Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“ASIL MESELE BİREYİN İNŞA EDİLMESİ MESELESİ”

Baksı Müzesi ve İstanbul Sanat Fuarlarının kurucusu, ressam ve akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın “Ayağımdaki Diken” sergisinin geçen hafta açılışına gittim. Koçan’ın 44. kişisel sergisi olan “Ayağımdaki Diken”, sanatçının hayatının izini süren heykel, resim ve yerleştirme eserlerini içeren sergiyi gezerken anlamlı bir yolculukta buldum kendimi. Hayranlıkla her eserin hikâyesini düşünmeye başladım. Ve o gün kendisiyle nihayet tanışma fırsatı buldum, evet şanslıyım. Elbette bu fırsatı kaçırmayarak kendisiyle bir röportaj gerçekleştirdim. Benim için o kadar güzel bir sohbet oldu ki, röportajdan sonra zihnim açıldı ve hayallerim canlandı. Hocanın ilham veren hikâyesi ise yolumu aydınlattı. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’a iyi ki varsınız diyerek sizleri röportajımızla baş başa bırakıyorum. Herkese mutlu pazarlar dileriz.

Son sergiden başlayalım “Ayağımdaki Diken”…

Bu sergiyi 70. yaşım için Baksı Müzesi için hazırlamıştım. Bu benim fikrim değildi danışma kurulumun fikriydi. Projeyle yıllardır uğraşıyorum. Dediler ki “Bu mekânın her yerinde emeğin var. Zaten mekânı da sen yaptın, sen de buralarda şekillendin. Karşılıklı etkileşim olur, iyi bir buluşma olur. Bu niye bir buluşma olmasın” dediler. Önce kolay gibi geldi bana ama “Peki ne anlatacağım ben şimdi” dedim. Almanya’da Köln’de bir galerim vardı. Direktörüm dedi ki “Türkiye’nin sanat ortamı bir acayip, Türkiye’de sizin gibi avangardlar nedense anlaşılmıyor. Siz bizim Batı ölçütlerimize göre tam bir avangardsınız. Bütün yolları kendiniz açıyorsunuz. Gündeme getirenler yazarlar, çizerler bu avangard modellerini Batı’dan aldıkları için sizin örneğiniz Batı’da yok. Onun için de sizinkini bir şeyden saymıyorlar” dedi.  

“DAĞ BAŞINDA MÜZE Mİ OLURMUŞ” DEDİLER

Ben bunu zaman içerisinde gördüm. Biz bütün modelleri Batı’dan aldığımız için böyle bir şeyde bu olmuyor. Mesela ben Baksı’yı kurarken “Dağ başında müze mi olurmuş” diye eleştiriler oldu. Neyse ki sanatçılar vardı bu tarz oluşumlara sahip çıkıyorlar. Onun için de bu nasıl olacak kendi hayatım nasıl girecek çıkacak diye düşünürken o dönemde Anadolu’nun görsel tarihini yapıyordum zaten… Derken kendimi serbest bıraktım. Kendi içinize ve önünüze bakacaksınız. Galiba en iyi rehber de oradan geliyor. Sezgi de benim anladığım da budur zaten. Gelişmiş sezgide bu derin tecrübenin içe baktığı zaman sizi yönlendirdiği yol, genel olarak doğrudur. Gelenekle biz sezgi arasında bir şey yaşarız. Baksı’nın yapılmasında sanatımın para etmesinin ve sanatçı dostlarımın, sanatseverlerin çok büyük katkısı oldu. Baksı tam bir gönüllük ve adanmışlık işidir. Ben adanmışlığı çok ciddiye alıyorum onun için de adanan insanların bu dünyada mahcup olmayacaklarına çok inanırım.   

GELENEK VE SEZGİ MESELESİ

Bu anlamda gelenek meselesiyle sezgi meselesi de iç içe geçen iki farklı olgu gibi gözüküyor fakat çok farklı olmadıkları anlar var, buluştukları anlar var. Ben o yönteme başvurdum. Ve de gördüm ki aslında benim aklımda, fikrimde, bilincimde bilinçaltımda kalan şeyler o çocukluk yıllarıma ait şeyler.  İşin içinde derin bir çocukluk meselesi var... Ve de o döneme gidince de gördüm ki galiba en önyargısız yaşadığım, en mutlu yaşadığım en hak ederek deneyimlediğim alanım benim o.

HESAPLAŞMA BAŞLIYOR

O noktada özgün olabilme hikâyesiyle aydınlanmak çok değerli ve önemli.

