“Tarihle ilgili merak ettiklerimizin peşinden gideceğiz”
EDA YILMAYAN
Kişisel İktidardan Millet Meclisine – Saltanattan Cumhuriyete kitabıyla Doğan Avcıoğlu ödülüne değer görülen, yönetim tarihi üzerine çalışan Fatma Eda Çelik Foça Bilimler Köyü’nde ‘Kim Sevmez Yönetim Tarihini? Alternatif Bir Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi Okuması’ başlıklı atölyeyi yürütecek. 8-14 Temmuz tarihleri arasında yapılacak atölyede Osmanlı’nın 18. yüzyılından başlayıp 1930’lara kadar uzanan yönetim tarihi ele alınacak. Atölyeyle ilgili sorularımızı Fatma Eda Çelik yanıtladı.
Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’ne ilişkin Foça Bilimler Köyü’nde bir atölye çalışması yürüteceksiniz. Programda neler olacak?
Biz sürekli tarihle düşünen bir toplumuz. Belki menkıbeleri sevdiğimiz için, belki bir türlü kapatamadığımız defterler olduğu için, belki yeniyi kurmanın tarihi yeniden yazmaktan geçtiğini düşündüğümüz için. Nedenleri değişebilir ama sürekli tarih konuşup, tarihle tartışmayı seviyoruz. Onun için Foça Bilimler Köyü’nde tarih konuşmak istedim. Yalnız dünya tarihine pek meraklı değiliz. Derdimiz daha çok bu ülkenin tarihiyle ilgili gibi. Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi tarihleri, kabul etmek gerekir ki, bu merakı fazlasıyla körükleyecek nitelikte. Onun için yoğunlaşacağımız alan Osmanlı’nın 18. yüzyılından başlayıp 1930’lara kadar uzanacak. Önce imparatorluğun köklü dönüşümler yaşadığı, keskin dönüşlere sahne olduğu 150 yılı masaya yatıracağız; sonra 20. yüzyılın ilk 20 yılını değerlendireceğiz. Ancak toplum olarak tarihle düşündüğümüz kadar tarih üzerine düşünmeyi sevmiyoruz. Sorgulamayı hiç hiç sevmiyoruz. Onun için Bilimler Köyü’nde sadece tarih anlatıp dinlemeyeceğimiz bir program olsun istemedim. Tarihle ilgili gerçekten merak ettiğimiz soruların peşinden gideceğimiz, yeni bakış açıları üzerine düşüneceğimiz, yeni cevaplar bulacağımız bir atölye tasarladım.
Eğitim değil, altını çizmek isterim. Bu bir atölye çalışması olacak. Şu ana kadar kayıt yaptıranların çoğu tarihe ve bilime meraklı gençler. Aralarında araştırmacı ve akademisyenler de var. Katılım talep ve gerekçelerini Bilimler Köyü gönüllü çalışanları üzerinden benimle paylaşıyorlar. Ortamlarda satılacak bilgi arayışında değiller. Akıllarında cevabını aradıkları bir sürü yazı ve araştırma fikri olduğunu görüyorum. Bir yuvarlak masa oluşturup herkesin merak ettiği konuda soru soracağı ve derinleşeceği, isterse bunu yazıya dönüştürüp paylaşacağı bir atölye olması için elimden geleni yapacağım.
Böyle eleştirel ve yaratıcı bir atölye olsun diye, atölye programını yazarken bizleri ateşleyecek kimi provokatif sorular sordum. Katılımcıların sorularıyla bu sorular çeşitlenecek, çoğalacak ve derinleşecektir.
“CUMHURİYET ADIM ADIM KURULMUŞ BİR YÖNETİM BİÇİMİ”
Programın adı için Edward Albee’nin Kim Korkar Hain Kurttan? ve Ali Nesin’in Kim Korkar Matematikten? kitaplarından esinlendiğinizi söylüyorsunuz.
Evet, ilk provokatif sorumuz atölye başlığı haline getirdiğim “Kim Sevmez Yönetim Tarihini?” sorusu. Bir ironi de barındırıyor içinde. Esinlendiğim sorularda bir meydan okuma ve korkmuyorum senden cesareti var. Anlamak, bilmek için yolu açmaya çalışmış yazarlar. Çünkü korku öğrenmeye ve anlamaya çalışmanın önündeki en önemli engellerden biri. Konu yönetim tarihine geldiği zaman ise, temel engel “sevmemek”. “Sevmiyorum, ilgilenmiyorum.” diye kestirip atmak. Tarih deyince büyük adamların, savaşların, diplomasinin tarihi geliyor aklımıza. Kişisel kavgaları, fikir ayrılıklarını, ihanetleri seviyoruz. Yönetim tarihi deyince ise, kurumlar, kanunlar veya bürokratlar geliyor aklımıza. Bunları kavga ateşinin dumanı söndüğünde yapılan veya kurulan şeyler olarak görüyoruz. Bunları yapanları da asıl siyasi kavgaların sönümlendiği yerde işleri yapanlar olarak görüp küçümsüyoruz. Oysa tarih yaşanırken, somutta böyle ayrımlar yok. Büyük Millet Meclisi gibi bir yasama-yürütme ve yargı organının kurulması ve onun nasıl işleyeceği asıl kavga konusu. Cumhuriyet bir fikir olarak önce düşünülüp, sonra kurulmuş bir şey değil. 1920’den 1923’e kadar işgal altındaki bir ülkeyi yönetirken adım adım, kavga kavga kurulmuş bir yönetim biçimi. İşte, bu soruyla, çoğu zaman bir önyargıya dönüşmüş bu ön kabullerimizin somut tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini ve bizim aslında “büyük siyaset” diye adlandırdığımız şeyin yönetimin tam kendisi olduğunu göstermek istedim. Aslında içten içe seviyoruz; tarihini merak ediyoruz ama merak ettiğimiz şeyin adını böyle koymuyoruz demek istedim. Ve adını afilli şekilde koymak yerine doğrudan “yönetmek” fiiliyle onu görünür kılmak; ne kadar yalın, somut ve kapsayıcı olduğunu göstermek istedim.
Bir ülkenin yönetimi üzerine düşünmek, tarihsel süreci anlamak neden önemli?
Toplumsal yaşantımızdaki her konu aslında nasıl yönetildiğimiz ve yönetilmek istediğimizle ilgili. Örneğin geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi adalarda otobüs seferleri başlattı. Kararı destekleyenler ve karşı çıkanlar, aslında adanın adalıların yaşam alanı olarak mı, yoksa turistlerin tatil alanı olarak mı yönetileceğine dair bir karar veriyorlar. Yönetim tarihi de güncelden çok da farklı değil. Yine çok görünür olmayan adalar örneğinden gidecek olursak, Lozan Antlaşması’nın diğer bütün adalardan farklı olarak İmroz ve Bozcaada’yla ilgili ayrı bir düzenleme yaptığını görürüz. Çünkü Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz sınırları belirlenirken, Rum nüfusun yoğunlukta olduğu bu iki ada Türkiye sınırları içinde kalmış; ancak tam da bu özelliğinden dolayı diğer adalar farklı özerk bir statüyle yönetilmeye başlanmıştır. Karar, Lozan’daki barış masasında alınmıştır. Ancak asıl belirleyen bu adaların demografik bileşimi, tarihi aidiyeti ve coğrafi konumu olmuştur.
İrili ufaklı birçok konu bu şekilde yönetim tarihinin konusudur. Bazıları yaşandığı dönemde üzerinde çok düşünülmemiş; ancak zaman içinde tarihçilerin dikkatini çekmiş olabilir. 1910 yılında İstanbul’daki sokak hayvanlarının Hayırsız Ada’ya sürülmesi ve burada ölüme terkedilmesi kararının alınması gibi. Bazıları dönemi itibariyle tüm ülkeyi etkilemiştir. İstanbul’da İtilaf Devletleri’nin kurduğu işgal yönetimi, merkezi yönetim teşkilatının olduğu başkentin nasıl yönetileceğini ve daha önemlisi tüm ülkenin geleceğini etkileyecek barışın şartlarının ne olacağını belirlemiştir. Bazılarının bugüne izdüşümleri daha büyük olabilir. 1908 Devrimi Anayasayı yeniden yürürlüğe koyma talebine sahip olduğu günden bu yana Türkiye’de anayasalar yönetim değişikliklerinde belirleyici olmuştur. Saltanat ve hilafette cisimleşen kişisel iktidara karşı önce Meclis-i Mebusan’ın, sonra da Büyük Millet Meclisi’nin yasama ve yürütme alanlarında karar verici olma yönündeki mücadeleleri ve başarıları cumhuriyet dendiği zaman meclisin anlaşılmasına neden olmaktadır.
“YÖNETİM TARİHİ FARKLILIKLARI GÖRÜNÜR KILAR”
Yönetim tarihi farklı şekilde yönetilmeye yönelik talepler olduğunu görmemizi sağlar. İnsan aklı güncelde gördüğünü tek tipleştirme ve mutlak olduğunu zannetme yanılgısına düşebilir. Oysa yönetim tarihi farklılıkları görünür kılar. 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun geldiği ve çözüleceği dahi konuşulurken, saltanatın korunabileceği varsayılmıştır. O günün hâkim yönetim biçimi, değişmez zannedileni saltanattır. Ancak iki yıl sonra tüm iktidarın kendinde olduğunu ilan eden bir Büyük Millet Meclisi toplanmış ve beş yıl sonra da Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Yönetim tarihi bu deneyimlerin nasıl örgütlenmelerle yaratıldığını, nasıl başarılı veya başarısız olduğunu görmemizi sağlar. İşgal yönetimi Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Paris Barış Konferansı’nın yereldeki yürütme organı olarak hayat bulmuş; kendi ülkelerinin hükümetleriyle doğrudan temas halinde İstanbul’un mevcut ve gelecekteki yönetimini şekillendirmek üzere notalarla hem şehri hem Osmanlı hükümetinin etkisi altındaki coğrafyayı yönetmeye talip olmuştur. İtilaf Devletleri arasındaki iç anlaşmazlıklar, Osmanlı hükümetine karşısında Ankara’da yeni bir hükümetin kurulması, savaşın Ankara’daki hükümet tarafından kumanda edilmesi gibi gerekçeler bu işgal yönetimini başarısızlığa uğratmıştır.
Yönetim tarihi aynı zamanda hiçbir deneyimin katalogdan yönetim biçimi seçer gibi yaşanmadığını, keskin taraflaşmalar ve mücadelelerle belirlendiğine tanıklık etmemizi sağlar. 1920 yılında Meclis açıldığında, vekillerin bir bölümü bu meclisin sadece saltanat ve hilafet makamı işgalden kurtarılana kadar görev yapacak, yasama faaliyetinden sorumlu geçici ve sınırlı yetkili bir meclis olduğunu düşünüyor ve savunuyordu. Halihazırda İstanbul’da bir hükümet olduğunu kabul ederek, Meclis’in içinden bir Meclis Hükümeti çıkarmaması yönünde karar beyan ediyordu. Diğer bir bölümü ise, hakimiyet kayıtsız şartsız milletidir diyerek, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin tümünün tek bir organda toplanması gerektiğini savunuyordu. Onlara göre, Meclis karar aldığı gibi, bu kararın onaylanması ve yürütülmesi de Meclis tarafından sağlanabilirdi. Uzlaşmazlıklar da yine Meclis eliyle çözülebilirdi. Savaşın yönetilmesi için bir sultanın sahip olduğu başkumandanlık yetkilerini kullanacak bir vekile ihtiyaç yoktu; Meclis başkumandanı da kendi içinden çıkarabilir, seçebilirdi. 1920-24 yılları arasındaki en önemli kararlar hep bu fay hattı üzerinde şekillenmiştir. Cumhuriyet, bir fikir olarak değil, yaşanırken alınan, alınamayan veya alınması tercih edilmeyen yönetsel kararlarla doğmuştur. Somut olarak bunun izini sürmek yönetim tarihiyle mümkündür.
Yönetim tarihi, bu özellikleri itibariyle, bizi hayalperestlikten kurtarır ve ayaklarımızın yere basmasını sağlayarak gerçeğe yaklaştırır. 1924 Anayasası Meclis gündemine gelmeden sadece günler önce, 3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılması kararı alınmıştır. Çünkü bu karara taraf olanlar, Cumhuriyet’in bağımsız bir yönetsel yapıya sahip olabilmesi için bu kararı kaçınılmaz addetmişlerdir. Yabancı ülkelerin temsilcileriyle ayrıca görüşmeler yapan, mebusları kabul eden ve Meclis’e temsilcisini gönderen, Cumhurbaşkanlığı bütçesi kadar bir bütçeye sahip olan ikinci bir devlet başkanlığı makamının şekillenmekte olduğunu görmüşlerdir. Dönemin Meclis Tutanakları ve gazete yazıları bu kararın ne kadar acil hale geldiğini gösterir.
“CUMHURİYET’İN İLANINI 1923 YILINA ÖTELEMEYECEĞİZ!”
Foça Bilimler Köyü Atölyesinin programı da böyle bir içeriğe mi sahip olacak?
Evet, örneğin üçüncü gün devrim sürecini yönetirken kurulan devleti ele alacağız. Cumhuriyet’in ilanını 1923 yılına ötelemeyeceğiz. Alınan ve alınmayan tüm kararları, kurulan ve kurulamayan tüm örgütsel yapıları takip ederek yaşandığı zamandaki gibi cumhuriyeti oluşum halinde görecek, tarihi bu şekilde görmenin ve yazmanın mümkün olduğunu keşfedeceğiz. O zaman sona doğru şu soruyu sorabileceğiz: Anayasalar gerçekten bu kadar önemli mi, yoksa o zamana kadar kurula gelen yönetsel yapıları mı nihai biçimlerine kavuşturup güvence altına alıyorlar?
Beşinci gün, yönetimin ulusal sınırları nerede biter, uluslararası sınırları nerede başlar, diye soracağız. Böylece çoğu zaman dünya tarihinin parçası olarak görülmeyen yönetim tarihimizi dünya tarihindeki gelişmelerle birlikte görmenin yollarını yaratacağız.
Başka bir gün, yönetime kimler katılmış, kimler katılmamış sorusunu sorarak, Büyük Millet Meclisi’nin dışında kalanlara odaklanacağız. Tarihte hiçbir şeyi kutsallaştırmak gerekmediği gibi, cumhuriyetin demokratik temelini oluşturmuş Meclis’in de kutsallaştırılmasından kaçınarak, onu olduğu gibi anlamaya çalışacağız. Meclis’in merkezinde olduğu karar alma süreçlerinden dışlananlar, tasfiye edilenler ve bu süreçlerde yok sayılanlar bizim yuvarlak masa tarihimizde görür olacak.
“BİZİM TARİHİMİZDE BİR YAZIM YANLIŞI VAR”
Yönetim tarihi egemen sınıfların tarihidir ve siz bunu ‘Kişisel İktidardan Millet Meclisi’ne’ kitabınızda da detaylı anlatıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Egemen sınıflarla kastınız nedir?
Bu soru için çok teşekkürler. Yönetimden bahsettiğimiz zaman bu boyut görünmez oluyor. Yönetsel olanı görünür kılmanın, taraflaşmaların büyüsüne kapılıyoruz. 1908 ve 1923 Devrimlerini burjuva devrimi olarak görenler dahi, iktisadi veya toplumsal gelişmelerin belli bir uğrağında zorunlu hale geldiği için yönetimin değiştiğini veya kurulan yönetimin aldığı kararlar itibariyle son olarak toplumdaki egemen sınıflar lehine olduğunu söyleyebiliyor. Devrimlerin burjuva niteliği sadece kapitalist gelişimle veya 1923 İzmir İktisat Kongresi’ndeki kararlarla açıklanıyor. Bu süreçlerin önemsiz olduğunu söylemiyorum. Asla. Hatta ben 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 1930’lara kadar uzanan 150 yılın bir bütün olarak çalışılması gerektiğini savunuyorum. Ancak bizim tarihimizde, bir yazım yanlışı olduğunu düşündüğüm şekilde, Fransız devrimindeki gibi failler sınıf ilişkileri içinde konumlandırılmış değil. Böyle olunca yöneticiler, yönetsel kararlar ve yapılar bir yerde; toplumsal aktörler veya sınıflar bir yerde duruyormuş gibi görünüyor. Oysa 1918’de toplanan yerel kongrelerden ve/veya yerel askeri/sivil yönetimlerden başlayarak, Büyük Millet Meclisi’ne kadar tüm karar organlarına baktığımız zaman, gördüğümüz eşrâf veya eşrâf kökenli askerlerin yoğunluğu bize kır kökenli burjuvazinin milli mücadelede aktif olarak siyasal örgütlenmeler kurduğunu gösteriyor. İstanbul’un kontrolü altındaki vakıfların tasfiyesinde, gayrimüslimlere ait “emlakı metruke”nin paylaşılmasında tek tek dahi bu kişileri görünür kılmak mümkün oluyor. Atölye çalışmasının bir parçası haline getirdiğimiz uzun yıllar vekillik yapacak Emin Sazak’ın anıların okunmasını bu nedenle çok önemsiyorum.
Kaynak:Haber Merkezi