EVE DÖNÜŞ
Hayatın koşuşturmacasında ev dediğin yer hepimizi koruyan bir duvarlar bütünü idi; buluştuğumuz, temizlendiğimiz, karnımızı doyurduğumuz, dinlendiğimiz. Artık daha fazlası olmak durumunda
Evinde o kadar az zaman geçiriyordun ki, artık nerede ise çocuklarını uyanıkken görmez olmuştun; okula gidecekleri için erken yatıyorlardı çünkü. Eşin ile yemeği, faturaları veya ertesi günün programını konuşmak, işten geldiğin bir günün akşamında yapılması gereken günlük ve sıkıcı bir görevdi. Herkes kendi köşesine çekiliyordu sonra; sen güçlü bir savaşçı olup dünyaları kurtardığın, karın ise romantizmi doruklarda yaşadığı dizilerde ve filmlerde kayboluyordunuz saatlerce.
Hafta sonu gelip de bir park-kafe kombinasyonunda veya alışveriş-oyun parkı- sinema üçlüsünde sosyalleşinceye kadar, ev ve aile ilişkin böyle tekdüze bir hal almıştı. Elbette sıkılıyordun ama hayat buydu; çocuklar dahil herkes yorgundu.
Benim gibi bir ailen yoksa, eve gelmek daha da anlamsızdı bazen. Geceleri ekran karşısında yorgunluktan tükenmediğin zamanlarda, bir arkadaş ile iş çıkışı bir şeyler içmek, spora gitmek, birkaç kültür ve sanat etkinliği her zaman daha faydalı idi.
Gecenin bir saatinde nerede ise artık otel olarak kullandığın evine gelince ilk yaptığın kedinin maması ve suyunu kontrol etmek, çöpü dışarı çıkarmak, evin bazı yerlerine hiç uğramadan doğru yatağa koşmak olurdu çoğu kez. Sosyalleşmenin boyutu gece hayatı ile karıştıysa belki evine birkaç günde bir bile uğruyordun kim bilir kimi zamanlarda. İster ailenle yaşa ister yalnız, bir evin vardı mutlaka. Sen hayata karışmış sürüklenirken, bu evde tamir edilecekler, eksikler, boyası gelmiş duvarlar, eskimiş kanepeler bekler dururdu; hep uygun bir zamanı.
Hayatın koşuşturmacasında ev dediğin yer hepimizi koruyan bir duvarlar bütünü idi; buluştuğumuz, temizlendiğimiz, karnımızı doyurduğumuz, dinlendiğimiz…
Koşturmacalarımız arasında geçici bir durak gibi değil de tüm zamanımızı geçirdiğimiz bir mekân olunca o dört duvarın arası, duştaki nemli tavan, pek de iyi çalışmayan musluk, kenarları açık kalan perde batmaya başladı tabi. Pandemi ile birlikte eve kapatılınca, mesela pek de kullanmadığımız için fonksiyonel olup olmadığını tam bilemediğimiz mutfağımızın, Fransız balkonu denilen ve aslında olmayan balkonun önemini fark ettik. Olmayan çalışma masası, iyi çekmeyen internet…hepsi ama hepsi rahatsız edici olmaya başladı.
Sahici bir yaşama başladık öncesinde uğradığımız bir yer olan evlerimizde. Onu unutmuştuk ve yeniden hatırladık. Kimimiz kahve müptelasıydı ama evinde kahve yapacak eşyası yoktu. Kimilerinin evi ailelerince işgal altındaydı, bilgisayarını koyacak tek bir masa bulamadı.
Pandemi ile birlikte eve kapatılınca, pek de kullanmadığımız için fonksiyonel olup olmadığını tam bilemediğimiz mutfağımızın, Fransız balkonu denilen ve aslında olmayan balkonun önemini fark ettik. Olmayan çalışma masası, iyi çekmeyen internet... Sahici bir yaşama başladık öncesinde sadece “uğradığımız” bir yer olan evlerimizde. Onu unutmuştuk, yeniden hatırladık
EV KELİMESİNİN KÖKLERİ
Ev kelimesi farklı kültürlerde çok farklı köklerden gelse de aslında tüm bu farklılıkların etimolojik yolu belli başlı birkaç kavramda birleşiyor. Dilimizdeki kayıtlarda ilk olarak Orhun yazıtlarında rastlanan Eb kelimesinin kökeni oba, yani öbekler halinde gezen göçebe topluluklarına işaret ederken, bu kelimenin Moğolcada tümsek anlamındaki obuy kelimesinden geldiği düşünülüyor. Batı dillerinde de home/ house anlamındaki ev kelimesinin kökeni, hill yani yine tepe. Yüksek yerlerin ilk kez yerleşik hale geçen insanlar için önemi var; çünkü yüksekte daha iyi korunmak üzere buralarda kaleler yapıyorlar. Arapçada ev kelimesinin eş anlamlısı olan dar kelimesi, çevrelemek veya sonradan evrildiği hali ile bir kabın hacmi, kütlesi olarak kullanılırken; Sanskritçede ona benzeyen ve towr kökeninden gelen tara da yine yüksek (yer) demek. Sonraları yıldız ve tanrı anlamlarında karşılaşılsa da ilk kullanımı yüksekte yaşayan insan büyük ihtimalle.
Görüldüğü gibi çok uzaklara gitsek de ev sığındığımız ve korunduğumuz yer özetle. İtalyanca’da domus demek olan evin kökeni ise Asya’dan Latinceye kadar uzanan bir yolculukta hep aynı yere çıkıyor. Kelimenin kökeni olan kei, eğilmek, uzanmak demek. Artık Türkçeye de aynen geçen bir kelime olan domestik, yani evcil kelimesi, domus kelimesinin de akrabası. Buradaki evcilleşme, yerleşik hayatı temsil ettiği gibi, sonraki yıllarda bazı felsefeciler tarafından kişisellikle bağdaştırılacak, evin kişinin kendine ait alanı olduğu düşüncesi kendine yer bulacaktır.
MEKÂNIN POETİKASI
Ev hakkında kaleme alınmış belki de en kapsamlı eser olan Mekânın Poetikası’nda yazar Gaston Bachelard, evi salt bir nesne olarak ele alamayacağımızdan bahseder. Ev, kişisel evrenimiz, bu dünyaya kök saldığımız köşemizdir. Yazara göre evin sunduğu en değerli lütuf, onun düşlerimizi de barındırmasıdır; burada düşler derken tüm yaşanmışlıklara, alışkanlıklara, anılara, hafızamızla bütünleşmiş mekânsal öğelere değinir aynı zamanda yazar. Bu konuda bir başyapıt olarak nitelendirebileceğimiz bu eserin sayfalarında dolaşırken, psikanalize dalıp, örneğin evin dikey olduğu, her zaman aşağıdan yukarı doğru yükselen bir imgeye sahip olduğu tezi ile karşılaşabiliriz. Kelimenin kökeninin yükseklerdeki kalelerde başlayan yerleşik hayattan geldiğini düşünürsek, bu bilinç altı kodlama çok da anlamsız olmaz. Buradan belki yatay ve dikey kentleşmeye kadar uzanabiliriz de. Evlerimize kapandığımız bu günlerde, hiç okumadıysanız başlamak, ya da yeniden okumak için harika bir gezinti sunar bize Mekânın Poetikası.
Kiminin evi kulübedir, kimininki ise saray. Yaşam akışımız içerisinde ulaşmak istediğimiz hep sanki şimdikinden daha iyi, daha geniş bir evdir. Oysa ister Japonların Minka denilen geleneksel küçük kulübeleri gibi olsun; isterse Avrupa kentlerindeki şatolar kadar büyük, insanın evindeki mutluluğu boyutu ile ilgili olmaktan çok uzaktır. Kaldı ki bir şatoda yaşayan kimse, zamanla küçük bir köy evini hayal eder hale gelir; çekip çevirmesi de içinde yaşaması da kolaydır.
Evdeki mutluluğumuz, evin nesnel olarak iyi çalışması ile doğru orantılıdır. Kişiliğimize, yaşam tarzımıza uygun olan, bizi ihtiyaç duyduğumuz fonksiyonlar için yarı yolda bırakmayan her mekân ev olabilir böylece. Ev insan ile aydınlanır; sahibi ile Işıldayan bir evde, örneğin kitaplar sadece sehpa süsü değildir. Kişi okuyan kişiyse o evin mutlaka bir kitaplığı zaten vardır. Yemek yapan kişini evindeki mutfağı göstermelik değildir. Kimi insanın evi yaşar; kimininki ise mimarlık dergilerindeki boş evlerin fotoğrafları gibi ölüdür. Bu ölü evlerde belli ki zaman geçirilmemiş, sahibinin ışığı yanmamıştır. Artık bundan kaçış yok.