O nedenle de hesaplaşma başlıyor. Onlar neler? Sergide aslında temalar öne doğru çıkmaya başladı. Ve de onları yaptım, çok düşündüm tabii… Tekrar buluşmaya gittim onlarla. Gece olunca biz yazın yemekten sonra yorganımızı döşeğimizi alır, arkadaşlarla “Bugün nerede uyuyacağız, yıldızlar nereden daha iyi gözüküyor” hesabını yapardık. Bu müthiş bir şeydi. Müthiş bir özgürlük, dayanışma ve güven duygusuydu. Bu buluşma benim bu bilinçaltımın kapaklarını da açtı. Sergideki temaların yolculuğunu oluşturdu. Bunlar farklı yönlere giden şeyler. Birisi tamamen iç derinliğe gidiyor ötekiler yırtılan, kesilen ve devam eden şeyler… Zamanı da öyle algılamaya başlıyorsunuz. Zaman da sizin için hem bütündür, hem parçalıdır. O parçalılık aslında bazen çok fazla kopuşlara neden oluyor. İşte onu birbirine bağlama da başka bir zihinsel süreci gerektiriyor.

KÖY ODASINDA MASAL ANLATAN NİNELER

Hangi zaman dilimlerini kapsıyor?

Şöyle diyeyim herhalde 6 yaşımı hatırlıyorum, ondan öncesini düş gibi hatırlıyorum. Masal anlatan nineleri hatırlıyorum. Köy odasındaki dedeleri hatırlıyorum. Onlar çok esrarlı... Sergide “Yüksek Ayaklı İskemle” diye kurgu var. O tamamen o anları anlatır. Tandır akşamı yemekler pişirildikten sonra anne temizler, iskemleyi koyar, orada oturur. Dinlersiniz neneyi hem de uyursunuz orada. Onun ortasında da eski gaz lambası vardır, güzel bir ışık yapar. O anlatan ses çok daha öndedir, görüntü daha geridedir. O size anlatır, şartı da şudur: Masanın üzerine çıkmak yok, o tehlikedir çünkü… Lambadan, masa yanabilir. Benim aklımda da hep masaya bir tırmanma meselesi kalmış. Acaba oraya çıkınca masal benim için daha mı gerçekçi olacak gibi bir merak. O bir yerden çıktı geldi. O yüksek ayaklı iskemle oldu.

“ANNEMİN YÜZÜNÜ İZLEDİĞİM KADAR HİÇBİR YÜZÜ İZLEMEMİŞİMDİR”

Onu inşa ederken de çağın malzemesini de aynı zamanda kullanıyorsunuz. Çünkü bir sanat eserini belirleyen çok temel olgulardan bir tanesi çağın bizatihi kendisi ve gelecek düşüncesi. Ötekisi coğrafyanın, ötekisi tarihin işi. Bunlar yan yana geliyorlar. Biz Türkiye’de tarih ve coğrafyanın verilerini hoyratça kullanmışız. Yani onlardan yana olduğumuzu söyleye söyleye de hoyratça kullanmışız ve çağın derinliğini de keşfedemediğimiz için samimi çağdaş olamadığımız için de çağın durumlarını çağ diye yaşamışız biz. Onun için mimarimiz bozulmuş, o bozulmuş, bu bozulmuş. Ben bu dengeyi hep korumak istedim. Yani çağı getirirken birçok moda çağ kavramın ötesine giderek çağı getirmek o çağcılık. İnsani ve barışçıl sezgiyi getirmek istedim. Mesele o diye düşünüyorum. O nedenle de bende temalardan bir tanesi en keskinidir. “Sona Gitti” eserim var. O mesela evlatlık verilen bir kızın hayatını anlatır. Nasıl gittiğini anlatan bir şey ve de bir gün sabah kalktığımızda annem hüzünlenmiş, annemin yüzüne baktığımda bütün olan biteni onun ifadelerinde görüyorsunuz. Annemin yüzünü izlediğim kadar hiçbir yüzü izlememişimdir. Ve de “Ne oldu” dedim, “Ne olacak, bugün Sona gitti” dedi. Kızın adı Sona… Bu sefer annem anlatmaya başladı, “Kız çocuk ne olacak?” diye… Aradan yıllar geçti. Bir gün bana mektup geldi. “Hocam köyden evlatlık verilen Sona’nın oğluyum, sizin yaptığınız işi görünce çok heyecanlandım” diye. Birden aklıma annemin yüz ifadesi geldi ve de oturdum “Sona gitti” serisi yaptım, onu da daha önce sergi yaptım. Aradan yıllar geçti. Bayburt’ta bir lokantada yanıma bir hanım geldi “Ben Sona’yım” dedi. Her aşamasını serginin takip etmiş, sonra bu serginin açılışına eşi, oğlu, gelini ve torunuyla geldi.

