"Mustafa Kemal eşitler arasında birinci lider"

“Sol çok büyük ölçüde Türkiye’nin 20. yüzyıl tarihini Kemalist mitolojiden hareketle yazdı. Bunun en başında da milli mücadele dönemi geliyor. Mustafa Kemal bu dönemde tek lider değil. Kitabımda ‘primus inter pares’ yani eşitler arası birinci olduğunu vurguladım” diyor.

Cumhuriyet’in 100.yılında milli mücadeleyi, cumhuriyete kadar gelinen tarihsel süreci ve sonraki dönemi inceleyen kitapları sayfamıza taşımaya devam ediyoruz. Sayfamızın devamlı okurları hatırlayacaktır yakın zamanda Fatma Eda Çelik’in yazdığı ‘Kişisel İktidardan Millet Meclisine’ ve Çağdaş Sümer’in ‘Düzenini Arayan Osmanlı’ kitaplarına yer vermiş, olaylara ve olgulara sınıfsal temelli yaklaşan, derinlemesine analizler yapan, sermaye bölüşümü, devlet yapısının oluşumu, bu sermayeden pay almak isteyen iktidar odaklarının mücadelesini, isyanları, düzen arayışını sorgulayan çalışmaları yazarlarıyla değerlendirmiştik. Bu hafta ise Devrimci Marksizm Dergisi’nin Yayın Kurulu Üyesi, Devrimci İşçi Partisi Genel Başkanı Sungur Savran’la son yayımlanan ‘Bir İhtilal Olarak Millî Mücadele’ kitabını konuştuk. 

Kitapta Savran, milli mücadeleyi bir ihtilal olarak değerlendiriyor ve emperyalizme karşı mücadelenin bu topraklarda 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla değil, 30 Ekim 1918 yılında imzalanan Mondros Mütarekesi’yle başladığını öne sürerek tartışmaya açık bir sav ortaya koyuyor. Savran’ın tartışmaya açık bulunabilecek bir diğer yaklaşımı ise Mustafa Kemal’in milli mücadeleye İzmir’in işgali sonrasında ve Havza’da bir Sovyet yetkiliyle yaptığı görüşmenin ardından katıldığı iddiası. Sungur Savran kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

‘Türkiye’de Sınıf Mücadelesi’ kitabınızda ve son yayımlanan ‘Bir İhtilal Olarak Millî Mücadele’ kitabınızda 1918-1923 arasında yaşanan milli mücadele sadece savaş değil bir devrimdir ama büyük emekçi sınıfları dışlayan kitlesiz bir devrim diyorsunuz.  Neden? 

Bir devlet yapısını yıkıp yeni bir devlet yapısı yaratmak ve bunu farklı bir iktidar anlayışına dayamak tam anlamıyla sosyal devrime giden bir politik devrimin tanımıdır. Anadolu hareketi en başından itibaren sadece Ankara’da ikili iktidar odağı olarak meclis kurulduğunda değil, daha öncesinde kongre hareketleri aracılığıyla alternatif iktidar yapılarını yerel olarak kurmuştu. Kars’taki örnek çok çarpıcıdır. Çünkü orada daha başlangıçtan itibaren bir cumhuriyet yapısından bahsediliyor. Ankara’da cumhuriyet konuşulmadan önce Kars’ta cumhuriyet konuşulmuş. Ortada bir devletten başka bir devlete gitmeyi iradi olarak da önüne koymuş bir hareketten söz ediyoruz. Tesadüf değildir önceden bilinen bir şeydir, 1908 devriminin devamıdır ve bir devrimdir. Şunu hatırlamamızda yarar var: Mustafa Kemal Anadolu’ya çıktığı zaman üniformasını çıkarmak zorunda kalıyor ve arkasından da idama mahkûm oluyor. Artık silahlı bir devrimci olarak diğer devrimcilerle beraber mücadele etmektedir. Bu kitabın literatürün geri kalan incelemelerine göre farkını oluşturan önemli bir nokta; Türkiye’de 1920 yılı iç savaşla geçmiştir. Yunanla bir savaş yapılmamıştır. Bu iç savaşta tamamen Çerkez Ethem’in Kuvayi Seyyare güçleri çarpışmıştır. Çerkez Ethem Anadolu’nun batısında Ege’de örgütlendiği halde Yozgat’a bile gitmiştir. Saltanatın gerici ordularını, onun yarattığı ve din unsurunu öne çıkaran ordularını bir köylü ordusu yenilgiye uğratmıştır. Silahlı bir devrim söz konusudur. Kuvayi Milliye bir gerilla örgütüdür. Balkanlardan gelen bir gerilla mücadelesidir. 

