“Size gülümsedim, görebildiniz mi?”

Yüz yüze iletişimin hayatı kolaylaştıran bir yanı var. Oysa dijital ortam bunu hep zorlayan bir yapıya sahipti. Emojileri bol bol kullanmaya çalışmamız, söyleyeceklerimizi yumuşatmadığımız zaman ne diyeceğimizin amacını aşabilecek olması hep muhtemel tehlikelerdi. Yıllar önce bir arkadaşım “günaydın” mesajıma “benden de” diye mesaj yazdığında burulmuştum. Sonra bana, senin sorunun vurguyu kendin yapamaman demişti, hep olumluya yaparsan, mutlu olursun. O mesajı “benden deeeeeee!!!!” diye okumak senin elinde.
Twitter’da takip ettiğim iki kişi arasında bir tartışma yaşandı. Yazılı yaşanan tartışmaya başka bir isim vermeli belki. Tartışma deyince tam ne olduğunu anlatamıyorum. Uzun uzun devam edemiyor hemen sinirler geriliyor ve oklar çekiliyor. Her şey gelişmenin ardından genelde tatsız olan sonuç aşamasına pek hızlı ulaşıyor. Velhasıl, diyorum ya bundan sonra maskenin ardından iletişimimiz her daim biraz sosyal medyadaki iletişimimize benzeme tehlikesiyle karşı karşıya. Çünkü tebessüm ettiğimiz anlaşılmadığında, karşımızdakinin niyetini anlamada hep biraz ikircikli kalıyoruz.
Elbette ki maskenin yıllarca edebiyatta ve sinemada konumlanma biçimi bizim bu güvensizliği duymamıza sebep oluyor olabilir. Ne de olsa maske saklayacak bir şeyi olanlarındır. Tüm yüzünü kapayan V’yi düşünün. Aslında kim olduğunu, geçmişini anlayamayız, ayrıca maskenin onu cisimleştirmesini de ister. Böylece her maske takan kendisine benzeyecek ve bir kişi değil ama kolektif olabilmenin anlamı ve gücü ortaya çıkacaktır. V bir kişi değil bir fikirdir ve maske onun bunu yapmasına olanak sağlar. Ama maskenin tek kullanım alanı bu da değil. Maske taktığımız ilk an bir süper kahraman olduğunu düşünen kızım bunu her gün takması gerektiğini anlayınca süper kahramanlıktan havlu atalı birkaç gün oldu. Gerçek hayat tabii ki filmlere benzemiyor. Hayat film olsaydı, olsa olsa bir Yasujiro Ozu filmi olabilirdi.
MagrItte’in meşhur elması
Maske değil ama yüzü saklamak örneğin Rene Magritte’in sık başvurduğu bir tekinsizlik anlatımı. Magritte’in “Not to be Reproduced” Kopyalanmamış isimli 1937 tarihli resmi, aynadan başının arkasını gördüğümüz bir kişiyi betimler. Bu Magritte’in aynı zamanda şair olan Edward James’in evi için yaptığı portrelerinden. James’i çizdiği böyle bildiğim bir resmi daha var. Portre siparişi versem ve ressam yüzümü çizmese ne hissederdim acaba? Elbette James baştan biliyordur sonucu ama ben epey şaşırmaz mıydım? Burada amaç aslında yeniden üretimde bir gerçeklik, kesinlik aramanın ne anlama geldiğini sorgulamaktı. Şüphesiz resme baktığımızda “orijinal ne demek?” diye de düşünebiliriz. Ama resmi bugün baktığımız pencereden değerlendirsek, durumu abartarak gözlerini bile göremediğimiz, kafasının arkasıyla karşılaştığımız bir adamın bize hissettirebileceğine odaklansak? Yüzü görebilme arzusunun önüne geçmek ve gizemi göz ardı etmek imkânsız diye düşünürüm. Sanatın güzelliği bizi hep böyle düşünülmeyeni düşünmeye itmesi.
Peki Magritte’in meşhur elmasını düşünelim mi? Yüzümüzün tam ortasına yerleşen bir elma aynı maske gibi değil mi? Bir kişiyi diğerlerinden farklılaştırdığı kesin ama ya herkes aynı elmayı yüzünün önünde tutarsa? Bizi herkesleştiren bu görüntünün esiri olmamak için insanlar burada farklı farklı maskeler dikmeye ve maskelerini kişiselleştirmeye başladılar bile. Üzerinde gülümseme resmi olan maskeler var. Evde herkes kalan kumaşlarıyla maske dikme telaşında. Renkler, çiçek ve kuş motifleri hep gülümsememizin yerini alabilecek güzellikte bir çabanın tezahürü.


İstemeden içine çekildiğim TwItter tartışması
Geri geleyim Twitter’da okuduğum tartışmaya. Bu hafta aslında yazmayı istediğim konu buydu. Ama hayat hiçbir zaman planladığımız gibi gitmiyor ya hani. Soru şuydu; birisi kötü ama iyi olabilir mi aynı zamanda? İnsani özelliklerden yana sınıfta kalmış biri örneğin çalışkan olduğunda onu takdir edebilir miyiz? Hatta daha da zoru, asla tasvip edemeyeceğimiz şeyler yapan biri iyi bir resim yaparsa ne diyeceğiz? Woody Allen’ın Zelig filmi üzerine yazıp okuyabilir miyiz? Yoksa adı batasıca mı demeliyiz kendisine?
Bu soruları sormayı amaçlarken, Twitter üzerinden iletişime girebilmenin ne kadar zorlayıcı olduğunu düşündüm ve üstteki paragraflar döküldü önce, kafamdan geçeni paylaşıverdim. Hem bu tartışma hem geçen hafta istemeden içine çekildiğim Twitter tartışması, insanın kendini anlatma imkânı olmadığında, uzun uzun anlatamadığın seni tek bir kelime tek bir bakışla nasıl karşı tarafa geçirebileceğin konusunun muamması çok düşündürücü. Korkarım ekranlar hayatımızı domine etmeye başladığında iletişimin temel prensiplerinin böyle böyle 7 yaş dişleri gibi pıtır pıtır dökülmeye başlaması içten bile değil. Böyle bir durumda kimin size destek çıkabileceği konusu da riskli. Aslında size hak veren ama kamusal alanda size hak veriyormuş gibi gözükmek istemeyen insanı eleştirebilir miyiz? Hayat ne zor, ne çok hamle var.
Yayınevine girdiğimde iki arkadaşım tartışıyordu. Tam da Woody Allen örneğini Yeni vizyona girmişti Allen’ın filmi, izlemeli miyiz diye? Soru buydu. Bu konuda örnekler bilmek istemeyeceğimiz kadar çok. Ben erken yaşta Elvis Presley severek nerede hata yaptığımı düşünmüştüm yıllar sonra. Sesini, müziğini sevdiğim bir şarkıcının 14 yaşındaki kızlara ilgi duyması hatta biriyle tam da o yaşta evlenmesi, ardından ona ilgisini kaybederek başka 14 yaşındaki kızların peşine düşmesini istemezsem ben düşünmem. Ama herkes için o kadar kolay değil. Bu liste uzayıp gidiyor. Ama en zoru düşün hayatımızı etkileyenler elbette ki, resimden kafanı çevirebilirsin belki ama düşünsel hayata yüzyıllardır katkı sağlayan birinin üst üste koyduğu taşları nasıl indireceğiz?
Tartışamama kültürü
Ama bu son gördüğüm tartışmayı sonuçlandırmak biraz daha kolaydı bana kalırsa. Büyük işler yapmış bir dahi yoktu bu sefer karşımızda. Eni konu kötü bir adam, ideolojik açıdan problemli ama çalışkan olduğu için övgüyü bu konuda hak ettiği düşünülen. Düşündüm, düşündüm, hala düşünüyorum. İnsanlara zararı dokunan kişilerin, yaptığı kötülükleri yapmaya devam edebilmeleri adına daha çok çalışkan olmalarını isteyebilir miyiz? Çocuğunu dövdüğünü bildiğimiz bir adam işinde çok çalışkan olsa mesela, buna ses çıkarmamalı mıyız? Eşcinsellerle ilgili bir açıklama yaparak Almanya’da çalıştığı hastane tarafından hakkında soruşturma açılan doktor iyi bir doktor da olsa fark eder miydi?
Ben tavrımı ne taraftan yana koymam gerektiğini biliyorum. İnsan olmanın parça parça birbirinden ayrılabilecek noktaları olduğunu sanmıyorum. Instagram’a çocuğunun fotoğraflarını koymak istemeyen kişiler sade el, sadece ayak, sadece göz ya da yüzü üstünde çeşitli emojilerle koydular ya yıllarca. Sanki göstermek illa yüzü görmekten geçiyormuş gibi. Sanki göstermek parçalara ayrılabilirmiş gibi. Sanki hiçbir Magritte resmine uzun, uzun anlamını sorgulamak için bakmamışlar gibi. İşte bana kalırsa bu da parçalara ayrılamaz. İşlevimiz bizden ayrılarak başka bir insan olamaz. Kimsek, ne yapıyorsak her şeyi bütünüyle yapıyoruz. İnsan olmak anlamını her zaman kendin için, önce yakınındakier sonra mümkünse senden daha uzakta olanlar için hayatı hep bulduğundan iyi ve güzel bir hale getirmekten geçmeli.
Gülümseyemediğimiz, birbirimize aslında açık yüreklilikle uzun uzun, dokuna dokuna ağız dolusu bir şeyler anlatamadığımız sürece birbirimizi anlamak biraz daha zor olacak. Ama kırmızı çizgilerimiz belli sanırım. Gülümsemenin yerine hızla yeni bir şeyler koyabileceğimize inanıyorum. Peki bizi keskin taraflar haline getiren bu yeni tartışamama kültürü için ne yapacağız? Zira yakın zamanda düzeleceğe pek benzemiyor.
Şiirle bitirelim. Cansever’den gelsin.
“Bütün iyi kitapların sonunda bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen soluğu sende olan, yeni bir başlangıç vardır…”

Haydi inşallah.

Yazan: Aslı Kotoman

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aslı Kotaman Arşivi