Post-Korona Türkiye ve Siyasette Değişim
COVID-19 pandemisi, yaklaşık altı aydır tüm dünyanın ana gündem maddesi oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem gibi, “büyük dönüşüm” sürecini yaşamaya başlamış olabiliriz. “Eski”nin bittiği ama “yeni”nin tam olarak nasıl şekilleneceğini bilmediğimiz bir döneme girdiğimizi söylemek abartı olmaz diye düşünüyorum.
Bu değişim, siyaset alanında da yaşanacaktır. Siyaset, büyük dönüşümden muaf değil; aksine, dönüşümün kilit alanı olacaktır.
En az beş boyutta “siyaset”in ve “toplum yönetimi”nin (a) anlayış, (b) tarz ve (c) uygulama boyutları içinde değişim geçireceğini düşünüyorum.
Burada şu noktanın da altını çizmeliyim: Aşağıda sıralayacağım ve kısaca açıklayacağım değişim parametrelerini, pandemiye karşı bugüne kadar başarılı olan (Yeni Zelanda, Güney Kore, Singapur, Tayvan, Vietnam, Japonya, Almanya ve İskandinav ülkeleri) ile başarısız olan (Amerika, İngiltere, İtalya, Brezilya) ülke deneyimlerini karşılaştırarak hazırladım.
DEVLETİN ÖNEMİ ARTTI
Birinci değişimi, devlet iktidarı kavramından “devlet kapasitesi” kavramına geçişle yaşayabiliriz.
Doğrudur: Korona pandemisinin en görünür sonucu, küreselleşmeye karşı “devletin önemi”nin artması oldu. Küreselleşme zayıflarken “devlete geri dönüş” sürecinin başladığı saptamasının kamusal ve akademik tartışmalarda sıklıkla yapıldığını görüyoruz. Bununla birlikte, vurgulayalım, “Devlete geri dönüş kurumsal olarak veya söylem düzeyinde ne anlama geliyor?” sorusuna yanıt verilirken siyaset ve toplum yönetiminde ciddi değişimlerin yaşanacağının da altı çiziliyor.
Daha da önemlisi, devlete geri dönüşün ve devletin öneminin artmasının devletin topluma, bireye ve yerel yönetimlere karşı iktidarının güçlenmesi ve devlet güvenliğinin ayrıcalıklı konuma gelmesi anlamına gelmediği de söyleniyor.
Tam tersine, devlete geri dönüş, toplumsal krizlere, çalkantılara ve sorunlara çözüm bulmada ve toplumun-bireyin yaşamsal güvenliğini sağlamada kurumsal ve materyal temelde “devlet kapasitesi”nin artması anlamına geliyor.
Korona pandemisi, sağlık alanında insan sermayesi (sağlık görevlilerinin niteliği), hastaneler, yatak sayısından yoğun bakıma var olan mekansal altyapı, test sayıları, maske ve diğer materyallerdeki stok, vb. alanlardaki kapasitenin ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi.
Devlet kapasitesi kavramının sağlık alanı gibi “ekonomi ve gıda güvenliği” ve “dijital” alanlarda da kritik önem taşıyacağını söyleyebiliriz.
Peki, devletler kapasitelerini nasıl arttırırlar? Ne tür bir yönetim anlayışı devlet kapasitesinde güçlenmeyi olanaklı kılar? İkinci değişimi, güç merkezli yönetim anlayışının yerine “kapsayıcı yönetim” anlayışının önem kazanmasında görebiliriz.
Kapsayıcılık ya da kapsayıcı yönetim üzerine yapılan çalışmalarda birbirleriyle ilişkili üç ilkenin altı çiziliyor: (a) Farklı aktörlerle “işbirliğine dayalı çalışma” anlayışı, (b) topluma kimlikler ve kültürel normlar temelinde değil, “haklar ve vatandaşlık” temelinde yaklaşmak, (c) kutuplaşmayı körükleyen değil, “toplumsal uyum ve birlikte yaşama”yı güçlendiren tavır ve söylem.
KAPSAYICI YÖNETİM ANLAYIŞI
Bu üç ilke, kapsayıcılık kavramının içini dolduruyor, “demokratik ve adil yönetim”le ilişkisini kuruyor ve bir yönetimin kapsayıcı olma derecesi ve başarısını belirliyor. Güç ve güçlü lider merkezli yönetim anlayışı yerine kapsayıcı yönetimin başarısı, işbirliği-haklar-toplumsal uyum üçgenini uygulamaya sokmasında ortaya çıkıyor. Dahası, kapsayıcı yönetim anlayışı, yasama-yürütme-yargı arasında “güçler ayrımı”, “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı”, “yerel yönetim”lerin (adem-i merkeziyetçiliğin) güçlendirilmesi ve “eşit vatandaşlık” temelinde tanımlayabileceğimiz (ülke yönetimindeki kurumlar arasındaki) “denge ve denetleme sistemi”nin etkin çalışmasına olanak sağlıyor.
Devletler, kapsayıcı yönetim anlayışı çerçevesinde yerel yönetimler ve sivil toplumla ne kadar çalışır ve işbirliği yaparsa o kadar kapasitelerini arttırıyorlar ve krizlerle mücadelede başarılı oluyorlar.
Dahası, sağlık alanında yaşadığımız krizin ekonomi (işsizlik) alanına, gıda ve su güvenliğine ve iklim değişikliğine doğru yayılmasıyla; diğer bir deyişle, tek değil, fakat “çoklu krizler”in ortaya çıkmasıyla kapsayıcı yönetimin çok daha önemli ve hayati olacağını vurgulamalıyız.
KİMLİK SİYASETİNDEN TEMEL İHTİYAÇLAR SİYASETİNE GEÇİŞ
Bu noktada, üçüncü değişimin, kimlik siyasetinden “temel ihtiyaçlar siyaseti”ne geçişle yaşanacağını söyleyebiliriz. Pandemi, “sağlık-işsizlik-gıda/su üçgeni”nde büyük bir meydan okuma yarattı.
KİMLİK SİYASETİ
SÜRER AMA…
Vurgulayalım: Bu üçgen, iklim değişikliğiyle çok daha karmaşıklaşıyor; özünde insan yaşamındaki “temel ihtiyaçlar”la (basic needs) ilişkili olup temel ihtiyaçları siyasetin merkezine taşıyor. Temel ihtiyaçlar, siyaset ve toplum yönetimi alanlarında merkezi konuma gelirken, son yıllarda bu alanları şekillendiren kimlik siyasetinin önüne geçme ve kimlik siyasetini ikincil plana itme potansiyelini de içinde taşıyor.
Kimlik siyaseti devam edecektir; ama tek başına siyaseti şekillendirmesini artık varsayamayız. Sağlık-işsizlik-gıda/su güvenliği üçgeninde başarılı ve inandırıcı olma, siyaset ve toplum yönetiminde de başarının önemli bir unsuru olacaktır.
Dördüncü değişim, siyasi, duygusal, kimliksel kutuplaşma sorununu körüklemek ve bu sorundan fayda sağlamak yerine “toplumsal uyum ve birlikte yaşama”yı temel alan bir siyaset ve toplum yönetimi anlayışının siyasi alanda önem kazanmasıyla yaşanabilir.
TOPLUMSAL UYUM GÜCÜ
Korona pandemisiyle mücadelede başarı örneklerin hepsinde siyasi ve duygusal kutuplaşmanın endişe verici boyutta olmadığını; buna karşın, “toplum ve bireylerin normlara ve kurallara uyması ve kurumlara güvenmesi” anlamına gelen “toplumsal uyum”un ve birlikte yaşama kültürünün güçlü olduğunu görüyoruz.
Beşincisi, ekonomik büyüme ve zenginleşmeden “sürdürülebilir kapsayıcı kalkınma”ya geçiş: Devlet-toplum-birey kadar, her türlü canlı yaşam ve doğayla ilişkimizde, krizlere karşı dayanıklı (resilient) olmanın ön koşulunun “kapsayıcı kalkınma” olduğu bir döneme girdik.
Birleşmiş Milletler’in “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”nın siyaset ve toplum yönetiminde giderek önem kazanacağı bir döneme girdik. Devletin kapasite artışı için, gerek yerel yönetimler ve sivil toplumla gerekse uluslararası örgütlerle işbirliği yapmasının merkezinde sürdürülebilir, kapsayıcı kalkınma anlayışı olacak. Bu, siyasi aktörlerin başarılı ya da başarısız olma derecesini de etkileyecek.
POST KORONA DÖNEMİ
Sadece küreselleşen dünya ölçeğinde değil, Türkiye’de de korona pandemisinin siyaset ve toplum yönetiminde ciddi değişimler yaratmaya başladığını görüyoruz. Post-Korona dünya gibi “Post-Korona Türkiye” döneminin başladığını söylemenin abartılı olmadığını düşünüyorum.
TÜRKİYE ‘ÇOKLU KRİZE’ NE KADAR HAZIR BİLMİYORUZ
Türkiye, korona pandemisiyle mücadelede belli ölçüde başarılı oldu. Sağlık alanında Cumhuriyet tarihi içinde oluşmuş devlet kapasitesi, kurumsal altyapı ve kaliteli sağlık çalışanları, bu başarının mimarı oldular. Türkiye, kapsayıcı bir yönetim anlayışıyla pandemiyle mücadelede daha da başarılı olabilirdi. Bununla birlikte, Türkiye’nin, “sağlık-işsizlik-gıda/su güvenliği” alanlarında ortaya çıkmaya başlayan çoklu kriz ortamına ne kadar hazır olduğunu, ne kadar devlet kapasitesine sahip olduğunu bilmiyoruz. Ekonomi ve diğer alanlardaki meydan okumalara çok daha kırılgan bir yapıya sahibiz.
Daha önemlisi, sağlık-işsizlik-gıda/su güvenliği alanlarında yaşanan çoklu krize, başta Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı olmak üzere, HDP ve yeni partilerin nasıl yanıt vereceğini ve verdikleri yanıtlarda ne kadar başarılı olacaklarını da bilmiyoruz. Fakat şunu biliyoruz: Post-Korona Türkiye, büyük ölçüde, siyasetin ve toplum yönetiminin değişen parametreleri tarafından şekillenecektir.