Altına ölüm!

Altına ölüm!
“Altına hücum”, dünden bugüne insan ve onun bir parçası, evi-barkı, ocağı olan yeryüzüne felaketten başka bir şey getirmedi, getirmiyor. Şimdi korona felaketi ortasında da bu felaketin izi ekonomi-politik bağlamda asırlarca...

“Altına hücum”, dünden bugüne insan ve onun bir parçası, evi-barkı, ocağı olan yeryüzüne felaketten başka bir şey getirmedi, getirmiyor. Şimdi korona felaketi ortasında da bu felaketin izi ekonomi-politik bağlamda asırlarca geriye sürüldüğünde karşımıza bir “müsebbip” olarak çıkan altına yine hücum ediliyor

Ridley Scott’ın Gérard Depardieu ve Sigourney Weaver’ın eşsiz oyunculuk katkılarıyla “Amerika’nın Keşfi”nin 500’üncü yıldönümünde (1992) vizyona girmiş “1492 – Cennetin Fethi” filminde bir sahne var: Kolomb (Gérard Depardieu) San Salvador adasına ayak basıp “Yeni Dünya”nın eski ve kepaze dünya tarafından “talihsiz” keşfini gerçekleştirdikten sonra geri dönmüştür (elbette tekrar gidecektir). Ve kendisini dönemin İspanya’sındaki pek çok resmî ve dinî otoritenin karşı çıkışına rağmen Amerika’ya riskli yolculuğunda destekleyen (hiç kuşkusuz karşılığında maddi servet beklentisindeki) Castile Kraliçesi Isabella (Sigourney Weaver) ile yemekte sohbettedir. Masa, İspanya soylu sınıfının en seçkin simalarıyla da doludur.

O sahnede Kolomb ve Kraliçe arasında Amerika’daki yerlilerin inançlarına değgin şöyle bir konuşma geçer:

Kolomb: “Onlar, tanrının onları yarattığı gibi, çıplak doğup çıplak ölüyorlar.”

Isabella: “Tanrı mı?.. Hangi tanrı?!”

Kolomb (bir an düşündükten sonra): “Onların tanrısı ‘Doğa’. Tanrının ‘Doğa’da gizli olduğunu söylüyorlar. Onu, yapraklarda, taşlarda, kabuklarda görüyorlar”.

Tam bu noktada araya Kraliçe’nin hazine nâzırı Gabriel Sanchez (Armand Assante) girer ve Kolomb’a sorar: “Affedersiniz Don Kristof! Ya altın?!..”

Kolomb hemen elini şaklatır ve bir dizi adam salona girerek ellerindeki tepsilerde bulunan altınları masanın etrafında dolaşarak, oturanlara sergilerler.

Sanchez, “Bu gördüklerimiz yeterli değil” şeklinde tepki verir.

Kraliçe Isabella ise elinde bulunan ve yerliler tarafından yapılmış altından bir maskı yüzüne götürüp yerleştirdikten sonra, beğendiğini hissettiren tatminkâr ve muzip bir gülümseme ile Kolomb’a dönerek, “Don Kristof’a minnettarız!” der.

Koronanın ‘Altın Çağ’ı

İnsan karantinada evde olunca vaktini geçirme yolunda ne yapsa ne etse iş dönüyor dolaşıyor bir şekilde koronayla irtibatlanıyor. “1492”yi bir kez daha izleyince de öyle oldu.

Çünkü filmin yukarıda aktardığım sahnesini izlemeyle eşzamanlı olarak, altın fiyatlarında korona krizine bağlı astronomik artış üzerine haberler de dolaşımdaydı.

Kovid-19 ortaya çıkmadan önce uzmanların tahminine göre ons olarak altın fiyat tahmini 2020 için 1546 dolar, 2021 içinse 1600 dolar iken korona krizine bağlı olarak 14 Nisan itibarıyla altın fiyatı 1746,50 dolar olarak tespit edilmiş durumda. Tabii altına uzun vadeli bir talep olacağı da ifade ediliyor.

Bu arada krizin dünya para sistemini değiştireceği ve dünya paralarını altına endeksli hale getireceği, yani küresel bir yeni “altına hücum” dönemini başlatabileceği de kuvvetli bir ihtimal olarak öne sürülmekte (bkz. Sevda Dursun’un ekonomi gazetecisi Erkan Öz’le yaptığı röportaj: “Korona para sistemini değiştirecek, dünya ‘altın çağı’na dönecek”, gerçekhayat.com.tr, 13 Nisan 2020).