Bu yaşamayan evlere inat, 2008’den beri yayınlanan ve benim de kaçırmadan takip ettiğim bir dergi var. Omar Sosa ve Marco Velardi tarafından kurulan Apartamento dergisi, günlük yaşamı tüm çıplaklığı ile sergileyen, o güne dek alışılmadık bir ev imgesinin izleyiciye sunulmasını sağlamıştı. Dağınık olan, yaşanmışlıkların tüm izlerini taşıyan bir ev de karakter sahibi olabilir, yaratıcı ve estetik özellikler taşıyabilirdi. İlla vazolara o fotoğraf çekimi için alındığı belli olan çiçekler veya örtüsü kusursuz görünen yatağın köşesine iliştirilmiş bir çift terlik konmak zorunda değildi böylesi evlere. Zaten kişinin tüm eşyaları her yerde idi. Bu dergi benim için samimiyeti temsil eder; insanları gerçekten tanımama yardımcı olur; aşırı tasarlanmış evlerde bu duyguyu asla hissedemez, bir boşlukta yüzersiniz.
DÖNÜŞEN EV
Bugüne dek evde çalışmanız gerekmediyse, size ait bir çalışma köşenizin olması gereksizdi ama artık öncelikli hale geldi. Diğer uçta, belki uzun bir süre daha kalabalık misafirler ağırlayamayacağımız için, evlerin genellikle en büyük odası olan, hatta bazı kültürlerde pek de girilmeyen, eşyalarının üstü örtülerle kaplanarak bekletilen misafir odaları artık tümü ile gereksiz bir hal aldı. Ev hakkında severek okuduğum bir başka kitap olan Evin Coğrafyası’nda (The Geography of Home) Akiko Busch, babaannesi öldükten sonra, onun evindeki koca yemek odasının, içindeki antika çatal bıçak takımları ile birlikte nasıl da anlamsızlaştığından bahseder.
Evlerimizdeki eşyalar, onlara olan gereksinimlerimiz ölçüsünde anlam kazanırlar. Gereksinim derken, kullanım amaçlı olduğu kadar duygusal gereksinimleri de kastediyorum elbette.
Önümüzdeki zaman, eve dönüş zamanı. Bu geçiş oldukça ani olduğundan ihtiyaçlarımızı da yeni yeni anlıyoruz. Evimizin yetersiz kaldığını düşünüyorsak daha uygun bir mekânı kendimize ve var ise ailemize ev edinmeliyiz. Kapısından içeri bile girmediğimiz odalarımız var ise, bu mekanları yararlı bir ihtiyacımız için dönüştürmeliyiz. Evde geçireceğimiz bu uzun dönem içerisinde sağlıklı bir yaşam sürdürmek önemli. Kendimize hareket edebileceğimiz düzenler kurmak ve egzersiz yapabileceğimiz bir ortamı oluşturmak gerekli. Kısa süreli kullanımda belki de bugüne dek fark etmediğiniz aydınlatma yetersizliği, artık daha öncelikli bir konu haline geldi.
Sağlıklı bir yaşam sürmek için evinizde doğal ışığa ihtiyacımız olduğu kadar; yapay ışıkta doğru ve iyi bir performansa da ihtiyacınız olacak. Ucuz profiller ile kapattığımız ve neredeyse bir depo gibi kullandığımız o balkonlar, artık yaşamsal öneme sahipler. Dışarı çıkamadığımız bu günlerden itibaren balkonlarımız bizim doğa ile tek ilişkimiz olacak. Belki daha çok bitki edineceğiz, belki evde kendi küçük sebze bahçemizi yaratacağız. Yaşam kültürümüz değişiyor. Evlerimizin bu bölümlerine de uzun vadede bu gözle bakmak; belki kapattığımız o balkonları açmak gerekecek.
Temel gereksinimlerin sağlanması ile birlikte nihayetinde sıra estetiğe de gelecek. Belki bugüne dek pek de önemsemediğimiz “güzellik” artık dışarıda, ofislerde, yemeğe gittiğimiz bir restoranda veya müzik dinlediğimiz bir mekânda aradığımız bir özellik olmanın ötesinde, her günümüzü geçirdiğimiz yaşam alanımızın da önceliği olacak. İtiraf edelim; estetiği öncelikli tutmayan bir toplumuz. Oğuz Atay’ın şu cümlesi bir notumda yazılıdır: Çirkinlik kolaydır. Atay’ın anlatmak istediği gibi, güzel olan çirkin olanın aksine özen ister. Özen, arkasında düşünce mesaisi gerektirir ve bunların tümü tasarıdır.
Evlerimiz artık yeni baştan tasarlanmak ister.
HAZIRLAYAN: Özlem Yalım