Sungur Savran

MİLLİ MÜCADELE KİTLESİZ BİR DEVRİM MİYDİ?

Peki neden kitlesiz devrim olduğunu düşünüyorsunuz?

Kitapta metodoloji olarak devrimlerin sadece ayaklanmalarla değil savaşla da kendini ortaya koyabildiğini anlattım. Türkiye’nin 1918-1923 burjuva devriminde çeşitli sınıflar kendi silahlı güçleriyle ortaya çıkmışlardır. Kuvayi Milliye diye bilinen güçler bazı subaylar tarafından kurulan ve benim beyzade çeteleri dediğim birliklerin dışında esas olarak köylüler tarafından kurulmuştur. Sadece Çerkez Ethem aralarında zengin köylü çocuğudur ama onlara adapte olmuştur. Ethem bir Marksist değildir, bilinçli bir devrimci bile değildir. Lenin’in deyimini kullanayım “yarı bilinçli bir köylü önderidir”. Bütün bu hareket içinde köylüleri örgütlemiş, onların çıkarlarını düşünerek ağaları, eşrafı ve diğer zenginleri haraca keserek birliklerinin ihtiyaçlarına cevap vermiş, silahlanmalarını sağlamış, zaman zaman birliğindekilerin köyüne gitmesine izin vermiş. Yani eski Osmanlı ordusundan yaratılmış düzenli ordu koşullarından daha üstün koşullar sağlamış. Yoksul köylünün kendi vatanını savunmasını sağlamış. Bu ordu 1920 sonu 1921 başında kasıtlı olarak merkezi iktidar tarafından meclisteki paşalar tarafından bastırılmış, ortadan kaldırılmıştır. Sadece Çerkez değil bütün efeler aynı şeye maruz kalmıştır. Bir yasa geçiriliyor, ordudan firarlar idamla cezalandırılıyor. Osmanlı ordusunda da firarlar yüksektir. Bütün orduların tabanı emekçilerden oluşur. Merkezi ordu burjuvazinin ordusudur. Sınıf mücadelesi doğrudan doğruya milli mücadelenin nasıl finanse edileceği üzerine merkezi ve Kuvayi Milliye güçleri arasında bir mücadeleye dönüşüyor. Ordular arası bir mücadeleye dönüşüyor. İşçi sınıfının örgütlenmesi için çok büyük çabalar geliştirmiş olan Türkiye Komünist Fırkası’nın önderleri 1921’de katlediliyor. İşçi ve köylü sınıfı kendi varlığıyla devrimde yer alamadığı için kitlesiz devrim.

Kitabınızda Milli Mücadele’nin tarih kitaplarında anlatıldığı gibi 19 Mayıs’ta başlamadığını ve Mustafa Kemal’in bu mücadeleye daha sonra dahil olduğunu yazıyorsunuz. “Milli Mücadele’yi Mustafa Kemal’le özdeşleştirme tutumu ile ondan bağımsızlaştırma yaklaşımı arasında önemli farklar var” diye yazıyorsunuz. Nedir bu farklar? 

Hem milli mücadeleyi, cumhuriyetin kuruluşunu önemseyenler hem de cumhuriyet ve hilafetin ilgasına karşı olan İslamcı kesim veya cumhuriyet kurulduktan sonra ağır baskı görenler örneğin Kürtler bu meseleyi ihtilali, devrimi Mustafa Kemal’le özdeşleştirerek, Atatürk’ün her yaptığını buna bağlayarak milli mücadeleye de karşı çıkıyorlar. Bütün bir halkın mücadelesini görmezden geliyorlar. İç savaş kazanılmasaydı Yunanlar yenilemezdi. Bütün bir halkın somut mücadelelerini bir şahsa bağlayarak hem fetişleştirme yoluna gidiyorlar hem de halkın katkısını görmezden geliyorlar. 

