerlerde/ Derinlerde, köklerde/ Hafızanın dehlizlerinde/ Hiç kimsenin unutamayacağı/ Ve hiç kimsenin ölmeyeceği/ Ve hiç kimsenin yaşayamayacağı/ Ve böylece hep birlikte/ Mucizelerin yaratılacağı/ Bir yer var:/ Bu dünyada güneyde var.” Diyordu.

                Tüm yaşadıklarına rağmen evet bu dünyada güney de var, Che Guavera’dan Castro’ya, Pinochet’ten Chavez’e farklı liderlerin sahne aldığı, yaşama uğraşısından hiç vazgeçmeyen insanların kıtası.

Tanrıya uzak, ABD’ye yakın. 

*Meksika Devlet Başkanlarından Porfirio Diaz’a ithaf edilen bir söz

1Peter Aughton, Dünyanın Çehresini Değiştiren Seyahatler, İş Bankası Yayınları

2Thomas C Mann, 1493: Amerika’nın Keşfinden Küreselleşmeye Kısa Dünya Tarihi, Epsilon Yayınları

3Eric R. Wolf, Avrupa ve Talihsiz Halklar, İş Bankası Yayınları

4Bartolomé de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi, İmge Kitabevi

5Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Pegasus Yayınları

6Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik damarları, Çitlembik Yayınları

7John Lynch, Simon Bolivar, İş Bankası Yayınları

8Esra Akgemci, Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür, İletişim Yayınları 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi