Kan var bütün kelimelerin altında: Tarihî Kırıntılar

Edebiyat okurlarının yakından tanıdığı Barış Bıçakçı’nın geçen yıl yayımlanan son romanı Tarihî Kırıntılar, bir kültür-sanat dergisinde eleştiriler yazan Can adlı gencin merkezde olduğu, bir kaybın peşinde sürüklenen ve zamanla bu sürüklenişin kendisi olan bir ailenin, yakın Türkiye tarihinin ve ‘Şairler Geçidi’nin anlatısı

Yeni bir şey yazmasını dört gözle beklediğim kimi yazarlar var yerli edebiyatta. ‘Gök kubbe altında söylenmemiş söz’ kaldı mı, kalmadı mı sorusuna mahal vermeden alıp okumaya özen gösteririm. Edebiyat okuru biraz da konudan azade değil midir hem? O gök kubbe altında vuku bulan hadiseyi, bin anlatıcı arasından kendisine en büyülü anlatanı seçer bir nevi…
Edebiyat okurlarının yakından tanıdığı Barış Bıçakçı, yukarıda bahsettiğim yazarların içerisinde üretken olanlardan. 2000 yılından beri; Ayhan Geçgin ve Behçet Çelik ile yazdıkları Kurbağalara İnanıyorum adlı eseri de sayarsak, on adet eserde imzası var Bıçakçı’nın. Son romanı Tarihî Kırıntılar ise geçtiğimiz yıl yayınlandı.
Dört farklı anlatım,
iki farklı zaman
Tarihî Kırıntılar, bir kültür-sanat dergisinde eleştiriler yazan Can adlı gencin merkezde olduğu, bir kaybın peşinde sürüklenen ve zamanla bu sürüklenişin kendisi olan ailenin, yakın Türkiye tarihinin ve ‘Şairler Geçidi’nin anlatısıdır.
1992 yılının Aralık ayından sonra kendisini tamamen şiire verir Can. Üstelik henüz, on üç yaşında bir ergendir. Can kendisini şiire verir çünkü ablası Meral, ‘kırçıllı kumaştan uzun paltolu bir şaire’ âşık olmuş ve evi terk etmiştir. Meral o sırada Can’dan altı yaş büyük, yani on dokuz yaşındadır.
Meral evi terk ettikten sonra ailedeki ani değişiklikler yalnızca Can’da gözlenmez. Anne Sevgi, kızından bir iz bulabilmek için, şiir yayınlayan tüm edebiyat dergilerini takip etmeye başlar. Baba Taner de kendisini şiire verir. Fakat o Sevgi gibi okur düzeyinde değildir. Eski bir ajandaya kendi şiirlerini yazmaya başlar Taner.
Sevgi bu takibat işini, bir dedektif titizliğiyle sürdürmekte, yakaladığı en küçük emarenin dahi peşine düşmekte, bu uğurda şehirden şehre sürüklenmeyi göze almaktadır. Taner ise bu şiir yazma işini öyle ciddiye alır ki, kendisi ile alay eden iş yerinden arkadaşları ile yumruk yumruğa kavgaya girişir. Anne ve babanın bu savruluşu esnasında Can ise, ablasından bir iz ararken, yavaş yavaş şairlerden nefret etmeye başlar.
Tarihî Kırıntılar, kurgusu itibariyle, ardışık olarak birbirini izleyen dört farklı anlatım ile sürmektedir. Bu dört farklı anlatım ise iki farklı zaman barındırmaktadır. İlk zaman; Meral’in kaybolduğu 1992 yılı ile başlayıp 2006 yılına kadar süren, Can’ın gelişimini, ailenin kayba verdiği tepkiyi ve alışma sürecini işler. İkinci zaman ise 2014 yılı ile başlamakta ve 2018 yılına kadar sürmektedir. Bu zaman diliminde Can bir gazetede çalışmakta ve şairlerin isimlerini vermeden yazacakları, her birinin bir öykü ile yer alacağı bir öykü kitabı projesi yürütmektedir. Bu zaman dilimi aynı zamanda Türkiye’de yaşanan güncel olaylara da değinmektedir. Üçüncü anlatım ise Can’ın projesinde yer alan ve sayıları on iki adet olan şairlerin öykülerinden oluşmaktadır. Her öyküden sonra da o şairin şiir anlayışını işleyen ve adı ‘Poetika’ olan bölümler de dördüncü anlatımı oluşturmaktadır.
