Five Leaves Left, Nick Drake
Five Leaves Left, Son Beş Yaprak. Her ne kadar albüm bazılarınca pastoral olarak nitelense de adını bitki yapraklarından değil, Nick Drake’in haşhiş sarmak için tercih ettiği Rizla+ marka sigara kağıtlarından ve paketin sonuna doğru tiryakiyi uyaran “Five Leaves Left” yazılı çizgiden alıyordu.
1985 Yağmurun -nasılsa- yağmadığı bir Haziran sabahı. Birmingham’ın hemen güneyindeki kartpostallık Tanworth-in-Arden kasabasındaki kilise mezarlığı. Öyküleri çoktan sona ermiş faniler, yüzyıllık meşe ağaçlarının gölgesi altında yerini sadece basit bir mezar taşının belli ettiği mezarlarında dinlenirken, yirmili yaşlarında bir genç kız ve bir genç erkek mezar taşlarını okuyarak dolaşıyor ağaçlar arasında. Aradıkları mezarı bulmaları çok sürmüyor, aramaları da gerekmezdi işin aslına bakarsanız, çimenlerin yürünmekten aşındığı ve kuruduğu patikayı takip etmeleri yeterliydi. Çiçek getirmemişler. Genç kız, boynundan ucunda pembe renkli minik bir ay bulunan deri ipli basit bir kolyeyi çıkartarak mezartaşının yanına bırakıyor usulca. Mezar taşının yanına başkaları da bir şeyler bırakmış önceden: bir fotoğraf, başka bir kolye daha, başka bir fotoğraf, birkaç eski gitar penası. Sonra mezarın hamisi ulu meşe ağacına sırtlarını vererek oturuyorlar bir süre. Delikanlı eski püskü sırt çantasından bir walkman çıkarıyor sonra, birer kulaklığı paylaşarak (walkman’in icadından bu yana aşkın şüphe götürmez bir göstergesi) müzik dinliyorlar bir süre sessizce, hiç konuşmadan, bakışmıyorlar bile hatta. Sonra yalnız bir genç kız geliyor yakına, sonra bir çift daha. Onlar da ziyaret için gelmişler belli. Bakışlarıyla kalkmaya karar veriyorlar, yeni ziyaretçilere hafifçe selam vererek uzaklaşıyorlar onlar için bu yarı-kutsal yerden. Ama gitmeleri gereken bir yer daha var. Orayı da bulmakta zorlanmıyorlar, bir bahçe içinde, ön cephesi sarmaşıklarla kaplı 2 katlı geç “Victorian” tarzı güzel bir ev bu. Delikanlı kapı tokmağını çalıyor çekinerek, sonra telaşla plak geliyor aklına. Sırt çantasından plağı çıkarırken içeriden ayak sesleri duyuluyor. Yaşlıca bir kadın açıyor kapıyı, kır saçlı, eskiden ve hala güzel, iyi giyimli bir İngiliz hanımefendisi. Delikanlı plağı düz tutarak kapağını gösteriyor ona, hiçbir şey söyleyemeden, genç kız atılıyor bu sefer : “Nick için geldik biz, Kanada’dan.” Yaşlı kadının hem üzgün hem de sevecen bakışları kısaca süzüyor yeni ziyaretçileri, belli ki ilk kez olmuyor bu ziyaretler. Kadın acıyla belli belirsiz gülümsüyor ama sesi neşeli çınlıyor sanki: “Çay içmek için içeri gelmez misiniz?”
Bu hanımefendinin adı Molly Drake, 11 yıl önce yaşamını sonlandıran Nick Drake’in annesi. Nick’in cenazesine bir avuç insan katılmıştı ama o zamandan beri her yıl mezarlığını ziyaret eden insan sayısının yıldan yıla artması karşısında şaşkın. Çoğu eve de uğruyor üstelik, Nick’i, çocukluğunu anlatmasını istiyorlar ondan. O da anlatıyor…
Nick 1948’de Burma’da doğmuştu, babası oradaki bir İngiliz şirketinde mühendisti. Burma’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra baba memleketi Tanworth-in-Arden’e geri döndüler. Büyük dedesinin, dedesinin ve babasının gittiği okullara gitti. Başarılı bir öğrenciydi, okulun atletizm ve rugby takımındaydı. Müziğe de yeteneği vardı, anne ve babası da müzikle hobi olarak uğraşıyorlardı ne de olsa; önce piyano, sonra okuldaki müzik grubunda saksofon, klarnet ve gitar öğrendi. Dönemin Yardbirds ve Manfred Mann gibi popüler müzik gruplarının şarkılarını çalıyorlardı. Bir ara Chris De Burgh adındaki bir öğrenci de katılmak istemişti gruplarına ama “fazla poppy” olduğu için onu kabul etmemişlerdi.
Güzel zamanlardı, gelecek yıllar Drake ailesi için yalnızca güneşli günler vaat ediyor gibiydi.
Ardından Cambridge yılları… Artık gitarda iyice ustalaşmış ve kendi şarkılarını yazmaya başlamıştı. Hafif uyuşturucularla da tanıştı okulda, bir onsluk siyah Afgan haşişi ve bir paket Rizla+ sarma kâğıdı ile yurttaki odasına kapanıyor, haşhişi bitene kadar da çıkmıyordu. Bu yıllarda iyice içine kapandı, zaten eskiden de içine kapanık, kırılgan ve çekingen bir çocuktu ama bunlar kişiliğinin en belirgin özellikleri haline gelmeye başlamıştı yavaş yavaş. Arkadaşları vardı elbette, hatta arkadaşları arasında sempatik ve esprili olarak bilinse bile yine de eksik birşeyler vardı; yeri geliyor uzun uzun konuşuyor, gülüyor ama sonrasında saatlerce susuyordu. Arkadaş toplantılarında en çok yaptığı şey pikabın başına gitmek ve aynı plağı tekrar tekrar çalmaktı, bazen o kadar görünmezdi ki gitmiş olduğunu saatler sonra anlardı arkadaşları.
Ama sonunda yıldızının parladığı bir an geldi çattı. Arkadaşlarının ısrarıyla çıkıp birkaç şarkısını çalıp söylediği yerel gece kulüplerinin birinde Fairport Convention’ın basçısı Ashley Hutchings’in dikkatini çekti. O ve sonrasında onun tanıdığı yapımcılar, plak şirketleri derken Island Records ile bir plak sözleşmesi imzaladı.
Five Leaves Left, Son Beş Yaprak. Her ne kadar albüm bazılarınca pastoral olarak nitelense de adını bitki yapraklarından değil, Nick’in haşhiş sarmak için tercih ettiği Rizla+ marka sigara kağıtlarından ve paketin sonuna doğru tiryakiyi uyaran “Five Leaves Left” yazılı çizgiden alıyordu.
Five Leaves Left 1969’un çok başarılı çıkış (debut) albümlerinden biridir, Drake’in en güzel şarkılarından bazıları bu albümde yer alır. Herhangi bir “19. Yüzyıl Romantik İngiliz Şairleri Antolojisi”ne karşımıza çıksa şaşırmayacağımız melankolik şarkı sözleri, kendine özgü bir teknik ve su gibi akan ezgileriyle açık bir bahta sahip olması gereken bu albüm, hak ettiği karşılığı bulamaz, hakkında çok az eleştiri yayınlanır. Bazıları “umut vadeden” olarak tanımlar albümü, bazılarıysa vasat bir öykünme olarak niteler. Promosyon faaliyetlerinden köşe bucak kaçan bir müzisyenin albüm kaderi için şaşırtıcı olmasa gerek. Plak şirketinin ısrarı röportaj vermesini sağlamaz, festivallerde de pek görünmez (katılsa da yarısında sahneyi terkeder). Sonuç olarak albüm satışları birkaç binde kalır.
Şarkılarıyla insanları mutlu etmek isteyen biridir Nick, albümünün beklediği ilgiyi görememesi onu yıkar, kabuğuna daha çok çekilir. Yapımcısının ısrarı ile bir albüm daha yaparlar: Bryter Layter. Bu kez yapımcısı güvenli sularda dolaşmaları gerektiğini düşünmektedir ki albüm biraz da caz ve pop soundu ile harmanlanır. Bu albüm de çok başarılıdır ama ilkinin akıbetine uğramaktan kaçınamaz: Birkaç iyi, daha çok olumsuz eleştiri ama daha çok, büyük bir kayıtsızlık.
Giderek zifiri bir karanlığa çekilmektedir Nick, yapımcısıysa ısrarından vazgeçmemektedir. Üçüncü albümde -Pink Moon- sadece kendisi çalar ve söyler. İki gecede kaydedilen 28 dakikalık bu güzel albümün kaderi de öncekilerden farksız olacaktır.
Sonrası ruhsal çöküşün merkezine yolculuk öyküsü. 1972’de majör depresyon tanısı, 5 haftalık zorunlu hastane yatışı ve ağır antidepresanlar. Ardından ailesinin Tanworth-in-Arden’deki evine sığınma. Kardeşi Gabrielle’nin deyişiyle burası onun hem sığınağı hem zindanıdır.
Ve ne yazık ki mezarı da olacaktır.
Bir sabah annesi Nick’in odasına girer -o sabah uyanmak bilmemiştir- ve oğlunun cansız bedeni ile karşılaşır. Gece 30 kadar antidepresan içmiştir. Ölüm nedeni “intihar” olarak düşer kayıtlara…
Son Beş Yaprak 1969’da kaydedildi ve Nick Drake’in yaşamı 1974’te sona erdi, her yıl için daldan bir yaprak düşmüş sanki. Tıpkı O’Henry’nin o çok bildik “Son Yaprak” öyküsündeki gibi…
Huzur içinde yatsın…
Day is Done (Five Leaves Left), 1969 :
Yazar: Oğuz Bancar