Ayağımdaki diken ismi niye?

Ortaokul 1-2 ikmalim varmış, ben atlamışım. Birileri haber verdi tarladan çağırıyorlar gidiyorum. Giderken kamyon gitmiş, bir tane kamyon var. Şehre başka bir yöntemle gitmem imkansız. Bayburta’a doğru koşmaya başlıyorum. 40 km sonra burnum kanayınca ayağımda da bir sorun var; yüzümü, ayaklarımı yıkayım diyorum. 4 ay önce de ayağıma diken batmış ben çıkarttım zannediyorum, tam çıkmamış. Zonkladı ayağım ve o anda çıkarttım ve rahatladım. Bunlar benim bilinçaltıma yerleşmiş… Diken gibi duruyorlar arada gelip gidiyorlar, bunu bir boşaltayım dedim, rahatlamak istedim, paylaşmak istedim aslında bütün mesele budur.

Oradaki bütün eserler ‘Ayağımdaki Diken’in içindekiler hafızanızı yoklayan anılar, değil mi?

Evet öyle… Oradan gelip pıt diye yokluyorlar beni.

ANLAŞILDIĞIMI DÜŞÜNMÜYORUM

Ne zaman anlaşıldığınızı hissettiniz? Diğer sanat alanlarında anlaşılmaz daha kolay gibi geliyor çünkü.

Hiç yok hâlâ da anlaşıldığını düşünmüyorum. Bu 90’lı yıllarda Anadolu’nun Görsel Tarihi serisi başlayınca benim için yollar ayrıldı. Yani mesela 95’te Osmanlı Sergisi’ni açtığım zaman o sırada cumhurbaşkanımız yeni belediye başkanı seçilmişti. İnsanlar hemen bu durumu siyasi yakınlığa falan yormaya başladılar. Hiçbir ilgisi yok. Fikri Sağlar’a çok müteşekkirim bana yönelik bu eleştirileri geriye doğru tepti. Yoksa beni Osmanlıcı, 2’nci Cumhuriyetçi falan ilan edeceklerdi. Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum, ben bir modernistim… Benim yaptığım her şey Cumhuriyet’in başarısıdır diye düşünüyorum. Cumhuriyet’in ilhamıdır diye düşünüyorum ama o sıra öyle bir şey oldu. Millet oturup geriye geriye bakıyor  ileri gitmek gibi şeyler yok. O gün bir gündem var. Biz o gündeme sıkı sıkıya bağlanıyoruz ve o gündemin dışına çıkamıyoruz. Bizim sorunumuz o. Bizim asıl meselemiz nedir biliyor musun? Birey, bireyin inşa edilmesi meselesi. Şimdi cumhuriyet ümmetten vatandaşa geçsin ama vatandaş yok ki… Herkes vatandaş üstünden kendi sloganını ezberletmeye kalktı. Onun için de o kadar önyargılı bir siyasi dünyada vatandaş harcandı, doğrusunu isterseniz.

“GÜCÜN YANINDA OLMAYI REDDEDİNCE SORUNLAR BAŞLIYOR”

Ben de aksine anlaşıldığınızı düşünüyorum. Şöyle anlaşıldığınızı düşünüyorum: Her kesimden insanın takip ettiği, bildiği ve sevdiği birisiniz. Ayrıca siyasi olarak bir yere ait olmadığınız için de anlaşıldığınızı düşünüyorum, topluma daha yakınsınız, yanılıyor muyum?

Orada haklı olabilirsiniz ama yakın okumalarda yer yer cümle düşüklükleri var. Bakın şimdi o bizim dayandığımız kabile toplumundan geliyoruz ya, o bizde hep var. Onun içinde geniş kitleler sizi avantajlı olmaya doğru gücün yanında olmaya doğru itiyor. Gücün yanında olmayı reddettiğiniz andan itibaren sizin için sorunlar başlıyor. Anlatabildim mi? Onun için de ben hiçbir zaman gücün yanında ona angaje olarak var olmadım. Öyle çok çığırgan bir muhalif de olmadım. Ben sadece ürettim. İşten yanayım, işimle de onu yaptım. O işi de okuyacak insan yok bizde yani. Almanya’daki galerinin sahibinin söylediği de budur. Yani modeliniz olmadığı için bu böyle. Ben Anadolulu olarak hissediyorum kendimi ve oradan doğrusunu isterseniz bir yeniden Anadolu kültürü, yeniden bir Anadolu DNA’sına inanan insanları çoğaltmak istiyorum. Anadolu’nun ayrımlara, Anadolu o inanç, bu inanç, şu inanç meselesine feda edilmeyecek kadar güçlü bir geçişkenliği, güçlü bir birikimi var. İnsanlar o birikimi görsün istiyorum. Bizim Anadolu’ya karşı sorumluluğumuz var. Anadolu bir çöplük değil, bir ören yeri değil, Anadolu bir kültür vahası… Üstünü örte örte herkes kendi istediği gibi yorumlaya yorumlaya, yıka yıka Anadolu’da bir şey yok noktasına getirdik birbirimizi. Onun için yeniden o bilgiyle Anadolu’nun yeniden ihya edilmesine ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