Krizin yolumuzu kâğıt paradan, tahvilden, bonodan, hisse senedinden altına çıkardığına ilişkin bu uzman iddialar dillendirile dursun, Amerika’nın (keşfini değil) “fethini” konu alan sinema filmi de çok güzel hatırlatıyor ki bugün bu krize bizi çıkaran mevzubahis “yol”un başlangıçlarında da altın vardı.

Diğer deyişle, bir ekonomi-politik işleyişe bağlı olarak bugün çok karanlık ve umutsuz merhalesinde olduğumuz bu yolun önünü açan da altındı.

Bize “Amerika’nın keşfi” diye yutturulan dünya-tarihsel hadise aslında bir toprağın, insanlar da dâhil olmak üzere onun üstündeki ve altındaki bütün kaynaklarla birlikte fethinden ibarettir. Bu, özünde, muazzam bir “altına hücum” harekâtından başka bir şey değildi

Sermaye birikimi altınla oldu

Geçen haftaki Pencere Pazar yazımıza da ilham kaynağı olan kıymetli kitabında Leo Huberman, kapitalist örgütlenmenin başlangıçlarının 13.-14. yüzyıl İtalya’sında, özellikle Haçlı Seferleri ile zenginleşmiş şehir devletlerinde aranması gerektiğini söylemekle birlikte bu “servet”in yeterli olmadığını ve kapitalizmin önünü açacak asıl sermaye birikiminin 16. yüzyıldan itibaren Amerika’nın “fethi” ile gerçekleştiğinin altını, Marx’a da atıfla şöyle çizmiştir:

“Modern kapitalizminin evrimini çok iyi bilenlerden olan Karl Marx olayı şöyle özetler: Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli nüfusun madenlere tıkılması, köleleştirilmesi, gömülmesi, Doğu Hint Adaları’nın fethi ve yağması… Bu bildik olaylar ilk birikimin başlıca uğraklarıdır” (L. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Çev. M. Belge, İletişim, 1995, s. 179).

İşte bu yüzden Kolomb’la Kraliçe Isabella arasındaki tanrı tartışması hazine nâzırı Sanchez için alabildiğine talidir. O, “Peki ya altın?” diye sorarak, yeni yükselen tüccar burjuvazinin koçbaşı durumuna gelmiş 16.-17. yüzyıl monarşilerinin haletiruhiyesini çok güzel aksettirmektedir. Yine o yüzden bize “Amerika’nın keşfi” diye yutturulan dünya-tarihsel hadise aslında bir toprağın, insanlar da dâhil olmak üzere onun üstündeki ve altındaki bütün kaynaklarla birlikte fethinden ibarettir.

Bu, özünde, muazzam bir “altına hücum” harekâtından başka bir şey değildir.

Bu doğrultuda, üzerinde on binlerce yıldır insanların doğaya tapar halde yaşadıkları kıtaya ellerinde ateşli silahlarla ayak basan Beyaz barbarların, o insanları da onların taptığı doğayı da acımasızca imha ettiği bir süreçtir yaşanan… Doğasıyla-insanıyla yaban olan, doğadan-kopuk “uygar” barbarca yok edilmiştir.

Tabii bu süreçte meşruiyet (haklılaştırma) kaynağı da din olmuştur.

Tanrı, yeryüzü, insan

Amerika yerlilerinin tanrısından söz eden Kolomb’a “Hangi tanrı?” diye soran Kraliçe’yi de, onun hazine nâzırını da, masadaki diğer soylular ve ruhbandan olanları da Kolomb’un “Onların tanrısı Doğa” cevabının ne tatmin ne de mutlu ettiği söylenebilir.

Çünkü Hristiyanlıkta, daha genel olarak Yahudi-Hristiyan inanç geleneğinde antropomorfik tanrı tasarımı eşliğinde insan-doğa ilişkisi bir karşıtlıkla karşımızdadır.

Eski Ahit’te yeryüzü, “lanetlenmiş bir düşman” olarak, onun üzerinde “zahmetle” hayatta kalma mücadelesi verecek olan insana sunulur. İnsanın dünya üzerindeki varlığı, uzlaşmaz bir yarışma/rekabet içinde olduğu doğa üzerinde tanrının emriyle tahakküm kurmaya dayalı olarak karakterize edilir. Doğa, kendisine minnet dolu teslimiyetle yaklaşılacak bir güç değildir insan için. O, insanın ihtiyaçları doğrultusunda alt edilecek, kontrol edilecek ve istifade edilecek bir kaynaktır (Zia Sardar, Ashis Nandy & Merryl Wyn Davies, Barbaric Others: A Manifesto on Western Racism, Pluto Press, 1993, s. 25). 

