Müge Anlı ile İnsanat Bahçeleri

Müge Anlı ile İnsanat Bahçeleri
Müge Anlı’nın programının “içerik malzemesi”ni oluşturan insanları hepimiz bir “insanat bahçesi”nde kafese kapatılmış ve bizimle hiçbir alâkası olmayan varlıklar gibi izliyoruz. Üstelik çok dinamik bir “bahçe”...

Müge Anlı’nın programının “içerik malzemesi”ni oluşturan insanları hepimiz bir “insanat bahçesi”nde kafese kapatılmış ve bizimle hiçbir alâkası olmayan varlıklar gibi izliyoruz. Üstelik çok dinamik bir “bahçe” bu. Kaybolmuş veya faili belirsiz bir cinayete kurban gitmiş yakınları için stüdyoya çağrılanlar, program akışı içinde hayatları lime lime edilerek, ruhsal anlamda “çırılçıplak” kılınarak gözlerimizin önüne seriliyorlar. Kayıp yakınlarının da onların karşısındaki hasımların da hayatlarına dair gizli, mahrem, mahcup edici ne varsa, bütün sırlar ifşa ediliyor. Programın sunucusu ve onunla birlikte programın daimî uzman konukları, insanî bakımdan “normal”i temsil etmekteler. Onlar, bu” insanat bahçesi”nin “yöneticileri”, “bakıcıları”, “terbiyecileri”… Stüdyoda seyre sunulanlar, onların denetimi, gözetimi, ehlileştirme ya da evcilleştirmesiner tâbi tutuluyorlar. Elbette gerektiğinde “bahçe”dekilerin telef edilmeleri de söz konusu olabiliyor. Polisler eşliğinde “insanat bahçesi”nden çıkarılmalara bol bol tanık oluyoruz.

Geçen hafta Seçil Erzan’lar, Arda’lar-Emre’ler-Fatih’ler; ayrıca hanidir Dilan-Engin Polat’lar, Candan Kardeşler ve bunlara eklenen başı kapalı-memesi açık tesettürlü teşhircilerle sarmaş dolaş skandal fon/fenomen haberleriyle gırla giden gündemde, bir gelişme gölgede kaldı. Bu, TBMM’ye sunulmuş bir araştırma önergesiydi.

Saadet-Gelecek grubu adına kürsüye gelen Denizli Milletvekili Sema Silkin Ün, televizyonlarda gündüz kuşağı başlığı altında yayınlanan programlardan bahisle, aslında “skandallar kuşağı” denmesi gereken bu programların bireye ve topluma, daha güçlü bir vurgu ile de aile kurumuna verdiği zararların araştırılmasına dair bir önerge sundu. Silkin Ün’den sonra söz alan muhalefet partileri milletvekilleri de, onların ardından iktidar partisi adına söz alan milletvekili de aslında aynı “zararlar” noktasında, aralarında nüanslar bulunsa da hemfikir tutum sergilediler. Yani önergede dillendirilenlere kategorik bir karşıtlık yok, aksine destek ve katkı vardı.

Ama tabii önerge muhalefetten geldiği için, iktidarın hep yaptığı gibi “otomatikman” reddedildi.

“Müdürüm, Müge Anlı başladı, koş gel!”

Önergeye ilişkin söz alan milletvekillerini dinlerken 2017’de yayımlanmış Görünüyorum, O Halde Varım başlıklı kitabımdaki bazı yazılar ve o yazılarda yer alan satırlar zihnimden tane tane geçti. Alt başlığı “Meşhuriyet Çağı”nda Kültür ve İnsan olan bu kitabımda, söz konusu programları ve aynı yolun yolcusu diğer “realite-şov”ları uzun uzadıya eleştiri süzgecinden geçirerek yorumlarda bulunmuştum. Tabii bu programlar arasında en karakteristik örnek, Müge Anlı ile Tatlı Sert’tir; onu “Tatlı-Sert Bir Safari ya da Cinayet-Şov” olarak tanımladığım bir yazı da kitabımda yer alır. Meclis’te önerge görüşülürken söz alan milletvekillerinin konuşmalarında da bu programın adeta “gizli özne” olduğunu düşünmek mümkündü. Nitekim HEDEP adına söz alan Kars Milletvekili Gülüstan Kılıç Koçyiğit, o “gizli özne”yi faş eder şekilde şunları söyledi:

“Bu programlar ne işe yarıyor? Cinayet çözüyor. Evet, yanlış duymadınız, cinayet çözüyor!.. Peki, bu ülkedeki polis ne yapıyor? Cinayet büro ne yapıyor? Muhtemelen şöyle oluyordur: ‘Aaa, Müge Anlı’nın programının saati geldi, hadi biz de alalım çekirdeklerimizi, izleyelim’ diyorlardır diye aklımıza geliyor. Gerçekten sormak istiyoruz: Eğer cinayetleri Müge Anlı ile Esra Erol çözüyorsa, polis ne yapıyor? Polis ne işle meşgul?!..”

Cinayetle şöhreti buluşturan “Meşhuriyet Çağı”

HEDEP’li vekilin sorusuna cevap olur mu bilmiyorum ama zikrettiğim kitabımda Müge Anlı’nın programına ilişkin düştüğüm şu kayıtlar en azından onun yukarıdaki sözlerini tamamlayıcı-destekleyici mahiyette paylaşıma açılabilir:

“Anlı’nın programının MESH (medya,eğlence, show) endüstrisi açısından en mühim katkısı, cinayetlerin de ‘şov’ sunumuna uğratılması. (…) İşte bu çerçevede Müge Anlı’nın programını bir ‘polisiye realite-şov’ olarak tanımlamak da uygun olur. Gayet de heyecan verici bir realite-şov bu. (…) Tahayyül edin: Bir insanı planlayarak öldürüyorsunuz ama sırra kadem basıp gözlerden uzak kalmak yerine, alabildiğine göz önünde, televizyon stüdyosunda olmanın hazzına, cazibesine hayır diyemiyorsunuz. Cinayetle şöhreti buluşturan, caninin ‘meşhurluk’la bağını kuran, ama kopması da an meselesi bir ‘pamuk ipliği’ stüdyo… ‘Meşhuriyet Çağı’ bu işte! (…) Anlı’yı programda adeta bir Cinayet Büro amiri sorgu odasındaymış gibi izliyoruz. (…) Program öyle bir akıyor ki sanki bir polisiye diziyi soluk soluğa izler gibi oluyorsunuz! Ama tabii olaylar kurmaca değil gerçek. (…) Ve ‘yetkili merciler’ce aydınlatılamayan korkunç olaylar, ‘yetkin’ bir başka merci tarafından açıklığa kavuşturuluyor. ‘Müge Anlı ile Tatlı Sert’ bu merci... Dolayısıyla bu karşımızdakine sadece bir sabah kuşağı programı demek mümkün mü?! Hayır, bu olsa olsa polisliğin bu memleketteki hazin gerçekliğini kendine sermaye yapmayı becermiş bir ‘polisiye-realite’dir!”

Batı’nın utancı “insanat bahçeleri”

Şimdi bu söylediklerime, hazır konu Meclis gündemine de gelmişken yeni bir boyut, daha doğrusu yeni bir iddia eklemek ve bu iddiayı temellendirmek istiyorum.

İddia şu: Müge Anlı’nın programı ve elbette benzeri formatta tüm programlar, birer “İnsanat Bahçesi” olarak açılmaktadırlar. Bizler de hayvanat bahçelerinde sergilenen zavallı biçare hayvanları nasıl izliyorsak, işte öyle, ona benzer bir motivasyonla bu programların seyrine bakıyoruz.

“İnsanat bahçesi” nedir, bunu biraz açarak devam edelim!..

Tabirin hayli irkiltici biçimde ırkçı tutum ve pratiklere karşılık gelen bir kullanım başlangıcı var. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar Batılı-beyaz insan, kendisinden farklı olan başka insanları doğal yaşam ortamlarından koparıp “modern” dünyanın o renkli, ışıklı, şaşaalı kentlerinde belli yerlerde “sergiledi” ve bu yerlere “insanat bahçesi” adını verdi. Mesela 1896’da Cincinnati “İnsanat Bahçesi” bünyesinde Sioux kabilesinden 100 kadar Amerika yerlisine bir köy kurdurulmuş, Sioux’lar orada üç ay yaşayıp kendilerini ve yaşamlarını seyre açmışlardır. Mesela Kongo’nun Ituri Yağmur Ormanları’nda yaşayan dünyanın en kısa boylu insanları Mbuti’lerin bir üyesi Ota Benga, New York Bronx “Hayvanat/İnsanat” Bahçesi’nde 1906’da “yakın-akrabası” (!) sayılan maymunların bölmesinde sergilenmiştir. Mesela Manchester Belle Vue “Hayvanat/İnsanat” Bahçesi’nde “vahşi” olarak tanımlanan siyah Afrikalılar, “Yamyamlar” kategorisi altında ziyaretçilerin ilgisine açılmıştır.

Yukarıda aktarılanlar çerçevesindeki “insanat bahçesi” kavramı, bugün dahi tamamıyla kaybolmuş olmayıp, yine Batı’nın en modern ve “medeni” beldelerinde münferit şekillerde karşımıza çıkar. Söz gelimi 2016 başlarında bile ABD’ de Lake Superior Hayvanat Bahçesi’ne turist ilgisini artırma yolunda bir Amerika Yerli Kampı ekleme önerisi yapılabilmiştir!..

Bugünün utancı: “Elektronik insanat bahçeleri”

İnsanat bahçelerinin hikâyesi böyle… Gel gelelim ben bu tabirin günümüz dünyasında çok daha çarpıcı karşılıklarının televizüel ve dijital ekranlarda bulunabileceğini düşünmekteyim. İşte bu düşünce doğrultusunda da diyorum ki Müge Anlı ile Tatlı Sert, aslında bir “insanat bahçesi”dir.

