YOLSUZLUKLAR TÜRKİYE İÇİN BİR KADER OLMAMALI

Kamuoyunun gündemine taşınan yolsuzluk iddialarının araştırılmaması, yargılamaya konu olmaması, yönetilenlerde umutsuzluğa ve yılgınlığa yol açarken; yoksulluk ve açlık sınırındaki yığınlardan toplanan vergilerin israf edilmesi, devlete, hukuka ve adalete duyulan güveni ortadan kaldırmaktadır.

Bu yolsuzluk iddialarından biri, önceki Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın eşi Hasan Pekcan’la ortak oldukları Nanoksia adlı şirketin ürettiği dezenfektanların kamu kurumlarına ve Ruhsar Hanım’ın başında bulunduğu Ticaret Bakanlığına satılmasıyla ilişkilidir. Söz konusu haber, 16 Nisan’da Oda TV’de[1] yayınlandığı halde Bakan Pekcan ne haberi yalanlamış ne de istifa etmiştir. Üstelik Sayın Cumhurbaşkanı da Anayasanın 104. maddesinin 8. fıkrasının kendisine tanıdığı bakanları azil yetkisini ancak bu haberlerin yayınlanmasından beş gün sonra kullanmıştır. Öte yandan Cumhurbaşkanı, aynı gün TBMM’de düzenlediği grup toplantısında Ruhsar Pekcan’a teşekkürlerini ifade etmiştir.  

Daha vahim olanı, Sayın Pekcan bakan olarak atanmadan önce 6 Kasım 2016’da dönemin Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi’ye aşağıdaki yazının e-posta yoluyla gönderilmiş olmasıydı.

“Ruhsar Pekcan isimli şahıs tarafından Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Sayın Emine Erdoğan Hanımefendi’nin yakını olduğunu söyleyerek vergi ödemeksizin eşya ithali teşebbüsünde bulunduğu/bulunacağı bilgisi gelmiş olup, bu duruma karşı tüm bölge müdürlükleri ve bağlantılı gümrük müdürlüklerinde görevli personelin müteyakkız olması hususunda uyarılması gerekmektedir. Bilgi ve gereği rica olunur.”[2]

Bu tablo karşısında sorulması gereken ilk soru, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde bakanlıklara yapılan atamalarda aranan kriterlerin neler olduğu; ikinci soru ise bu atamalar öncesinde yeterli bir araştırmanın yapılıp yapılmadığı meselesidir. Bakanlık düzeyindeki bir atamayla ilgili herhangi bir ön araştırmanın yapılmadığı açıktır. Adı ciddi bir yolsuzluk iddiasına karışan bakana teşekkür edilerek görevine son verilmesi ise bir hayli şaşırtıcıdır.

Bakanları Denetleyecek Herhangi Bir Vasıta Mevcut Değil Midir?

Bakanların görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılanmalarını sağlayacak mekanizma, meclis soruşturması olarak adlandırılmaktadır. Bu mekanizma, Anayasamızın 2017’de kabul edilen 106. maddesinin 5. vd. fıkralarında düzenlenmektedir. Bu fıkralara göre “Bakanlar hakkında görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir. Meclis (…) üye tamsayısının beşte üçünün gizli oyuyla soruşturma açılmasına karar verebilir.

(…) Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının üçte ikisinin gizli oyuyla Yüce Divana sevk kararı alabilir.”

Görüldüğü gibi suç işlediği iddia edilen bir bakan hakkında meclis soruşturması yönteminin harekete geçirilmesi bir hayli güçtür. Çünkü 2017 değişikliğiyle beraber soruşturma önergesi verilmesi için en az 301, soruşturma komisyonu kurulabilmesi için en az 360, Yüce Divan’a sevk için ise en az 400 milletvekilinin oyuna ihtiyaç vardır.

Oysa meclis soruşturması, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeden önce nispeten kolay harekete geçirilebilecek bir mekanizmaydı. Anayasamızın mülga 100. maddesine göre başbakan veya bir bakan hakkında suç işlediği iddiasıyla önerge verebilmek için TBMM üye tamsayısının onda biri olan 55 milletvekilinin imzası yeterliydi. Soruşturma komisyonunun kurulabilmesi için toplantıya katılanların salt çoğunluğu, yani basit çoğunluk aranmaktaydı. Yüce Divan’a sevk kararı için ise üye tamsayısının salt çoğunluğu, yani 276 milletvekilinin oyu yeterli olmaktaydı.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişi sağlayan anayasa değişikliğiyle meclis soruşturması mekanizmasının işletilemeyecek hale getirilmesi, haklı kuşkulara yol açmıştır. Bu kuşkuyu, anayasa değişikliği halkoylamasına sunulmadan önce açık olarak ifade eden Kemal Gözler’e göre Anayasanın bu değişiklikle yürürlüğe giren 106. maddesinin soruşturma komisyonu kurmak için aradığı üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu ile Yüce Divan’a sevk için aradığı üye tamsayısının üçte iki çoğunluğunun oylarını elde etmek, fevkalade zordur. Bu nedenle Prof. Gözler, 2017 Anayasa değişikliğinin bir tür suiistimalci anayasacılık olduğunu öne sürmektedir.[3] Prof. Ergun Özbudun’un da tespiti aynı yöndedir. Özbudun’a göre, “2017 Anayasa değişikliği (…), gerek yöntemi, gerek içeriği yönünden suiistimalci anayasacılığın tipik bir örneği”dir.[4]

 Kavramı ilk kez ortaya atan David Landau’nun tanımına göre suiistimalci anayasacılık, “anayasal değişim mekanizmalarının –anayasada değişiklik yapılması ve anayasanın yeni bir anayasayla değiştirilmesi– demokrasiyi tahrip etmek amacıyla kullanılmasını içerir. (…) İktidardaki güçlü başkanlar ve partiler, anayasal değişmeyi, onları görevlerinden almayı çok güçleştirecek ve onların iktidarlarını kullanılmasını denetlemeye yönelik mahkemeler gibi kurumları etkisiz hâle getirecek şekilde inşa etmektedirler. Bu şekilde biçimlendirilen anayasalar uzaktan hâlâ demokratikmiş gibi görünürler ve bu anayasalar, liberal demokratik anayasalarda bulunanlardan farksız pek çok unsur barındırırlar. Ama yakından bakıldığında, onlar, esasen demokratik düzeni yok etmek için tasarlanmışlardır.”[5]

Gerçekten Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişi sağlayan 2017 Anayasa değişikliği, anayasal düzenimizde öteden beri var olan fren ve denge mekanizmalarını ortadan kaldırarak karar vericilere mutlak ve sınırsız yetkiler sunmuş; böylece bir yandan demokrasinin, diğer yandan da onun en güçlü güvencesi olan hukuk devletinin tahribine yol açmıştır.

Tümüyle Çaresiz Miyiz?

Konuyu meclis soruşturması yönünden değerlendirdiğimizde, bugünkü Meclis aritmetiği karşısında bir tür çaresizlik tablosuyla karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir. Bu çaresizliği ortadan kaldırabilecek tek faktör, iktidar blokuna mensup olan milletvekillerinin – AKP, MHP ve BBP – kamuoyunu sarsan yolsuzluk iddiaları karşısında duyarlı olmaları, meclis soruşturması mekanizmasının harekete geçirilmesine destek sunmaları olabilirdi. Ne yazık ki iktidar blokuna mensup milletvekilleri, kamuoyunun önemli bir kesimini rahatsız eden yolsuzluk iddiaları karşısında suskun ve hareketsiz kalmayı tercih etmişlerdir. Dahası, yol açacağı hukukî sonuçlar itibarıyla meclis soruşturmasından nispeten daha az etkili olan meclis araştırması mekanizmasının harekete geçirilmesine de mani olmuşlardır.

Araştırma komisyonunun yetkileri bir hayli geniş olup kamuoyunda derin kuşkular uyandıran yolsuzluk iddialarının açığa çıkarılmasını sağlayacak mahiyettedir. Bu gerçeği dikkate alan CHP milletvekilleri 18 Mayıs 2021’de Ruhsar Pekcan hakkında ortaya çıkan yolsuzluk iddialarının araştırılması için bir önerge vermişlerdir. Ne var ki bu önerge, AKP ve MHP oylarıyla reddedilmiştir. Böylece araştırma komisyonunun kurulmasıyla elde edilmesi mümkün olan bilgilere ulaşma imkânı da ortadan kalkmıştır. Oysa 24 Haziran 2018 seçimleri akabinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, elde ettikleri oy oranını şu sözlerle değerlendirmiştir: “Milletimiz MHP'yi kilit parti yapmış, denge ve denetleme görevini vermiştir.”[6] Anlaşılan aradan geçen üç yıl içinde MHP, seçmenin kendisine verdiği mesajı göz ardı etmeyi tercih etmiştir.

Bu açıklamalar, Sedat Peker’in bir süreden beri Youtube’ta yayınladığı videolarla kamu vicdanını derinden sarsan yolsuzluk iddialarının da TBMM’de meclis araştırması veya meclis soruşturmasına konu olamayacağını göstermektedir. Nitekim HDP’nin Sedat Peker’in açıklamaları üzerine verdiği araştırma önergesi, gene AKP ve MHP oylarıyla reddedilmiştir.[7] Bu nedenle tek umut, yapılacak ilk TBMM seçimlerini takiben Meclis aritmetiğinin önemli ölçüde değişmesi; böylece ortalıkta uçuşan ve izleyenlerde derin bir tiksintiye yol açan yolsuzluk iddialarının yeni TBMM tarafından araştırma ve soruşturmalara konu yapılmasıdır. İşte bu sebeple müteakip seçimler, Türkiye’nin kaderinin tayininde hiç olmadığı kadar tarihî, siyasi ve hukukî bir öneme sahip olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serap Yazıcı Arşivi