Amerika’nın soykırım karnesi

Bu teolojik daha doğrusu teo-ideolojik söylem çerçevesi doğrultusunda doğayı tanrılaştırmış “sapkın” (heretic) vahşileri, altındaki değerli madenleri kazıp çıkarmak için üzerinde yaşadıkları topraktan silip süpürmek hiç zor olmadı Hristiyan Batı’nın bu “uygar-Beyaz”ları için… Kolomb ayak bastığında kıtada yaşayan ve adları yaygın ama yanlış biçimde “Kızılderililer” olarak konmuş insanların en itidalli tahminle konuşmak gerekirse 75 ile 100 milyon arası nüfusunun yüzde 95’i yok edildi.

Yok edişin iki yolu söz konusuydu: Soykırım ve salgın. Bunların her ikisi de birlikte el ele kol kola yürümüştür.

Sözü, emekle dokunmuş bir başka çalışmaya bırakalım:

“Neredeyse Avrupa ve Amerika arasındaki ilk insan temasından itibaren, mikrobik salgın ve kasıtlı soykırım kasırgaları Amerika yerlilerini yok etmeye başlamıştı. Bazen birbirlerinden bağımsız olarak hareket etmelerine rağmen, 1492’yi izleyen, yıkımlarla dolu uzun yüzyılların büyük bir kısmında, hastalık ve soykırım dinamik işleyen, birbirlerine bağlı güçler olmuş -kurbanlar, her biri diğerini besleyen salgın ve şiddet dalgaları arasında öğütülmüş ve bu ikisi beraberce sayısız eski toplumu tamamen yok olma sınırına getirmiş- çoğu zaman da bu sınırı aşmıştır” (David E. Stannard, Amerika’nın Soykırım Tarihi, Çev. Şaban Bıyıklı, Gelenek Yayıncılık, 2005, s. 16).

Mevzubahis altınsa, tanrı teferruat!

Elbette din, “fetih-korsanlık-talan-sömürü” demek olan bu kapitalist barbarlığın ruhunu kurtarma yolunda işlevselleşmiştir ama sonuçta bunu abartmaya da gerek yoktur. Nihayetinde Kolomb ile Kraliçe’nin tanrı tartışmasına müdahil olan hazine nâzırı Sanchez’e kulak verildiğinde anlaşılacağı üzere, mevzubahis altınsa tanrı da bir teferruattan ibarettir!..

Ne olduysa altın için olmuştur, gümüş için olmuştur, servet için, sermaye için olmuştur. Yeniden Marx’a zihnimizi dönecek olursak, aslında tanrı “Kapital”, mabet de “Pazar”dır.

Ve bu süreçte salgın, işin başında da bugün geldiğimiz noktada da bir “mütemmim cüz”dür.

15. yüzyılın sonundan itibaren “altına hücum”la, soykırımın yanı sıra salgınla da insanları kırıp geçirdiler.

Şimdi ters yönde, 500 küsur yıl sonra aynı ekonomik ihtirasların sonucu patlamış bir başka salgından kaçma-kurtulma derdi ortasında da yine altına hücum ediyorlar.

“Altına hücum”, ayrıca yeryüzünün her tarafında olduğu gibi bu topraklarda da en tipik örnek olarak Kaz Dağları’nı zehirleme çabası eşliğinde durmaksızın devam ediyor.

“Altına hücum”, dünden bugüne insan ve onun bir parçası, evi-barkı-ocağı olan yeryüzüne felaketten başka bir şey getirmedi, getirmiyor.

Şimdi korona felaketi ortasında da bu felaketin izi ekonomi-politik bağlamda asırlarca geriye sürüldüğünde karşımıza “müsebbip” olarak çıkan altına yine hücum ediliyor.

Artık altına hücum etmek değil, altına ölüm demek gerek…

Ve “Altına ölüm” denmedikçe, “Yaşasın Korona”, evet, istesek de istemesek de hayatımıza hâkim slogan bu olacak!..

Gérard Depardieu ve Sigourney Weaver (en sağda) “1492 Cennetin Fethi” filminde
(Yönetmen: Ridley Scott)

HAZIRLAYAN: Tayfun Atay