Politik Bir Anlatı
Barış Bıçakçı, diğer eserlerine nazaran, Tarihî Kırıntılar’da, güncele daha fazla eğilmiş, daha politik bir roman inşa etmiş diyebiliriz. Zaten seçtiği iki döneme de dikkat edersek, Türkiye’nin olağanüstü dönemlerinin hemen arifesi olduğu göze çarpacaktır. İlk zaman dilimi 1992 yılı Aralık ayında başlamakta, ikinci zaman dilimi ise 2014 yılında başlamaktadır. Türkiye yakın tarihine kısa bir göz atarsak eğer, hem 1993 yılının hem de 2015 yılının oldukça sıra dışı zamanlar olduğu göze çarpacaktır.
Can’ın ilk sevgilisi olan Yeşim, çocukluk aşkından bahseder Can’a. Kendisinden altı yaş büyük olan bu çocukluk aşkını Madımak Katliamı’nda kaybetmiştir Yeşim. Bıçakçı, roman boyunca birkaç defa değinmektedir bu acı olaya. Can’ın yürüttüğü projedeki şairlerden birisi Metin Altıok’la olana anısına değinmekte, ‘Küçük Tragedyalar’a göndermede bulunmaktadır. Can’ın, ablasının gidişinden dolayı şairlere öfke duymasına yine Yeşim karşı çıkmakta ve bu ülkede şairlerin yakıldığından bahsetmektedir. Can o zamanları hatırlamaktadır aslında. Fakat o ve ailesi, kendi acılarına o kadar gömülmüşlerdir ki, olanları sadece televizyon başında, çaresiz bakışlar olarak anımsamaktadır.
Minare ayakta, ama insan vuruldu!
Sadece geçmişte değil, günümüzde akan zamanda da acıya değinmektedir Bıçakçı. Şairlerden birisi ‘Ülke Gerçeği’ dediği anlatısında, galeyana gelen ırkçı güruhun, Diyarbakır’lı bir vatandaşın lokantasının önünde İstiklal Marşı okuduktan sonra ortalığı yakıp yıkmasını anlatır. Benzer şekilde ‘Can Sıkıntısı Olarak Hayat’ adlı anlatıda da mutsuz bir ailenin çocuğunun, yolda bulduğu sprey ile okul duvarına, arkadaşının Kürt ve terörist olduğunu yazması ve duvarda adı yazılan çocuğun okuldan atılmak istenmesi konu edilir. Bu hikâyede mutsuz olan anne baba, uğruna mücadele edecekleri bir şey bulmanın hazzıyla yaşamlarına devam ederler. Ne kadar da ‘İttifak’ kokan bir birliktelik değil mi?
“Hapishanenin duvarı öyle yüksek ki öğle güneşini bile kesiyor, ülkenin içinde bulunduğu karanlığı anlatmak için herhangi bir söz sanatına başvurmaya gerek kalmıyor.”
Böyle tarif ediyor yazarımız ülkenin içinde bulunduğu durumu… Meral kaybolmuş, üzerinden yıllar geçmiştir.
2015 yılının Temmuz ayında yaz sıcağında bir bomba patlamakta ve gencecik insanlar hayatlarını kaybetmektedir. Elbette Suruç’tan, heybelerinde oyuncak olan gençlerden bahsediyordur Bıçakçı. Can, ‘Şairler Geçidi’ projesi için ülkenin dört bir yanını gezmekte ve her köşeden ayrı bir trajedi fışkırmaktadır. Uykularında panzerin ezdiği iki kardeşi, sokakta bir hafta cesedi kalan elli yedi yaşındaki kadını görmekteyiz bu kayıplar ve yoksunluk arasında. ‘Çirkin ve Önemsiz’ olmaktan başka bir kurtuluş bulamamış şair ile birlikte yıkılmış Sur’un sokaklarını gezer Can. Dört Ayaklı Minare’nin önünde sessizce durur. Bir nevi bir saygı duruşudur bu. ‘Minare ayakta ama insan vuruldu’ diye düşünür.
‘Sanatçı Sorumluluğu’
Bıçakçı, kurgu ile birlikte yürüttüğü politik anlatıyı, esasen sorguluyor gibidir. Sanatçının çağının tanığı olmak gibi bir sorumluluğu olduğunu söylemektedir fakat peşi sıra, politik mücadele ile çözülecek sorunları edebiyat çözsün istiyoruz diye de eklemektedir. Roman boyunca sık sık yapılan bu tartışmayı oldukça değerli bulduğumu söylemeliyim. Belki de bu coğrafyanın sanatçılarının kaderi biraz da budur. İyi bir edebiyatçı olmanın yanı sıra politik bir figür, dava adamı hatta kanaat önderi olmaları beklenmektedir onlardan. Bu tavır elbette kaçınılacak bir durum değildir. Fakat onlarca yıldır çözülmemiş problemlerin, kadim sorunların, kanayan yaraların neden olduğu başka bir husus da var. Sanatçının evrensel olanla yeteri kadar ilgilenememesine neden olmaktadır bu sorumluluk. Tüm insanlığı ilgilendiren ahlaki ve etik problemlerle uğraşmak şimdilik uzak bir ihtimal gibi görünmekte.
Tarihî Kırıntılar, politik bir anlatı olduğu kadar, şiir yüklü de bir anlatıdır. İlk sayfadan son sayfaya kadar, hem kurgusu hem de dili ile bunu hissettirmektedir. Barış Bıçakçı’nın önceki romanlarında kullandığı sade dil, yerini Tarihî Kırıntılar’da daha yoğun ve şiirsel bir dile bırakmış gibidir. Aslında Bıçakçı roman içinde bu değişime de değinmektedir. Ali arkadaşı Can’a, dilinin daha da sadeleşeceğine giderek zor ve süslü bir dil kullandığını söylemektedir. Belki biraz iddialı olacak ama Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu dili, Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanındaki şiirselliğe benzettiğimi söylemeliyim.
Bir kayıp romanı olarak da okunabilecek bu anlatıda Meral’i yalnızca bir kere duyarız. O da ‘Neler Almalıyım Yanıma?’ diye sorarken. Bıçakçı, Meral’i bir Cansever şiiri ile kaybetmiş ve onu ararken, hoyrat akşamüstlerinde Ahmet Muhip Dıranas’a, kendini Turgut Uyar sanan adama, ‘Küçük Tragedyalar’da Metin Altıok’a, üç kere ‘Ve yıkıldı gitti Likya’ diyen Melih Cevdet’e, ‘kan var bütün kelimelerin altında’ diyen Cemal Süreya’ya da uğramıştır.
Bıçakçı son Poetika’sında yanına neler alması gerektiğini Can’a söyletmiştir. Tüm bu şairlerin yanı sıra, Cansever’in dediği gibi okumak için Sait Faik de almak gerekir bana kalırsa. Can’ın projesindeki İzmirli kadın şairin ‘Üç Kadın Bir Balık’ öyküsünde, kıskanç karakter Saliha, iş yerindeki bir adamdan çok hoşlandığından bahseder arkadaşlarına. Onlar da Saliha’nın o adama önce sahip olacağını ve sonra onu o yapan tüm özelliklerini değiştireceğini söyler ve onu suçlarlar. Bu konuşmanın akabinde gece boyunca üç kadın da evin değişik bölümlerinde bir balık görürler. Kadınların gördüğü bu balık bana Sait Faik’in Dülger Balığı’nı anımsattı. Hırçın sulardan alıp, evcilleştirdiğimiz ve tüm özelliklerini elinden aldığımız dülger balığı…
Yakın tarihimizi en iyi serçeler bilir!
Bıçakçı’nın şiirden devşirip koca bir anlatıya dönüştürdüğü, çağına tanıklık ederken bunun ağırlığına da değindiği ve ortalığa parça parça dağılan bu Tarihî Kırıntılar’da, belki de gerçekten yakın tarihimizi en iyi serçeler biliyordur. Meral’in okuduğunu tahmin ettiğimiz Cyrano de Bergerac gibi eli iyi kılıç tutan ve şiir gibi güzel konuşan kahramanın, II. Abdülhamit tarafından yasaklanmasında, kahramanın büyük olan burnundan başka bir sebep olmasını da umuyoruz!..
Aksi takdirde öğlen güneşi dahi vurmuyor bu ülkeye…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sinan Tepe Arşivi