Kuvayi Milliye’nin İzmit’i kurtardığı gün çekilen bir fotoğraf.

“TÜRKİYE’DEKİ DEVRİM EMPERYALİST İŞGALE KARŞI”

Peki Ekim Devrimi’yle Millî Mücadele arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? 

Paralellikten önce bütünlükten bahsetmek gerekiyor.  Bütün devrimler sadece son dönemin proleter devrimleri değil, daha önceki burjuva devrimleri de örneğin 1776’da Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 19.yüzyılın başında Haiti ve başka Latin Amerika ülkelerinde yaşanan büyük devrim dalgası ve daha sonra Avrupa’da 1848 devrimleri… Onları ikinci devrim dalgaları olarak düşünebiliriz. İlki Atlantik devrimi ikincisi Avrupa halklarının baharı diye bilinen Avrupa devrimidir. Bir bütünsellik taşıyor. Burjuva devrimleri bile uluslararası dalga yaratmıştır. Proleter devrimleri bundan daha fazla öyledir. Ekim Devrimi modern çağda hâlâ aşılamamış derecede bütünsel ve proleter karakterli devrimdir. Ekim devrimi Avrupa’da, Arap ülkelerinde ve tabi ki Rusya’nın hinterlandı olan Orta Asya’da muazzam bir devrimci dalga başlattı. Bu ülkelerin önemli bir bölümü de Müslüman halklar. Mısır’da, İran’da, Irak’ta ve Suriye’de ve kısmen Filistin’de böyle sarsıntılar yaşanıyor. Demek ki bütünsellik var. Proletarya ve kapitalistler arasında mücadele başlıyor. Bütünsel dünya devrimi süreci yaşanıyor. Her yerine yayılma potansiyeli gösteriyor. Bu bütünsellikle bakınca Türkiye devriminin o büyük dalganın parçası olduğunu görüyoruz. Ekim devriminin bir parçası değil büyük dünya devriminin bir dalgası olarak görmemiz gerekir. Türkiye’de dinamik daha ziyade bir imparatorluktan Anadolu ve Doğu Trakya’ya hapsedilmiş, işgal edilmiş bir ülkede halkın toplu olarak emperyalist işgale karşı çıkmasıdır. Hiç kuşku yok! İçinde sınıf mücadeleleri de baş gösterir.

Sungur Savran

“TÜRKİYE SOLUNUN BÜYÜK BÖLÜMÜ UFKUNU BURJUVA DEVRİMCİLİĞİYLE KISITLADI”

“21.yüzyıl başında Arap coğrafyasında ve İran’da yaşanan devrimler ve halk isyanları Türkiye solcusu tarafından görmezlikten gelinmektedir. Hatta düpedüz inkâr edilmiştir” diyorsunuz. “Müslüman halklar kadercidir, başka halklardan farklı olarak koşullarına isyan etmez” inanışının doğru olmadığını vurguluyorsunuz. Bu bakış açısı yani Müslüman toplumlarda sınıfsal mücadelelerin olmadığını düşünmek, bunu yok saymak Türkiye’de yaşanan mücadelenin de anlaşılmamasına sebep olur mu? 

Çok doğru bir soru sordunuz. Bu bakış açısı Türkiye’de solun Kahire’de Tahrir meydanında yaşanan, milyonlarca insanın katıldığı, işçi sınıfının rejimin sendikalarından koparak, yeni sendikalar kurduğu, Mübarek’in düşmesinden sadece bir hafta önce büyük bir grev dalgasının başladığı Tahrir deneyimini Amerika dizaynı olarak sunması nedendir. Bu ifadeyi onlar kullandığı için söylüyorum. Türkiye solunun büyük bölümü ufkunu Kemalizmin laik cumhuriyet burjuva devrimciliğiyle kısıtlamıştır. Siyasi İslamcı bir mücadele sonucunda laiklik tehlikeye düştüğü için tamamen oraya sığınmaktadır. Mısır, Tunus devrimi işçi sınıfının katkısıyla oldu, gerisi yalandır. İşçi sınıfının da içinde olduğu devrimlere Amerikan dizaynı demek bu devrimlerden hiçbir şey anlamamak demektir. Burada dediğim gibi ufuk kapanması var. 