İSTANBUL’DA KALIP HAYATINIZI YAŞAYABİLİRDİNİZ…

Siz bu değişimi ve dönüşümü başlattınız. Bu projelerden biri de doğduğunuz köye gidip de müze kurdunuz. Normalde İstanbul’da merkezde kalıp atölyenizde işler yapıp hayatınızı yaşayabilirdiniz. Bir de şu var, bizde köyünden çıkıp bir an önce başka sınıfa geçip uzaklaşma durumu var ama sizde bu yok. Kökünden utanma hikâyesi var bizde değil mi?

Evet var. Eski tarihlerde bazı evlere vitraylar yaptım, bazı evleri dekore ettik. Öyle aileler gördüm ki yeni evlerine yeni hayatlarına eski hayatlarından hiçbir şey götürmek istemiyorlar. Siz niye eski hayatınıza geri dönmek istediniz?

Ben hayatıma son derece saygılıyım, kendi çocukluğuma sahip çıkmak istiyorum. 90’lı yıllarda İKSV’nin Kültürler Arası Diyalog sempozyumu vardı, orada bir konuşma yapmıştım ve şunu demiştim: “Ben ideallerimin peşinden İstanbul’a geldim, onlar için şimdi İstanbul’dan gideceğim.”  Çünkü burada her köşe birileri tarafından tutuldu, o sistemin köşeleri onlar. O zaman merkezi dışardan algılamak ve merkezi dışarıdan tartışmak bize bir soluk getirir diye düşündüm. Bunu çok önemli buluyorum, şimdi öyle de oldu. Baksı’nın doğduğum topraklarda bir müze olarak kendi varlığını sürdürüyor olması, son derece değerli ve kıymetli bir şey.

“DAHA MUTLU BİR DÜNYA İÇİN ÜRETMEYİ SEÇTİK”

Bu müzenin hayalini ne zaman kurdunuz? Şöyle de diyebilirlerdi “Ne egosantrik bir adam, gidiyor kendi köyüne ki gidilecek köy de değil, müze kuruyor” ama şimdi bakınca bambaşka bir şeye dönüştü, orada bir vaha oldu. Bu anlamda çekinceleriniz oldu mu?

Benim kuşağımın hayalleri vardı; biz insanı mutlu edebilmek ve daha mutlu bir dünya için üretmeyi seçtik. Bizim üretmemiz lazım ve sanatı hayata taşımamız lazımdı. Bizim bütün meselemiz oydu, bu bir kuşak meselesi ve bizim kuşak başkaydı. Birinci sebep bu. İkinci sebebim benim hikâyem, hep bana merkezin dışına gitmemi önerdi ve nitekim hep öyle yaptım. Sanat TIR’ıyla her yeri dolaştık, bütün sergilerim değişik coğrafyalarda da devam etti.   Öteki köy meselesine gelince de babam benim hayatımı destekledi. Ben mühendislik okurken babamdan güzel sanatlar sınavına girmek için izin istedim. “Hayat senin, ne istiyorsan onu yap” dedi ki o inşaatçıydı. Şansım, babamda müthiş bir zihin aydınlığı vardı. Güzel sanatlara gitmem aydınlanma düşüncesiyle tanışmamı yeniden sağladı. Şansımız hocalarımızın Alman olmasıydı ve önyargıları yoktu. İkincisiyse eşimle evlenerek köy kent çatışmasını bitirdim. Ben bugün rahat rahat “Köylüyüm” diyorsam onun sayesinde ve bunu söylemek zorundayım. Orada eşimin duruşu çok önemli, beni sorgulamadı, geçmişimle kucakladı ve köyümü sevdi. 

“SANAT MI YAPIYORUM, SÜS MÜ?”