Müge Anlı’nın programının “içerik malzemesi”ni oluşturan insanları hepimiz bir “insanat bahçesi”nde kafese kapatılmış ve bizimle hiçbir alâkası olmayan varlıklar gibi izliyoruz. Yukarıda tabirin tarihçesi verilirken belirtildiği üzere “Batılı-modern” insanın Ota Benga’yı izlediği gibi yani… Üstelik bu, çok daha “dinamik” bir bahçe. Kaybolmuş veya faili belirsiz bir cinayete kurban gitmiş yakınları için stüdyoya çağrılanlar, program akışı içinde hayatları lime lime edilerek, ruhsal anlamda “çırılçıplak” kılınarak gözlerimizin önüne seriliyorlar. Ayrıca kayıp ya da katledilmiş yakınları için stüdyoda olanların karşısına, olayın sorumlusu olarak şüphe altındaki hasımlar da oturtuluyor veya telefon bağlantısıyla çıkarılıyor. Taraflar arasında kışkırtılan diyalog da hemencecik tartışmaya, oradan atışmaya, giderek ağır hakaret ve küfre dönüşebiliyor. Bu arada kayıp yakınlarının da, onların karşısındaki hasımların da hayatlarına dair gizli, mahrem, mahcup edici ne varsa, bütün sırlar ifşa ediliyor. Seyre zirve yaptıran, onu bir “kültürel pornografi”ye dönüştürerek ilgiyi hep dinamik tutan, dolayısıyla reytingi patlatan bölümler de en çok bunlar oluyor.

Programın sunucusu ve onunla birlikte programın daimî uzman konukları, insanî bakımdan “normal”i temsil etmekteler. Onlar, bu “insanat bahçesi”nin yöneticileri, “bakıcıları” ve “terbiyecileri”… Stüdyoda seyre sunulanlar, onların denetimi, gözetimi, ehlileştirme ya da evcilleştirmesine tâbi tutuluyorlar. Hatta gerektiğinde “bahçe”dekilerin telef edilmeleri de söz konusu olabiliyor. Yukarıda belirttik, polisler eşliğinde “insanat bahçesi”nden çıkarılmalara da bol bol tanık oluyoruz. 

Acunsal “insanat bahçesi”

Elbette “insanat bahçesi” sadece Müge Anlı’nın programından ibaret değil. Onun benzerleri, taklitleri, esinlenmeleri de aynı şekilde birer “insanat bahçesi”. Aslında gün 24 saat yeme-içmeden giyim-kuşama, müzikten spora seyre sunulan tüm realite programların “insanat bahçesi” olduğunu düşünmek mümkün… Mesela “Survivor”: Kızlı-erkekli iki gruptan oluşan takımları bir adanın “doğallık” yanılsaması yaratılmış gösteri ortamında aylarca kıyasıya yarıştırarak, bağırıp çağırtarak, çatıştırarak, küfürleştirerek hatta dövüştürerek seyrine baktıran bu Acun Ilıcalı başyapıtının da, bir ucunda Müge Anlı’nın programının yer aldığı “insanat bahçeleri” yelpazesinin diğer ucunu tuttuğu söylenebilir.

“Bahçe’yi açan da giren de razı, size ne?!

Bu şekilde televizyon stüdyolarından veya stüdyolar kadar yapay evlerden-adalardan ekranlara getirilen insanlar, yüzyıllar önceki “insanat bahçeleri”nde sergilenenlere benzer bir sorunlu motivasyon eşliğinde seyirci ilgisine açılmaktalar. Bu yeni, “elektronik insanat bahçeleri”, seyir açısından muazzam bir çekim gücüne sahip. Eski “insanat bahçeleri”nde de gayriahlaki, gayri-vicdani, gayri-hukuki, kısacası gayriinsani hedefler doğrultusunda Asyalı, Afrikalı, Amerikalı yerlilerin sergilenmesini kışkırtıp önlenemez kılan bir seyirci ilgisi vardı. Söz gelimi Afrika yerlisi Ota Benga’nın seyir malzemesi yapılmasını Hıristiyan din görevlileri de dahil pek çok çevre protesto etse de insanlar onu izlemek için sel gibi akmıştı. Paris’te 1931’de kafesler içinde çıplak ya da yarı-çıplak sergilenen uzak diyarların insanlarını görmek için altı ayda 34 milyon insan para ödeyip gelmişti.

Durum bugün de aynı. Yukarıda saydığımız programlar da ekranların en yüksek reytinge sahip olanları ve herkes büyük ilgiyle bunları tık nefes izliyor.

Fakat arada şöyle “kritik” bir fark var tabii: Eski “insanat bahçeleri”nde sergilenen insanlar, içten rızaları olmaksızın zorla, zorbalıkla veya (özellikle ekonomik bakımdan) zorda kaldıkları için bu tür pratiklerin parçası olmuşlardı. Şimdi ekranlarda karşımıza çıkanlar kendi rızalarıyla, hatta koşa koşa, içinde olmaya can atarak o “elektro-dijital insanat bahçeleri”ni dolduruyorlar. Yani kafesin içine giren, kendi rızasıyla orada.

O yüzden Müge Anlı da çıkıp programını “haletme” yolunda önerge vermeye çalışan milletvekillerine şunları söylerse kimse şaşırmasın:

Alan razı, veren razı, giren razı, gören razı, size ne oluyor!..