Millî Mücadele’yi eşraf, ayan, tüccar, asker, yeni burjuvazi, sivil memurlar, aşiret reisi ve ağaların başlattığını yazıyorsunuz. Mustafa Kemal’in mücadeleye daha sonra katıldığını, liderliğe 1920’li yıllarda ulaşabildiğini söylemeniz, İngilizlerle görüşmesi, Erzurum Kongresi’ne Kazım Karabekir sayesinde katıldığını yazmanız ve bunun gibi ayrıntılar Mustafa Kemal’in milli mücadeledeki yerini ve önemini azımsamak olmuyor mu?

Yerini azımsamak hiçbir şekilde aklımdan geçmez ama kişisel kanaatim bütün milli mücadelenin sanki bir bireyin aklından Hegel’in usu Mustafa Kemal’in kafasına girmiş ve o usun temsilcisi olarak mücadeleyi tasarlıyor ve her bir unsurunu en ufak bir eksiklik olmadan gayet düzgün bir şekilde yerleştiriyor gibi. Buna benzer bir fetişizm var ortada, bu doğru değil! Millî mücadelenin başta henüz İstanbul’da planlanırken Kemalist yazarların iddiasına göre Alev Çoşkun örneğin açıkça saraya damat olma meselesini 40-50 sayfa anlatıyor. Kars’ta Hükümet-i Cumhuriye adlı bir yönetim kurulmuş. Bölgesel bir şey elbette. O yönetimde her yerde böyle değil Ruslar ve Ermeniler de var. Son derece ilginç bir gelişme aslında. Öyle bir abartma var ki düzeltmek için verileri ortaya koymak lazım. Önce bunu tartışmalıyız. Bir konu yanlış tartışılıyor. Mustafa Kemal’in Havza’da bir Sovyet yetkilisiyle görüştüğü açık, bu temsilci aracılığıyla ikna oluyor, Türkiye’ye Bolşevizmi bile getirebiliriz diye Kazım Karabekir’e şifreli mesaj gönderiyor. Anılarda veya çeşitli araştırmalarda sunulan bilgilere göre hiçbir şekilde Sovyetlerle ilişki içinde bu işi götürmek söz konusu değildi diye yazılıyor. Zaten Samsun’a gelişi ikircikli bir şeydir.  Mustafa Kemal Anadolu’da hareket başlatmak için geldiğini bir yandan da kendisinin İstanbul’dan uzaklaştırılmak için gönderildiğini söylüyor. Demek ki ortada bir boşluk var. Samsun’a çıktıktan ve Havza’da bu görüşmeyi yaptıktan sonra başka bir Mustafa Kemal ortaya çıkıyor. Demek ki bu dönüşümler dünya çapındaki gelişmelerin ve Türkiye toplumu içindeki büyük mayalanmanın ürünüdür. Mustafa Kemal de bunlardan birisidir. Mustafa Kemal’i Türkiye’de o dönemde olan her şeyin mucidi gibi sunmak bir efsanedir. Daha sonraki uygulamalarında eleştirilecek şey var. 

“MUSTAFA KEMAL SAKARYA’YI KAYBETSE ENVER ÜLKEYE GİRECEKTİ”

Erik Jan Zürcher’den kitabınızda alıntılar yapıyorsunuz. Zürcher ‘Modernleşen Türkiye’nin Tarihi’ kitabında “Mustafa Kemal’in İstanbul hükümeti tarafından görevinden azledildiğinde ordu üzerindeki nüfuzu sona erebilirdi. Ne var ki, Mustafa Kemal’i tutuklaması ve başkente göndermesi emredilmiş ve onun müfettişlik görevi kendisine teklif edilmiş olan doğunun askeri bakımdan güçlü adamı Kazım Karabekir bu emre itaat etmeyip, kendisini hâlâ üstü olarak addettiğini bildirince Mustafa Kemal’in konumu korunmuş oldu. Ordunun büyük çoğunluğu Kazım Paşa örneğini izledi” diye yazıyor. Kazım Karabekir gibi güçlü bir paşa Mustafa Kemal’e ve onun liderliğine inanmasa bunu kabul eder miydi sizce?

Güzel bir soru. Şunu hatırlatmak istiyorum. Mustafa Kemal bu dönemde tek lider değil ama kitabımda ‘primus inter pares’ yani eşitler arası birinci olduğunu vurguladım. Onların arasında en yüksek rütbeli asker. İsmet daha albay. Daha sonra ikinci önemli isim olacaktır. Mustafa Kemal, Enver’le yaşıttır ancak Enver damat olduğu için hızlı yükselmiştir. Mustafa Kemal’in ordunun dağınıklığına rağmen belirli bir prestiji olduğu ve her zaman ordu tarafından desteklendiği reddedilemez. Ben üçlü iktidardan söz ediyorum. Enver, Mustafa Kemal’in yerine geçmek için Bakü’de bekliyor. O konjonktürde Anadolu’nun durumu göz önüne alındığında sayısız ittihatçı var, Mustafa Kemal Sakarya’yı kaybetse Enver ülkeye girecekti. Bir yandan Çerkez Ethem var. 1920 yılında her zaferi kazanıyor. Mecliste Ankara’da muazzam bir kahraman yetişiyor. En sonunda askeri olarak aynı cephenin insanları arasında çatışmaya yol açan bir mücadele neden yaşanıyor? Çünkü Çerkez Ethem alternatif bir lider olarak yükseliyor. 1920 yılında böyle biri çıkabilir miydi? Çıkamazdı. Çok iyi bir asker Mustafa Kemal ama olayların bütününe bakarken öyle yapamayız. Washington da iyi bir generaldi ama tek başına değildi. ABD’de kimse Washington’u tek önderimiz diye sunmaz. Lenin de değildi, üstelik Lenin de Ekim Devrimi’nin tek önderi değildi, yüzde 15 oy alan bir partinin azınlıktaki bir partinin lideriydi. Usta politikalarla sonunda çoğunluğun lideri oldu. Mustafa Kemal paşalar arasında birinciydi, zamanla da tartışılmaz lider haline geldi. Ancak tartışılmaz değildi söylemeye çalıştığım bu. 

MUSTAFA KEMAL’İN HAVZA GÖRÜŞMESİ

Kitabınızda Mustafa Kemal’in Havza’da bulunduğu döneme dikkat çekiyorsunuz. Mustafa Kemal’in Havza’da bir Rus yetkiliyle görüştüğünü yazıyorsunuz. Gün Zileli kitabınızla ilgili Artı Gerçek’te bir yazı kaleme aldı. Yazısında bu görüşmeye ilişkin yaklaşımınızı da eleştiriyordu. Bu bilgiyi Mehmet Perinçek’in ‘Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri’ kitabına dayandırıyorsunuz. Ayrıca Fransız kaynaklarına dayanarak da savınızı güçlendiriyorsunuz. 

Gün Zileli yanlış bir eleştiri yapıyor. Siz ondan etkilenmişsiniz.

Kitabınızı okuduğumda bu konu notlarım arasındaydı, bunu bir etkilenme olarak düşünmeyin. Çalışırken yapılan eleştirileri de okudum. Havza’yı konuşmamız önemli. Kitabınızda “Havza öncesinde Mustafa Kemal halka açık ya da kapalı hiçbir fikir beyanında Bolşevizme böylesine bir yakınlık göstermemiştir. Biz Mustafa Kemal’in Anadolu’da silahlı mücadele yoluyla kurtuluş fikrine Havza’da Sovyet temsilcisiyle (belki de günler boyu süren) görüşmesinden sonra ikna olduğu sonucuna ulaşmanın mümkün olduğunu düşünüyoruz” diye yazıyorsunuz. 

Sapla samanı birbirine karıştıranlar oldu. Şimdi daha açık cevap vereyim. Sovyet yetkilisiyle görüştüğü konusu uzun yılardır bilinen bir şeydir. Burada Gün Zileli’nin  Mehmet Perinçek ile olan kişisel gerginlikleri dolayısıyla Perinçek’i öne atıp beni kötüleme fırsatını kullanmaktır. Mehmet Perinçek kitabında bu ayrıntıları yayınlıyor çünkü belgeler var. Onun yayınladığı belgeler orada, önemli olan bu. Bülent Gökay adlı batı üniversitelerinde çalışan bir akademisyen iki kitabında da bu meseleyi bana yakın bir şekilde ele alıyor. Çok daha önemlisi Mustafa Suphi aynı tarihte Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında Kırım’da. Mustafa Suphi tam o tarihlerde yazdığı yazısında diyor ki “Neden Enver Paşa’ya bu kadar karşıyız da Mustafa Kemal’in mücadelesini önemsiyoruz?” Çünkü diyor ki “Burada bizimle görüşmesi sayesinde birlikte çalışmayı önüne koydu”. “Biz” diyor. O biz nedir? Komintern mi? Sovyetler Birliği’nden mi söz ediyor yoksa Türkiye Komünist Fırkası’nı kurmaya çalışan komünist ekiplerden mi? Araştırılan şey ne gibi bir dönüşüm yaşandı. Daha sonra Amasya Tamimi, bir bakıma milli mücadelenin büyük savaş deklarasyonu yayınlanıyor. Sırrıyla aktarılmış. Literatürde bunu kimse konuşmadı. Atatürk komünizm düşmanıdır. Komünizmle dost gibi görünmeyi çok usta bir politikayla sürdürmüştür. Kimsenin kullanmadığı şifreli telgrafta Kazım Karabekir’e “Gerektiği taktirde Bolşevik idareyi benimsemek kaydıyla diye” der. 

Mustafa Suphi

MUSTAFA SUPHİ’NİN ÖLÜMÜ

Kitabınızda Mustafa Suphi’nin öldürülmesini ‘Bir Cinayetin Anatomisi’ başlığında anlatıyorsunuz. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinin belgeli bir cinayet olduğunu yazıyorsunuz. Tarihçilerin de önemli bir bölümünün belge okumayı bilmediğini iddia ediyorsunuz. Bu mektup daha önce sizin yorumladığınız haliyle ele alınmamış mıydı? Bunu bu şekilde görmemiş olabilirler mi? 

Ortada bir belge var. Bu belge vaktiyle çeşitli yerlerde yayımlanmış. Trabzon katliamı 50.yılında tarihçiler arasında tartışma konusu olmuş ama okunamamış bir belge. Kimse benim okuduğum gibi okumamış bu belgeyi. İki sene önce bu belgeyi açıkladım. Bir kişi bile kamu önünde yanlıştır veya doğdurur demedi. Tarihçilerin sadece tarihle ilgilenen solcuların hem de siyasilerin tartışma kültürünün ne olduğu konusunda bir kuşku yaratıyor bu durum. Merak eden gitsin okusun belgeyi de katili de. Ortada şifreli bir mektup var. Yazdığı yalan hikâyede bütün bu işin gerçek failini ortaya çıkarıyor, herkesin bildiği Yahya Kahya’yı da temize çıkarıyor. Ortada açık kaynaklardan alınmış bir belgenin yorumu bu. Katliamdan sonra katil Trabzon’a da gelmiş, arkadaşıyla bunu konuşmamış olması mümkün mü ki arkadaşına sonra böyle bir mektup yazıyor. 

“Mustafa Suphi için diplomasiyi çok iyi bilen, taktiklerini usta bir satranç oyuncusu gibi adım adım uygulayan son derece hesaplı bir politikacıdır” diyorsunuz. Hatta Ali Fuat Cebesoy’un da Mustafa Suphi ile ilgili raporunda tekrar tekrar “kurnaz” ifadesini kullandığını belirtiyorsunuz. Peki nasıl oluyor da son derece hesaplı hareket eden Mustafa Suphi başına gelecekleri önceden göremiyor? Ölüme bile bile gider gibi Erzurum, Trabzon gibi gericiliğin belirgin olduğu bu iki şehre geliyor? 

Benim de tam çözemediğim şeyler var. Birincisi istihbarat konusunda ortaya çıkan muazzam bir başarısızlık söz konusu. Bilgi akışı bakımından engeller var, beceriksizlikler de olabilir. Yeterli bilgi alınmıyor. Mustafa Suphi her ne kadar her şeyi adım adım planlayan bir politikacı olsa da bazı kör noktaları olduğu ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan bilginin bize komünistler, Marksistler, sosyalistler olarak neleri eksik yaptığımız konusunda düşünme fırsatı yarattığını vurguladım kitapta. Basit bir örnek vereyim: Mustafa Kemal’in kurdurduğu Türkiye Komünist Fırkası’nı Mustafa Suphi, Enver Paşa’nın adamları kurdu zannediyor, açık bir biçimde de yazıyor bunu. İnanılır gibi değil! Demek ki Anadolu’dan hiç doğru bir bilgi akışı yok. Yine yanlış bir adım daha var burada. Sovyet Rusya’da ve Komintern içinde komünist politikada iki değişik çizgi var gibi görünüyor. Türkiye’de komünizmin gelişmesi için çok çeşitli adımlar ve yardımlar üzerine yerleşmiş bir politika bu. Bir çizgi de Enver çizgisi. Enver’i destekleyerek Sovyet politikasını başarılı kılma çabası. Mesele şu: Enver mi Türkiye’ye gidecek yoksa Mustafa Suphi mi? Aralarında düşmanlık var. Özellikle Bakü’ye geldiğinde binlerce Müslüman muhalifi kazanacağını zannederken Enver’in konuşma yapmasına dahi izin vermiyorlar. “Halklar katilidir söz verilemez” deniliyor.  Mustafa Suphi’nin Türkiye toprağında artık bir üs kazanması gerekiyor, bunun için de   acele etmeli. Aslında altı ay önce partinin kuruluşu ve yurda gelişi erken olabilir. Çerkez Ethem’le çatışma bile olmayabilirdi. Suphi’yi Türkistan’a geri bir pozisyona gönderiyorlar. Bu kadar usta görünen bir politikacı nasıl bu hatayı yapar? Çok güzel bir soru sordunuz. Tüm bunlar nedeniyle risk alarak geliyor.

ÇERKEZ ETHEM’LE MÜCADELE

Çerkez Ethem’in hain olup olmadığı da tartışılır. Mustafa Kemal ve Çerkez Ethem arasında yaşanan çatışma “Çerkez Ethem’in üstünlüğü ile sonuçlansaydı Türkiye Sovyetik hegemonik gücünün etkisi altında Sovyetleşmenin eşiğine gelirdi” diyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Çerkez Ethem Anadolu denkleminin bir parçası. Ankara’daki iktidar yapısına bakalım. Bu iktidar yapısını bilen bu söylediğime itiraz etmez. Halk zümresi içinde güçlü olan Yeşil Ordu, Nazım Resmor Bey’i o zaman Nazım Bey diye anılıyor, içişleri bakanı olarak seçtiriyor. Mustafa Kemal’in itirazına rağmen Nazım Bey seçiliyor. Tarihin en demokratik meclisi içinde ciddi sol bir muhalefet var. Nazım’ı Çerkez sayesinde istifa ettiriyor diye biliyoruz. Böyle bir iktidar yapısı söz konusuyken yani mecliste halk zümresi dışarıda yarı gizli bir örgüt olarak Yeşil Ordu, onun başında bazı Mustafa Kemal’e yakın unsurlar olsa da onun dışında başka unsurlar var. Yeşil Ordu bir Müslüman komünizmi gibi gizli örgüt. Kendine özgü usulleri var. Çerkez Ethem ve ağabeyi Yeşil Ordu’ya katılıyor. Mustafa Kemal bunu öğrenince müthiş bir telaşa kapılıyor ve Çerkez’le arasında mücadele başlıyor. Üç ay süren bir mücadele bu. 1921’de iki taraf arasında savaş başlıyor. Bu ne demektir? Alternatif lider Çerkez Ethem devasa bir komşunun, finansörün ve silah kaynağının yani Sovyet Rusya’nın desteğini almaya başlıyor. 

“YUNAN BELGELERİNE YETERİNCE BAKILMADI”

Fotoğraf: Eric Jan Zürcher ve Modernleşen Türkiye Tarihi kitabının fotoğraflarını yan yana verebiliriz

Erik Jan Zürcher kitabında Yeşil Ordu’nun Mustafa Kemal’in desteğiyle kurulduğundan söz ediyor. 

Yeşil Ordu’nun tarihçesi gizli bir örgüt olduğu için tartışmalıdır. Genç Marksistler Rus belgelerini hallaç pamuğu gibi atmalılar. Orada çok şey var. Yunan belgelerini kimse kullanmıyor. Türkiye’nin milli mücadelesinin kazanılmasında Yunan komünist partisinin devrimci, bozguncu savaş politikasının yani Yunan askerlerine çarpışmayın politikasını izlemesinin rolünü yeni keşfediyoruz. Oysa Halide Edib söylemiş. Yeşil Ordu bildiğim kadarıyla Mustafa Kemal’in onayıyla kurulmuyor ama içine arkadaşlarını sokuyor. Yeşil Ordu’nun başındaki şahsa “dağıtın” diyor ama “dağıtamayız” yanıtını alıyor. Eğer Zürcher Yeşil Ordu’yu Mustafa Kemal’in kurduğunu söylüyorsa tamamen ayrı fikirdeyim. Hâlâ hayatta ekim başında bir konuşma yapacak. Kendisine uzaktan bir tavsiyede bulunayım. Eylül 1920’de geliştirdiği politikalar demetini incelesin. Mustafa Kemal’in Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu’ya katılmasından ne kadar telaşlandığını o zaman anlar ve kontrol edemediğini de görür. 

“ANKARA’NIN DÜZENLİ ORDUSU BAŞKA 

KUVAYİ MİLLİYE BAŞKADIR”

“Milli Mücadele = Mustafa Kemal denkleminin yanlışlığı anlaşılmadan milli mücadelenin bütünsel anlamını kavramak bir yana, önem taşıyan bazı tekil olgularını dahi anlamak mümkün değildir” diyorsunuz. Neden?

Türkiye’de sol çok büyük ölçüde Türkiye’nin 20.yüzyıl tarihini Kemalist mitolojiden hareketle yazdı. Bunun en başında da milli mücadele dönemi geliyor. Türkiye’de sol milli mücadeleyi Mustafa Kemal’in bir ürünü, mutlak önderi, mücadeleyi sadece onun kafasından çıkmış gibi görür. 1980’den itibaren Türkiye’de boy veren sol liberalizm denen akım Türkiye’de bir devrim olduğunu yadsıdı. Osmanlı’nın doğrudan devamı gibi cumhuriyeti göstermeye çalıştılar. Sınıf Mücadeleleri kitabımı okuduğunuzu biliyorum. O kitabın esas sorunsalı budur. Belirli dönemlerde belirli tartışmalar ağırlık taşır.

Bülent Tanör’ün kongreler çalışması önemlidir, kuruluş ve kurtuluş ifadeleri ona aittir. Kongreler analizi her şeyin Mustafa Kemal’den önce başladığını yazan önemli bir kitaptır. Ankara’nın düzenli ordusu başkadır, Kuvayi Milliye başkadır. İkisini özdeşleştirmeye çalışanlar sahtekarlık yapıyor. Kuvayi Milliye halkın iradesiyle kurulan bir mücadeledir. Bir varlık olarak Mustafa Kemal’den bağımsızdır Kuvayi Milliye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi