Bilim, insanın soru sormasıyla başlar!

Bilim, insanın soru sormasıyla başlar!
Hocam, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, insan dünyasını da onun içinde Türkiye coğrafyasını da bir “sosyal-kültürel sistem” olarak kavramıştır. Bu çerçevede kültürel değişim, toplumsal dinamizm ve bunlara bağlı sorunlar,...

Hocam, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, insan dünyasını da onun içinde Türkiye coğrafyasını da bir “sosyal-kültürel sistem” olarak kavramıştır. Bu çerçevede kültürel değişim, toplumsal dinamizm ve bunlara bağlı sorunlar, gerilimler, çatışmalar üzerine kafa yormuş, çalışmış, araştırmalar yapmıştır. Bir insan ve kültür bilimci olarak “kültürün doğası”nı iyi çözümlemiş olmasıyla da bağlantılı şekilde özcü değil “sentezci” tezler, öneriler, iddialar üretmiştir. Bunları herkesin birbirine hınçla, nefretle, düşmanlıkla baktığı bir beşerî-tarihsel coğrafyada tam da antropolojinin ilkesel gereği olarak “karşılaştırmalı ve bütüncü” bir motivasyonla paylaşmış, tartışmaya açmıştır.

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç

1970’ler sonu-80’ler başında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrenimimi sürdürürken antropolojide gelecek arayıp aramama noktasında zihnimin gelgitlerle dolu olduğu bir aşamada Bozkurt Güvenç’in ilk baskısı 1972’de yayımlanmış kitabı İnsan ve Kültür’ü ilk elime alıp, kitabın bu yazımızın başlığına da referans teşkil eden ilk cümlesini okuduğumda, işte o zaman kararımı verdim: Antropoloji denilen “bilim ve düşünce coğrafyası”nda kalacaktım!..

Bozkurt Hoca’nın bugün aradan yarım asır geçmesine rağmen, elbette zamanın akışında yorgun düşmüş olsa da “telif”, yani yerli bir antropolojiye giriş kitabı olarak hâlâ capcanlı, pırıl pırıl yapıtı İnsan ve Kültür’ün o açılış paragrafı şöyledir:

 “Bilim, İnsanoğlu’nun soru sormasiyle başlamıştır, denilebilir. Üzerinde yaşadığımız dünya ve evren üzerine sorulan ‘geçerli’ sorulara verilen ‘güvenilir’ cevaplardan doğal bilimler; İnsanoğlu’nun kendisiyle ilgili ‘geçerli’ sorulara verdiği’ güvenilir’ cevaplardan ise sosyal-beşeri bilimler doğmuştur. Bilimlerin gelişmesinde geçerli (yani cevaplandırılması mümkün) olan sorular az değiştiği halde, güvenilir (doğru) cevaplar sürekli olarak değişmektedir” (İnsan ve Kültür, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, 1972, s. 3)

Bilimin ne olduğu, bir kuyumcu titizliği ile seçilmiş, dizilmiş ve “yapılandırılmış” sözcükler eşliğinde ancak bu kadar sade ve açık anlatılabilir! Dolayısıyla burada “mimarlık” devrededir!.. Ve evet, Bozkurt Hoca mimardır. Ama o, mimarlık (ve de mühendislik) altyapısını, kültürü “ölçme-değerlendirme”, inceleme-çözümleme, anlama-açıklama yolunda işe vurmuştur.

Bozkurt Hoca, “kültürün mimarı”dır.

Bir sosyal-kültürel sistem” olarak Türkiye  

1943’te İTÜ’de başladığı üniversite eğitimini, devlet bursuyla gittiği ABD’de Georgia Tech ve MIT’de mimar-mühendis olarak tamamlayıp (1950) Türkiye’ye dönen ve aldığı bursun karşılığını vermek üzere T.C.D.D bünyesinde çalışan; ardından serbest mimarlığın yanı sıra Yıldız Mühendislik-Mimarlık Akademisi ve Darüşşafaka Lisesi’nde öğretmenlik-yöneticilik yapan Bozkurt Güvenç’in antropoloji ile tanışması, 1962’de (tam da benim doğduğum yıl!) ABD’ye tekrar gittiğinde Columbia Üniversitesi’nde gerçekleşir. Bundan sonra o, bir cevher niteliğindeki mimarlık birikimini antropoloji dolayımıyla insanın kültürel varlık alanı üzerine çalışmalara hasredecektir.

Bozkurt Hoca’nın mimarlık altyapısının hayranlık verici incelikle nasıl bir çözümleme farkı yarattığını da onun erken dönem başyapıtlarından bir diğeri olan Sosyal ve Kültürel Değişme kitabı (Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1976) çarpıcı şekilde örnekler.  Aslında iyi bir sosyal-bilimci olmak için güçlü bir matematik altyapısına sahip olmanın önemini de bu kitabı okudukça anlarsınız.

Bozkurt Hoca, insan dünyasını da, onun içinde Türkiye coğrafyasını da bir “sosyal-kültürel sistem” olarak kavramıştır. Bu çerçevede kültürel değişim, toplumsal dinamizm ve bunlara bağlı sorunlar, gerilimler, çatışmalar üzerine kafa yormuş, çalışmış, araştırmalar yapmıştır. Bir insan ve kültür bilimci olarak “kültürün doğası”nı iyi çözümlemiş olmasıyla da bağlantılı şekilde özcü değil “sentezci” tezler, öneriler, iddialar üretmiştir. Bunları herkesin birbirine hınçla, nefretle, düşmanlıkla baktığı bir beşerî-tarihsel coğrafyada tam da antropolojinin ilkesel gereği olarak “karşılaştırmalı ve bütüncü” bir motivasyonla paylaşmış, tartışmaya açmıştır.

Kültürel sınırlar, millî sınırlara sığmaz!

Prof. Güvenç’in antropolojiye borcunu ödediği kitabı İnsan ve Kültür ise doğup büyüdüğü ve yetiştiği bu topraklara borcunu ödediği çalışması da Türk Kimliği – Kültür Tarihinin Kaynakları (Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993) kitabıdır. İşte bu kitabında o, yukarıda sözünü ettiğim bütüncü/sentezci yaklaşımının sonucu olarak, aslında bugün içerisine düştüğümüz kültürel kimlik sorunu ve krizini aşma yolunda da dikkate, tartışmaya değer çözüm önerilerini tamı tamına 30 yıl önce kamuoyuna sunmuştur. Farklı ve birbirine karşıt, daha doğrusu “birbirini yiyen” (Orta-Asyacı; Osmanlı-İslamcı; Anadolucu; Batıcı/Batılılaşmacı) tarih/kültür/kimlik savunularının bir sentezinin, elbette çağdaş dünyada bu coğrafyanın sosyopolitik karşılığı olarak doğuş bulmuş Cumhuriyet bünyesinde el ve gönül birliğiyle geliştirilmesinden yana bir çırpınıştır bu kitap…

Aslında bu kitabın ilk ipuçları da onun okurla buluşmasından 20 yıl önce İnsan ve Kültür’de şu şekilde içkindir:

“Tarih ve dil bakımından, Türkiye bir Doğu (Asya) kültürüdür. Türk Tarihinin ve Türk Dilinin kaynakları Doğudadır. Türkler, bin yıla yaklaşan bir süredir Anadolu’ya yerleştikleri için, Orta-Doğu kültür alanına girmişlerdir. Akdeniz kıyısındaki yerleşmeleriyle Akdeniz Kültürü’nün; Müslüman oldukları için İslâm Kültürü’nün üyesi sayılırlar. Nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşadığı ve tarım teknolojisiyle hayatını kazandığı için, Türkiye bir tarım ülkesi (kültürü) dir. Öte yandan, Avrupa Konseyi’ne üye olan ve Ortak Pazar’a girmek isteyen Türkiye, ekonomik bakımdan Batı Avrupa Kültürü’ne katılmağa hazırlanmaktadır. Bunlardan hangisi ‘asıl’ Türk kültürüdür? Hepsi ve tek tek hiç birisi! Şöyle ki: Dilimiz, Orta Asya’da konuştuğumuz Türkçe’den; dinimiz, Arap İslamlığından; teknolojimiz İran ve Irak tarımından; Akdeniz ve Ege kıyılarımız Akdeniz’den; Trakya’mız Balkan’lardan; ekonomimiz ve demokrasimiz üyesi olmaya çalıştığımız Batı Avrupa örneklerinden farklıdır.

İşte bütün bu farklı yanları ve özellikleriyle, Türk kültürü yine de kendine benzeyen bir bütünlük gösterir. Kültür’ün bütünleyen ve birleştiren gücü, giderek, farklı kaynaklardan yeni sentezler yaratır. ‘Kültür sürekli bir oluştur’ önerisiyle anlatılmak istenen süreç budur. Geriye yine de milli sınırlar kalıyor –çağdaş Türk kültürünü tanımlamak için. İşte ‘milli kültür’ deyimiyle çizilen sınırlar bunlardır. Ancak hatırlamak gerekir ki, milli sınırlar kültürel sınırları kesinlikle belirlemez. Kültürel sınırlarımız, dil’de Doğuya, din’de Güneye, töre’de Tarihin derinliklerine doğru (Osmanlı’ya, Selçuklu’ya, Bizans’a, İyonya’ya, Frikya’ya ve Etiler’e) siyaset ve ekonomide Batı’ya doğru uzanmaktadır” (İnsan ve Kültür, 1972, s. 115).

Bozkurt Hoca, bu yazdıklarını bu ülkenin insanlarına, aydınlarına, siyasetçi ve bürokratlarına tane tane anlatmaya ömrünü verdi. Bugün bile içinde bulunduğumuz kültür-temelli ideolojik/siyasi kutuplaşmalardan, bu bakımdan paramparça olmuşluktan çıkış yolunda, yaşadığımız yurdun varlık/varoluş birikimine Hoca’nın on yıllar önce önerdiği böylesi bir perspektiften bakmanın elzemliği, gerekliliği, zorunluluğu inkâr edilebilir mi?!..

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç Anması, İstanbul-TESAK, 13 Aralık 2023 (Soldan sağa: İlhan Tekeli, Haluk Özen, Aydın Köksal, Gözde Mirza, Tayfun Atay, Akile Gürsoy)

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç Anması, İstanbul-TESAK, 13 Aralık 2023 (Soldan sağa: İlhan Tekeli, Haluk Özen, Aydın Köksal, Gözde Mirza, Tayfun Atay, Akile Gürsoy)

Ebediyette 5’inci yıl

Türkiye’de sosyal-kültürel antropolojinin kurumsallaşması, kamusal ilgiye açılması ve popülerleşmesinde öncü rol üstlenmiş ve bana antropolojinin hem bilgisini kazandırmış hem sevgisini aşılamış hem de mesleki anlamda kapısını aralamış hocam Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’i 10 Aralık 2018’de ebediyete uğurladık. Geçen pazar günü hocamın tam da 5’inci ölüm yıldönümüne denk gelmekteydi, ama ne yazık ki başka birtakım angajmanlar sebebiyle o anlamlı günde bir anma yazısı kaleme pb alma imkânı bulamadım.

Bu hafta bir yandan geç de olsa bir telafi arzusu ve ümidiyle bu yazıyı sunuyorum. Ama diğer yandan da yazmamı teşvik eden kayda değer iki önemli olay, hafta içinde gerçekleşti: 13 Aralık Çarşamba günü İstanbul’da Kadıköy Belediyesi bünyesinde Tarih-Edebiyat-Sanat Kütüphanesi (TESAK) toplantı salonunda Bozkurt Hoca için düzenlenen anma etkinliğinde ailesi, dostları, meslektaşları, öğrencileri ve sevenleri olarak bir araya geldik. Kürsüde Prof. Dr. İlhan Tekeli, Prof. Dr. Aydın Köksal, Prof. Dr. Haluk Özen, Dr. Gözde Mirza ve ben, Bozkurt Güvenç’in antropoloji için, bilim için, eğitim için, Türkiye için, insanlık için söylemiyle-pratiğiyle katkısını farklı açılardan değerlendirmeye çalıştık. Bu etkinlikle eşzamanlı mahiyette, hanidir sabırsızlıkla beklediğimiz Kültürün Mimarı: Bozkurt Güvenç’e Armağan (Nobel Yayıncılık, 2023) kitabı da şahane bir sürpriz olarak elimize tutuşturuldu!

Hem bu çok değerli eserin ortaya çıkmasına hem de anma etkinliğinin gerçekleşmesine cânı gönülden öncülük edip emek harcamış kıymetli hocamız ve Bozkurt Hoca’nın sevgili öğrencisi Prof. Dr. Akile Gürsoy’a buradan bir kez daha şükranlarımı sunmayı borç biliyorum!..

Öğretmenlik, ebedi öğrenciliktir!

Ben Bozkurt Hoca’dan, hayata değmeyen bilginin kazanılamayacağını öğrendim.

Dolayısıyla hayatı üniversiteye, üniversiteyi de hayata taşımanın zorunluluğunu öğrendim.

Ve bunlarla bağlantılı olarak, öğretmenliğin de ebedi öğrencilik olduğunu öğrendim.

Kıymetli hocamı Özdemir Asaf’ın şu dizeleriyle özdeştirerek, anısı önünde sevgiyle, saygıyla, özlemle eğiliyorum:

“Sevgiye var olduk sevdik sevildik

 Kavgalara girdik öldük dirildik

 Bir anlam fırını içinde piştik

 Anlamlı güzeli sever gideriz.”