Geriye giden Türkiye

Altyapının gelişmesi, teknolojinin hakimiyeti, yollar, havalimanları, modern cihazlar hatta yapay zeka tek başına ilerlemenin adresi değil. Dünyada gelişmenin, ilerlemenin kriterleri, İnsani Gelişme Endeksi çalışmalarında da görüldüğü gibi insan odaklı olarak değişti: Uzun ve sağlıklı bir yaşamdan bilgi ve insana yakışır yaşam standardına, eğitimden, kültürel faaliyetlerden yararlanmadan kişi başına düşen gayri safi milli gelirden alınan paya, insan haklarına önem vermekten insanların kimliklerine ve değerlerine saygı duymaya, farklı seslerin duyulmasını sağlamaya kadar geniş bir alana yayılıyor.

Bu gerçek kentlere de yansıyor. Kentlerin gelişkinliğinin yalnızca altyapılarıyla ölçülmediği çok uzun süredir bilinen bir gerçeklik. Yaşanabilir kentler için kriterler altyapıdan başlıyor, eğitime, çevreye duyarlılığa, yeşil alana, toplu taşımaya, yaya ve motorsuz erişime, sağlık hizmetlerine, kültüre ulaşıma, yaşlı, engelli ve çocukların hizmetlere ulaşma hızına kadar geniş bir hizmet alanına kadar yayılıyor. Türkiye’nin ilerleyip ilerlemediğini test etmek için, kuşkusuz ekonomik krize, gelir dağılımına, yargıya ve oligarşik bir yapıya dönüşen sistemin kendisine bakmak gerekir ama küresel ölçekte “yaşanabilir kentler” sıralamasına baktığımızda tabloyu net olarak görürüz. The Economist’in beş temel kriter, yani kültür ve çevre, eğitim, sağlık hizmetleri, altyapı ve istikrar üzerinden giderek oluşturduğu “Avrupa'nın en yaşanabilir şehirleri” listesinde İstanbul savaş halindeki Kiev’den sonra ikinci.

Şurası çok açık ki 21 yıllık AKP iktidarı, gelişim açısından bırakın genel değerlendirme kriterlerini, 10 yıl önceki kendi hedeflerinin de çok gerisine düşmüş durumda: Türkiye, ne dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde, ne yıllık bütçe 2 trilyon doları aşmış durumda, ne de kişi başına düşen yıllık gelir 25 bin dolar!

Bu gerçek otoriterleşmeyi, otoriterleşme de kutuplaşmayı teşvik ediyor, güven duygusunu ortadan kaldırıyor. İtiraz ve karşı çıkışı etkisizleştiriyor, iktidar dışı güçlerde dayanışma gücünü azaltıyor. Ekonomik kriz, savaş, şiddet ve göç belirsizliği ve geleceğe bakış da umutsuzluğu derinleştiriyor. Bu sonuçlar izlenen siyasetle doğrudan bağlı olduğu için Türkiye ilerlemiyor, geriliyor.

30 Ağustos’un 101. Yılında, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gerçek bu!

Türkiye’nin son yılları hızla 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanı öncesine benziyor. II. Abdülhamit’le Erdoğan arasında benzerlikler hızla artıyor. İstibdat, yani tek adam yönetiminde “hak ve özgürlük tanımayan despotizm” artarken, meclis işlevini yitiriyor, alternatif medya RTÜK sopasıyla cezalandırılıyor, yaşam tarzına müdahaleler artıyor. Eğitim birliğini ve karma eğitimi ortadan kaldıracak “gençler birbirini taciz edebilir, gerekirse kız okulları açarız” önerileri, yasaklanan festivaller ve konserler, gazeteciler cezaevindeyken, 12 yaşındaki çocuğu istismardan tutuklanan tarikat şeyhinin infaz yasasından yararlanacak olması, uçuş esnasında pilotların kokpitte namaz kılınmasının önü açılması, mesai ve ders saatlerinin Cuma namazına göre ayarlanmasına ilişkin fetvalar ve sonradan “biz öyle demek istemedik” denilse de İstanbul Valiliğinin açık alanlarda içki yasağı sistem üzerinden toplumsal yaşama müdahaleyi gösteriyor…

Prof. Dr. Emre Kongar’ın ifadesiyle, “ideolojik bir toplum mühendisliği amacıyla, din, siyaset, tarih ve edebiyat kitaplarını da kapsayan biçimde yapılan düşünce yasaklamaları ve toplumsal manipülasyon” artıyor. 

Türkiye Abdülhamit’in istibat dönemine benzeyen Erdoğan dönemini sonlandırma şansını 14 Mayıs’ta kaçırdı. Yaklaşık her iki seçmenden biri “bu dönem kapansın, Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı demokrasiyle taçlansın” dese de Erdoğan ipi göğüsledi.

İlhamını Fransız Devrimi’ndeki “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkelerinden alan, yanına adaleti de ekleyen İkinci Meşrutiyetçiler İstanbul’da “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganlarıyla 23 Temmuz 1908 günü bir dönemi kapatmışlardı. Seçimler öncesi Meral Akşener’in yeniden gündeme taşıdığı bu slogan Cumhuriyetin 100. Yılı biterken laik-demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti isteyen bütün güçlerin ortak sloganı olabilmeli. Çünkü insanın mutluluğunu önceleyen yaşanabilir bir Türkiye’de, yaşanabilir kentler de ancak bu perspektifle inşa edilir. Muhalefet de yerel seçimlerde pozisyonunu bununla test etmeli, yönü düne değil, yarına yönelik olmalı! 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Necdet Saraç Arşivi