Ne zaman para kazanmaya başladınız, ilk eserinizi kaç liraya sattınız?

Bizim dönemimizde Türkiye’de ressamlık geçerli bir şey değildi. O dönem eşimle para bulup ya Kanada’ya ya da Avustralya’ya gidecektik. Taksim’de bir otel vardı. Orası bir yarışma açtı, ben de katıldım ve kazandım. Bu yarışmaların sonucunda Türkiye’de yaşayabileceğim bir kanal açılmış oldu. Yaptığım işler çok beğenildiği için duvar resimleri, dekoratif şeyler yaptım. O sıralar yeni sermaye yükselişteydi. Herkes yalısına, evine bir şey yaptırıyordu. Bu işten dolayı atölyelerim ve çalışanlarım oldu ve çok ciddi paralar kazandım. Benim bu arada doçentlik geldi sonra “Bu iş nereye gidecek” diyerek sorular sormaya başladım, “Ben sanat mı yapıyorum yoksa süs mü yapıyorum?” Karar verdim ki bunlar sanat değil çünkü altında hikâye yok. Eşim de seramikçi, o da çok işler yaptı ama 1990 yılında eşyalarımızı topladık ve atölyeyi boşalttık. “Artık hikâyesi olan işler yapmalıyız, sanat olmalı” dedik. “Nasıl yaşayacağız, yaşarız” dedik ama öyle bir korkumuz yoktu. Çok yüksek yaşam standardımız varken onu düşürdük ve de bundan sonra bu tür işler yapmamaya ve sanat yapmaya başladım. O tarihler piyasa da iyiydi, baya işler sattım. Sonra İstanbul Sanat Fuarı’nı ben kurdum. Piyasayla sanat arasındaki ilişkinin birebir ilişki olmasını istemedim. O yüzden de satmaya çok önem vermedim. Hep belli bir mesafeyle ona baktım. İyi ki de öyle baktım. Ben satmak için yapılmış sanat eserlerinin çok eksik olduğunu düşünüyorum. Sanat eseri satmak için yapılmaz. Yapılır, beğenilirse satılır, satılırsa da iyi olur. Artık ısmarlama yapılmaya başlıyor. Onun için bu durumu anlamsız buluyorum. Benim eserlerimi alanlar, hikâyesini de satın alıyorlar. Ben sanattan para kazandıkça topluma aktarıyorum.

“İDEALLER KİŞİSEL BENCİLLİKLE İNŞA EDİLMEZ”

Ya ne bileyim hiç aklınız çelinmiyor mu, bir tekne alayım orada keyif yapayım, merkezde kalıp sanattan para kazanıp sadece kendime harcayayım diye bir hayat yaşama fikri gelmiyor mu?

İyi yetişince başka düşünüyorsun. Ben ne yapayım çok parayı? Tekne alıp gezeyim mi? 15 gün gezdim sonra ne yapacağım, öyle bir hayatı da sevmem. Ben üretmek zorundayım hayatla alışverişimi sürdürmek istiyorum. Elbette teknede bir 15 gün güzel olur ama o kadar. Benim hayatım o olamaz. Benim hayatımın ödülü, bir problem çözmektir ve sanatla dünyayı değiştirmek, insanlara dokunmaktır. O kalacak, kalıcı olacak. Ben şuna inanıyorum: Her şeyin bir kaderi vardır, benim görevim elimden geldiğince yaptığım işi, etkisini uzun ömürlü yapmak. İdealler o kadar korkuyla ve kişisel bencillikle inşa edilemez. Çıkmazlarınız olursa ki idealler öyledir, çıkmazın olduğu yerde hayata geçer. Kendimize yeniden bir çıkış yapmak için çözüm buluyorsanız bu idealistlerin zaferi odur. Amaçsız kalırsak çıldırırız, hepimiz  amaçlar edinmeliyiz. Bu tip projelere girenler üretim temposunu sürekli diri tutmak ve her an çözüme açık olmalıdır. “Kriz geldi, bu iş bitti” dediğiniz anda her şey bitiyor zaten. Bilir misiniz, yenikler kendilerinin yenik olduklarını kabul ettikleri için yeniktir, kabul etmedikleri müddetçe onlar yenik değildir. Kaybedenler öyledir, kendi inanırsa kaybeder, inanmazsa kaybetmez. Bunu son derece önemli buluyorum. Üretmeye devam etmek ve bu noktada oluşturduğunuz zenginliği toplum ile maddi-manevi paylaşmak kalıcı olmaktır. Benden sonrası öteki insanların vicdanına kalmış.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi